10 gazeteden 22 köşe yazarı gündem için ne dedi?

10 gazeteden 22 köşe yazarı gündem için ne dedi?

Hürriyet’ten Yalçın Doğan, Mehmet Y. Yılmaz; Milliyet’ten Fuat Keyman, Aslı Aydıntaşbaş, Sami Kohen; Zaman’dan Hüseyin Gülerce, Mehmet Kamış, Mustafa Ünal; Star’dan Sibel Erarslan, Beril Dedeoğlu; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Hilal Kaplan; Radikal’den Ezgi Başaran, Cengiz Çandar, Seyfettin Gürsel, Vatan’dan Güngör Mengi, Sanem Altan, Ruşen Çakır; Sabah’tan Hasan Bülent Kahraman, Cumhuriyet’ten Ergin Yıldızoğlu, Taraf’tan Oğuz Karamuk, Mücahit Bilici gündem hakkında yazdı, önemli tespitlerde bulundu. İşte o yazılardan hazırladığımız derleme:  

Yalçın Doğan – Hürriyet Bugün kara bayram

İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet ile Sabah gazetesi (bugünkü Sabah ile uzak yakın ilgisi yok, yandaş filan değil) sahibi Mihran Efendi her gün olduğu gibi, gazete provalarını görmeye gelen II. Abdülhamid’in sansür hizmetçilerini kapıdan kovuyor.

Bu fiili durumla birlikte, kırk yıllık sansür tarihe karışıyor. Tarih 23 Temmuz 1908. Ertesi gün, 24 Temmuz II. Meşrutiyet’in ilanı, aynı zamanda sansürün kaldırılışının bayramı ilan ediliyor. Bugün o bayramın 105. yıldönümü. Bugün, bayram filan değil, AKP iktidarı ile birlikte, hele de son dört-beş yılda, hele de son aylarda bayram geride kalıyor, hangi bayram, ne bayramı, 105. yılda bugün medyanın kara günü.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız Mehmet Y. Yılmaz - Hürriyet Suriye’nin ‘siyasi birliği’ mi dediniz?

Geçtiğimiz yılın 19 Temmuz’unda Suriye diktatörüne bağlı ordunun çekilmesinden beri bölgenin “savunmasını” PYD adı verilen, PKK’nın Suriye kolu diyebileceğimiz örgüt yönetiyor. Bir yıldır toplumsal yönetimin her alanında kurumsallaşma yolunda çabaları var ve bunlar ileride kurulacak özerk yönetimin hazırlıklarıydı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan neredeyse Başbakan’ın bulunduğu her toplantıya giriyordu ve MİT’in bu gelişmelerin istihbaratını edinip, sonucunu öngörmemiş olması mümkün değil. Fidan, bu gelişmelerle ilgili olarak Başbakan ile Dışişleri Bakanı’nı mutlaka bilgilendirmişti. O zaman bu şaşkınlık ve “Öyle olursa şöyle yaparım, böyle yaparım” efelenmesi de neyin nesi oluyor? Efelenmek yerine diplomasiyi kullanmak ve bir yıldır Barzani’yi de işin içine katarak bu konuları konuşup çözüm bulmak gerekmez miydi? Akıllar başa şimdi mi geldi, yoksa “Nasıl olsa El Kaide, Kürtlere pabuç bırakmaz” diye yanlış hesaplar mı yapıldı? Yazının tamamını okumak için tıklayınız Fuat Keyman – Milliyet Peki CHP ne yapacak? Türkiye, 2014 Mart’ında yerel seçimler, ağustosunda da ilk defa halkın seçeceği cumhurbaşkanlığı seçimlerini yaşayacak. İkisi de, genel seçimlerden farklı olarak, parti değil, kişi temelinde yapılacak seçimler. Belediye başkanı ve cumhurbaşkanı adaylarının kim oldukları, halk tarafından nasıl algılandıkları çok önemli. Dahası, bir oy fazla alındığı zaman kazanılacak seçimler.

2014 Mart’ı için, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, İzmir, Diyarbakır ve diğer metropol kentler kilit önem kazanıyor.

