Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz, Adana'da 10'u öğrenci, 1'i eğitmen ve 1'i çocuk 12 kişinin hayatını kaybettiği yurt faciasıyla ilgili olarak "Bir yıl önce bugün de Diyarbakır’ın Kulp ilçesinin Karaağaç köyündeki ruhsatsız Kuran kursunda yanarak ölen altı çocuğu konuşuyorduk. O günlerde de yöneticilerimiz sorumluların cezalandırılacağından, olayın bütün yönleriyle araştırılacağından vs söz ediyorlardı" dedi. "Sonuç ne oldu? Hiç" ifadesini kullanan Yılmaz, "Gelecek yıl bu vakitlerde yine benzeri bir konuyu tartışmamak için ne yapmalıyız? Yöneticilerimizin ne önereceğini biliyorum: Dua edelim!" diye yazdı.
Mehmet Yakup Yılmaz'ın "1 yıl önce 1 yıl sonra" başlığıyla yayımlanan (1 Aralık 2016) yazısı şöyle:
Yöneticilerimizin iddiasına bakarsanız Türkiye, kanatlanıp uçtuğu için dış güçlerin yoğun saldırısı altında.
Kimisi darbe yapmak istiyor. Kimisi üçüncü havaalanını kıskanıyor. Kimisi döviz kurlarıyla oynuyor.
Bu desteksiz böbürlenme balonu patladığı vakitlerde de acı gerçekle karşılaşıyoruz.
Adana’daki yurt yangınında 11 çocuk ve bir eğitmenin ölmesi işte böyle bir acı gerçektir.
Çünkü içinde çocukların, öğrencilerin bulunduğu binalardaki böyle yangınlara ancak geri kalmış, gelişmemiş ülkelerde rastlanabilir.
Böyle olayların mesela İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da yaşandığını duymayız.
Ama böyle yangınlar mesela Meksika, Hindistan, Pakistan, Gana’da çıktığında da hiç şaşırmayız.
Üzülürüz, içimiz yanar ama şaşırmayız.
Çünkü gelişmiş, medeni toplumlar yaşadıkları felaketlerden dersler çıkarırlar.
Bir öğrenci yurdunda yangın mı çıktı? O yangının nedenini araştırırlar ki bir daha benzer yangınların çıkmasını önlemek için prosedürler geliştirilebilsin. Öyle bir yangına engel olamayanların sorumluluğunu araştırır ve cezalandırırlar ki benzeri kurumların yöneticileri işlerini daha ciddiyetle yapsın.
Bakın bugün 1 Aralık 2016 ve önlenebilecek bir yangında ölüp giden 11 çocuğu ve bir öğretmeni konuşuyoruz.
Peki içimizde 1 Aralık 2015 tarihinde hangi konuyu konuştuğumuzu hatırlayan var mı?
Ben hatırlatayım: Bir yıl önce bugün de Diyarbakır’ın Kulp ilçesinin Karaağaç köyündeki ruhsatsız Kuran kursunda yanarak ölen altı çocuğu konuşuyorduk.
O günlerde de yöneticilerimiz sorumluların cezalandırılacağından, olayın bütün yönleriyle araştırılacağından vs söz ediyorlardı.
Sonuç ne oldu? Hiç.
Gelecek yıl bu vakitlerde yine benzeri bir konuyu tartışmamak için ne yapmalıyız?
Yöneticilerimizin ne önereceğini biliyorum: Dua edelim!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dedi ki: “Biz ‘sabır’ dedik ve sonunda dayanamadık ve Suriye’ye ÖSO ile beraber girmek zorunda kaldık. Niçin girdik? Bizim Suriye’nin topraklarında gözümüz yok. Orada bir adaletin tesisi için varız. Devlet terörü estiren, zalim Esed’in hükümdarlığına son vermek için biz oraya girdik. Başka bir şey için değil.”
Doğrusunu isterseniz bu sözleri okurken geleceğimiz konusunda ciddi olarak endişelendim.
Çünkü hatırlar mısınız bilmiyorum, bize daha önce söylenen gerçek bu değildi.
Hükümet, TC vatandaşlarına ve tüm dünyaya, ÖSO ile birlikte bazı askeri unsurlarımızın Suriye topraklarına girmesinin nedenini “IŞİD ve bölgedeki diğer terör örgütleriyle mücadele etmek” olarak açıklamıştı.
Amaç, IŞİD’in sınırlarımızdan uzaklaştırılması, IŞİD’den boşalan alana da PKK’nın Suriye kolu PYD’nin yerleşmemesiydi.
Bize ve dünyaya böyle ilan edilmişti.
Ama demek ki böyle değilmiş. Cumhurbaşkanı’ndan daha iyi bilemeyeceğimize göre, Suriye’ye ÖSO ile birlikte girmemizin nedeni Esad rejimini devirmekmiş.
Endişelendiğim şey de tam olarak budur.
Esad’ı devirmek isteyenlerin “sahada” kimlerle de hesaplaşması gerektiği belli: Rusyave İran böyle bir müdahaleye izin vermeyecek.
Bu durumda Rusya ve İran ile de mi savaşacağız?
Göründüğü kadarıyla Trump yönetimindeki ABD, IŞİD ve benzeri örgütlerin karşısında Esad’ın kalmasından yana olacak.
ABD ile de mi savaşacağız?
Cumhurbaşkanı, geçen gün de Türkiye’nin Lozan’ın çizdiği sınırlara artık sığamayacağını, 2023 hedeflerine ulaşmak için bu sınırları zorlayacağını da söylemişti.
Ne oluyoruz? “Yurtta barış, dünyada barış” mottolu geleneksel dış politikamız artık tamamen değişiyor mu?
Yoksa bütün bunlar, içeride giderek derinleşen ekonomik krizin etkilerini örtmek için estirilmeye çalışılan bir rüzgâr mı?
Başbakan Binali Yıldırım, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin bozulmasının her iki taraf için de olumsuz etkileri olacağını söyledi.
Ama sonra içimizi rahatlattı: “Ama kim daha çok kaybeder derseniz, şüphesiz AB daha çok kaybeder.”
Neden AB’nin kaybedeceğini ise şöyle açıkladı:
“Yine insanlık bizde kalsın, söylemiş olalım. AB şunu bilsin: Türkiye ile iyi ilişkiler sürdürmek, AB’nin gelecekteki güvenliği açısından bir mecburiyettir. Ortadoğu’daki kaosun doğrudan Avrupa’ya sirayet etmemesinin, göç dalgasının Avrupa’ya vurmamasının tek nedeni Türkiye’nin varlığıdır, göçmenler için yaptığıdır.”
Bunu okuyunca bir tuhaf oldum.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti, Avrupalıları “barbarların saldırısından koruyan” bir uçbeyliği mi ki, Başbakan böyle söylüyor?
Çok talihsiz bir konuşma.