İstanbul kilit kent niteliğinde. Ankara da öyle.

Bu seçimlerin sonuçları, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve kimin cumhurbaşkanı olacağını da etkileyecek.

Bu kentlerde AK Parti seçimleri kaybedebilir mi? Ya da AK Parti’nin “seçim kazanma niteliği” bitebilir mi? 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara ile başlayan süreç, 2014’te sona erebilir mi? Uluslararası toplumla kopuş yaşayan AK Parti’nin, seçim kaybetme durumu da ortaya çıkabilir mi?

Siyasi gündeminin ana konusu bugün ve 2014 Mart’ına kadar bu sorular.

Bu noktada, ilk defa, muhalefet partileri de seçim kazanabilir konuma geliyorlar, başta CHP olmak üzere, önemleri artıyor.

Bu nedenle de;

CHP İstanbul’u kazanabilir mi ve CHP-MHP siyasi dansı -ki bu dans, partiler değil, sadece seçmen katında bile yapılabilir- Ankara’dan başlayarak kilit kentlerde seçimleri kazanabilir mi? Soruları sıklıkla sorulup tartışılıyor. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Aslı Aydıntaşbaş – Milliyet Bakın diplomatlar neden küskün Normalde Türkiye’de de herhangi hükümet, ”istisnai” durumlarda uygun gördüğü isimleri büyükelçi atayabilir. Az kullanılan bir imtiyaz bu. Ben şahsen Ahmet Davutoğlu döneminde yapılan atamaların makul olduğunu düşünüyorum; ancak ”Hoca’ya güven” diyenler, Ahmet Davutoğlu’nun ilelebet Dışişleri Bakanı kalmayacağını unutuyor. İlelebet Ak Parti de olmayacak. Dışişleri sistemi siyasi atamalara açılacaksa, zamanla her hükümet kendi kadrosunu getirecektir.

Yeni kanun, hükümet tarafından büyükelçi atananların daha sonra Dışişleri Bakanlığı’nda genel müdür, müsteşar ya da müsteşar yardımcısı olarak atanmasına imkan veriyor. Sıkıntı, bunun otomatik bir hak olması. Bu, Amerikan sisteminde yok. Örneğin hükümet beğendiği bir memur, akademisyen, rektör ya da milletvekilini, herhangi bir yere büyükelçi atayıp, kısa bir süre sonra Dışişleri’nde Ortadoğu veya Avrupa Birliği dairesinin başına getirebilir. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Sami Kohen – Milliyet Mısır’a karşı ‘ilkeli tutum’ yeter mi? Ankara’nın tutumu Mursi yanlılarının takdirini kazanmış olabilir; ama Mısır halkının bölünmüş olduğunu unutmamak ve ikili ilişkilerin -hoşa gitsin veya gitmesin- iş başındaki yönetim ile yürütüldüğünü de gözden çıkarmamak lazım...

Nitekim daha şimdiden Mısır ile ilişkiler donmuş bulunuyor.

Ankara’nın darbeden bu yana izlediği Mısır politikasında, yeni bir değerlendirmeye ve bir ince ayara ihtiyaç var.

Demokrasinin savunuculuğunu yapmak, otoriter rejimlere karşı çıkmak iyi bir şey. Ama özellikle önemsenen ülkelerle ilişkiler, genelde ulusal çıkarlara dayalı “reel politika”ya göre ayarlanır.

Bunu diğer devletler gibi Türkiye de yapıyor. Yapmasa Ortadoğu’da, Afrika’da, Asya’da kaç ülke ile iyi ilişkilerini sürdürebilir ki? Yazının tamamını okumak için tıklayınız Hüseyin Gülerce – Zaman Anayasa değişmezse Sayın Erdoğan Çankaya’ya çıktığında AK Parti genel başkanı ve başbakan kim olursa olsun Çankaya-hükümet ilişkileri problemli ve sıkıntılı olabilir. Hatta öncekilerden çok daha farklı olabilir.  Bugüne kadar iki tren yan yana giderken yaşanan problemlere de benzemez. Bu defa aynı rayda birbirine doğru gelen iki tren olacak. Kaldı ki, rahmetli Özal Çankaya’ya çıkarken başbakanlığı en güvendiği, en iyi anlaşabileceğini düşündüğü Sayın Yıldırım Akbulut’a verdi. Yine de yaşanan sıkıntıları biliyoruz.

Demem o ki,  siyaset hesapları yüzünden anayasanın ruhu ve yürütme ile ilgili değişiklikleri yapmamak, umulmadık şekilde koskoca bir ülkeyi, istikrarsızlık tüneline sokabilir. Darbeci zihniyet, anayasadan kovulmadan, sivil ve demokrat zihniyetle yeni bir anayasa yapılmadan Türkiye, Kürt meselesini de, Alevi meselesini de asla çözemeyecektir. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Mehmet Kamış – Zaman Güneydoğu’da neler oluyor?

12 Haziran 2011 seçimlerinde Türkiye’de önemli değişiklikler yapabilme gücü ve enerjisine kavuşan hükümetin, bugüne kadar yapması gereken şey, insani olan her hakkı hiçbir müzakere, hiçbir ön şart getirmeden vermekti. Köy, belde, ilçe hatta şehir isimlerini halkın talep ettiği şekle dönüştürmek bile basit ama çok önemli bir adım olabilirdi. En insanî haklar arasında olduğu için isteyene anadilde eğitimin verilmesi adına gerekli altyapı oluşturulabilir, bunun yolu açılabilir ve eğitime geçilebilirdi. Ancak ideolojik devlet anlayışımızdan vazgeçmediğimiz ve vatandaşların hayat görüşlerini belirleme yetkimiz olduğunu düşündüğümüz için kişisel özgürlüklerin önünü açmada çok mütereddit davranıyoruz. Kürtler gibi Alevilerin de (mesela cemevi gibi) isteklerine olumlu cevap verilmiyor. Bu nedenle son barış sürecinde, insani haklar ve terör sorunu maalesef birbirinin içine geçmiş gibi duruyor.

    Güneydoğu’dan gelen ‘örgüte katılmalar en yoğun dönemlerini yaşıyor’ tarzındaki haberleri maalesef devlet bürokratları da teyit ediyor. Asıl üzücü olan şey ise Türkiye, silahlı olanın vesayetinden kurtulmak üzereyken Kürtlerin silahın vesayetinde kalmaya devam etmesidir. Ayrıca süreci yürütenlere olan güvensizlik de kamuoyunun endişesini iki katına çıkartıyor. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Mustafa Ünal – Zaman Ortam zehirlenirken…

İkinci aşamaya geçmek için çekilmenin geri dönüşü olmayan yola girmesi lazım. Manzara parlak değil. Bir yanda Suriye sınırında bayrak, diğer yanda örgüte yeni katılımlar... Yoksa hükümet ‘demokratikleşme paketinden’ vazgeçmiş değil. Çalışmalarını sürdürüyor. Dün yine ilgili bakan ve bürokratlar bir araya geldi.

Sürecin ruhuyla bağdaşmayan başta Suriye sınırı olmak üzere, bölgede yaşanan diğer olayları da masaya yatırdılar. Paketin içeriği çözüm süreciyle sınırlı değil. Örgüt veya BDP’nin beklentilerinin tümüyle karşılanacağını söylemek zor. Onların talep listesi çok uzun. Siyasi Partiler Kanunu da var, yüzde 10 barajının düşmesini isteyen Seçim Kanunu da.

Pakette şüphesiz doğrudan çözüm sürecini ilgilendiren maddeler var. ‘Alevi açılımı ve kamuda başörtüsü’ gibi reform niteliğinde düzenlemeler de yer alıyor. Ancak son şekli verilmiş değil. Açıklama için iklim de önemli.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız Sibel Erarslan – Star Türkiye’siz bir çözüm Kürtler için mümkün mü? Suriye’nin kuzeyinde yeni oluşan PYD otonomisine de dikkatle bakmak zaruretimiz var. Bölgeden kovulan Nusra Cephesine “dışarıdan gelen” güç diyenler, PYD’nin de Kandil üzerinden geldiğini görmeliler. Esad, kuzey Suriye’deki Kürtlere vatandaşlık hakkını bile vermekten imtina ederken, ne oldu da şimdi PYD’nin bayrak çekmesini onaylayan makama geçti? Hizbullah’tan sonra PYD’ye de verdiği açık/zımni desteği ile İran gerçeği de ortadayken... Suriye’deki karışıklıktan istifade ederek alelacele kotarılmış bir de-facto’yla karşı karşıyayız. PYD’nin sekülerliğe vurgu yapan söylemi ve Suriye’ye yönelik uluslararası kamuoyunun fren mekanizması olarak dillendirdiği; Suriye’nin “radikal İslamcı” söylemden arındırılması tezini karşılayan bir oldubittiyle yüz yüzeysek, en azından durup düşünmemiz gerekiyor.

Aslında bu ahvali Türkiye kadar dikkatle tartması gereken esas unsur Kürtler. Bir yandan Arap şovenizminin diğer yandan İran Şii blokajının arasında sıkışan bir atmosferde Türkiye’nin varlığı ve Türkiye ile kurulacak doğru ilişkinin önemi oldukça açık... Yazının tamamını okumak için tıklayınız Beril Dedeoğlu – Star Etrafa saçılan Suriye sorunu PYD’nin Esad’a verdiği destek, Türkiye’yi Suriye konusunun dışına çıkarmak şeklinde. Ayrıca PYD Suriye’de şeriat devleti kurma peşinde olanlarla mücadele ettiğinden ve gayrı Müslimlere de bazı garantiler sunduğundan uluslar arası güçlerce de makbul bulunuyor. Tabi bu arada Esad rejimi kalırsa, bu çabalarının karşılığı olarak Kuzey Irak modelini,  yani federal bir yapıyı gerçekleştirebilirler. Esad rejimi yıkılırsa, yine bu proje hayata geçebilir; zira zaten Suriye bütünlüğünü koruyamaz. Ancak bugün PYD’yi makbul bulanların yarın bir bölünme senaryosuna ne oranda onay verecekleri şüpheli; bölünme olursa sadece Kürtlerin bölgesi açığa çıkmaz, biri Hizbullah’ın diğeri El-Nusra’nın etkisinde mezhepsel bölünme yaşanır. Dolayısıyla bu güçlerin tam da istemediği türden ülkecikler kurulabilir.

Bu örgütler, Suriye’de halkları tercih yapmaya zorladıkları gibi, çevre ülkelerde de benzer bir etki yaratıyorlar. Hizbullah baskısı arttıkça, El-Nusra güçleniyor; El-Nusra örgütlendikçe Hizbullah yaygınlaşıyor. Hizbullah’ın Suriye’ye müdahil olması Lübnan’ı karıştırmış, PYD ise hem Irak hem Türkiye’deki Kürtleri yeniden birlikte düşünmeyi gerektirecek bir ortam yaratmış durumda. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Ali Bayramoğlu – Yeni Şafak Kimlik, kuvvet, memleket Bir kez daha tepkisel siyaset algısı öne çıkıyor.

Pek çok kez yaşadık, biliriz ki, bu tepkisellik bir yandan siyaset dışılığın, radikalliğin her türünü, her tonunu besler…

Kutuplaşma üzerinden iki tür tepkisellik, iki tür faydacılık, iki tür çatışma ekseni üst üste oturunca, ortaya çıkacak genel tablo daha da vahim olur…

Ve bu koşullarda hem siyasal alanda hem toplumsal alanda 'özgürlükler zemininin biraz daha kayması' kaçınılmaz olur.

Demokratik reflekse sahip toplumlar bu tür tahribatları siyasetiyle, aydınıyla, kurumlarıyla en aza indirir.

Türkiye ise bugün bu korunmanın araç ve mekanizmalarından uzak duruyor, hatta hedef kılınan bu araç ve mekanizmalar oluyor.

Merceği değiştirmek lazım…

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Hilal Kaplan – Yeni Şafak Eyvah, barış geliyor! Barzani, nerdeyse tüm Kürt parti temsilcilerinin bulunduğu topluluğa hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi:

'Genel olarak inandığımı söylemem gerekirse, yeni dönemde en güçlü silah, dünya ülkeleri ile en iyi muamele yolu ve halkımızın doğal haklarının garantiye alınmasının en büyük yolu diyalog dili, barış ve demokratik yöntemlerdir. Bu yöntemlerin sonucunda uluslar arası alandaki taleplerimiz ve Kürtlerin dünya merkezindeki kapsamı daha da güçlü olacaktır (…) Allah'a şükürler olsun ki artık yeni bir dönemdeyiz ve artık kimse silah zoru Kürtler ile karşı karşıya gelemiyor. Bu gerçek bölge devletleri ve güçleri tarafından da anlaşıldı ve Kürtleri yok etmek artık hayallerde bile gerçekleşemeyecek. Bu nedenle yeni süreçte Kürt halkı ve Kürdistan'ın siyasi güçleri ortak strateji ile Kürt halkının barış mesajını herkese ulaştırmalı ve Kürtlerin tüm siyasi kesimleri de bu mesaja bağlı kalmalıdır.'

Bu bakış açısı ve demokratik mücadeleyi esas almaya çağrı, Öcalan'ın Nevruz'da okunan mektubunda silahlı mücadele devrinin bittiğini ilan eden perspektifle örtüşüyor. Eylül ayında gerçekleşmesi planlanan son konferansta PKK'nın da silahlı mücadeleye nokta koyduğunu ilan etmesi bekleniyor. Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Ezgi Başaran – Radikal Acilen berbat sezon finali yazan dizi senaristi gibisiniz Balyoz Davası, delil değerlendirme bölümü atlanarak bitirildi, böylelikle adil olmayan yargılamanın en bariz örneklerinden biri olarak dünya hukuk tarihine geçti.

Devrimci Karargâh, basın toplantısına katılmak, telefonda yapılan espriyi örgüt şifresi saymak gibi delillerle tüm sanıkları hapse mahkûm ederek bitirildi.

Bu bitirilişte, mesela, sağcı işkenceci polis müdürü (aslında yazdığı bir kitap nedeniyle) sol örgüt liderliğinden 15 yıl, Devrimci Karargâh’la alakası bulunmayan, ileri seviyede kanser olduğu için duruşmalara katılamayan ve savunmasını yapamayan sosyalist bir kadın 6 yıl ceza yedi. Ama ne oldu? Balyoz Davası bitti. Devrimci Karargâh bitti. E sizin istediğiniz de bu değil miydi? Diyor güç sahipleri. Ve ekliyorlar usul usul: Sırada KCK var. Ardından Ergenekon. El çabukluğu marifet bir yöntemle bu iki dava da bitirilip gözümüzün önünden çekilecek. Hem bizim hem de Batı’nın gözünün önünden…

Yazının tamamını okumak için tıklayınız Cengiz Çandar – Radikal Kürtler için yeni dönem- 'Devlet' için Rojava dersi Kürtler, artık, Kürtlerin tüm yaşadığı parçaların temsil edileceği “Ulusal Kongre” toplama gücüne, birliğine ve özgüvenine eriştiler. Bu “Ulusal Kongre” bir ay içinde toplanacak. Erbil’in 20 kilometre yakınında, Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin yaşadığı Selahaddin’de “Hazırlık Komitesi” toplandı. Önceki gün, bu vesileyle bir açılış konuşması yapan Mesut Barzani, “Allah’a şükürler olsun ki bugün farklı dönemi yaşıyoruz artık kimse Kürtlere silah zorla bastırmaya cesaret edemez. Bu gerçek artık bölge güçleri tarafından da anlaşılmıştır. Bu yüzden yeni dönemde Kürt halkının ve Kürt siyasi güçlerinin ortak açık ve örgütlü bir stratejiye ortak bir barış sözleşmesi yaratmaya ve tüm tarafların buna bağlı kalmasını sağlamaya ihtiyaç var” diyerek “Ulusal Kongre”nin amacına ilişkin ipucu verdi.  Ama şu sözleri de önemli ve dikkat çekiciydi: “Kürt Ulusal Kongresi bütün Kürt güçlerinin ve siyasi taraflarının en önemli amaçlarından biriydi. Uzun bir süredir sürekli olarak Sayın Mam Celal ve Abdullah Öcalan ile diğer Kürt çevreleriyle ilişki ve görüş alışverişinde bulunuyorduk.”  Bu sözler, Abdullah Öcalan’ı, şu anda sağlık nedenleriyle denklem dışı duran tarihi Kürt şahsiyeti Celal Talabani ve Mesut Barzani ile birlikte “üç ulusal Kürt lideri”nden biri konumuna oturtmuş oluyor. Böylece, PKK, PYD gibi “KCK bileşenleri” ve tabii ki BDP’yi de “Ulusal Kongre”nin temel aktörlerinden biri kılıyor.  Yazının tamamını okumak için tıklayınız Seyfettin Gürsel – Radikal AK Parti, barajı indirmekten neden korkuyor? Seçim barajının barış sürecinin başlıca anahtarından biri olduğunu uzun uzun açıklamaya sanırım gerek yok. Bir yandan PKK’yı silah bırakıp demokratik mücadeleye davet edeceksiniz, diğer yandan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) TBMM’de temsilini yüzde 10 barajı ile engelleyeceksiniz. Olacak iş değil! Gerçi Haziran 2011 seçimlerinde BDP’nin bağımsız adaylar aracılığı ile 36 milletvekili kazandığı bir vakıa. Baraj olmasaydı zaten bu kadar milletvekili çıkaracaktı. Ancak bağımsız adaylar aracılığıyla parlamentoya girmek için zor ve riskli manevralar gerekiyor. Dahası, BDP parti olarak seçimlere katılmadığından devletin dağıttığı bol kepçe yardımlardan yararlanamıyor. Mevcut sistemin adil olmadığı aşikâr.  Eğer Ak Parti iktidarı barış sürecinde yol almak istiyorsa eninde sonunda seçim barajı sorununa el atmak zorunda. Bu zorunluluğun ilk sinyalleri geçen hafta basına yansıdı. Çeşitli medya organlarında Ak Parti’nin seçim sistemi reformu konusundaki düşüncelerine dair haberler çıktı. Resmi bir açıklama yok ama bu haberlerden Ak Parti’nin kafasında genel hatlarıyla şöyle bir plan olduğu anlaşılıyor: Barajı en fazla yüzde 7’ye indirmek, buna karşılık seçim çevrelerini en fazla 5 ya da 6 milletvekiline sahip olacak şekilde daraltmak. 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Güngör Mengi – Vatan Türkçesi: Adalet yok Silivri’deki özel yetkili mahkemeler BM’nin garanti ettiği bu ilke ve değerlerin Türkiye’de ne kadar fütursuzca çiğnenebildiğini ispat amaçlı bir deneme çiftliği gibi duruyor.

Türk yargısının ilkeli davranmaması Silivri’nin kurulduğu günden bugüne hastalıklı bir birikim yaratmış, sonuçta bizi yargısı özürlü, mutsuz bir toplum haline sürüklemiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yaptırım gücüne sahip bir yüksek mahkemedir.

BM’e bağlı çalışma grubu mahkeme değildir. O nedenle AİHM’nin kararlarını referans alma mecburiyetine kulak asmayan yargı sistemimiz Birleşmiş Milletler’den çıkan bu ibret verici karara uymaya kendini hiç mecbur saymayacaktır.

Kurtuluşun yolu iktidar kaynaklı iradenin Meclis’te kanun haline gelmesinden geçiyor.

Yargı paketlerinin başarısızlığı cesaret kırıcı olmasın.

Onlar çözüm için değil atraksiyon için çıkarılmıştı! Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Sanem Altan – Vatan Ölüme nasıl meydan okuyorsun? Neden var ederek ölüme baş kaldırmak varken yok ederek var olmayı tercih eder bir insan? Hangi özelliklere sahip olanlarımız bunu tercih eder? Hepimiz aynı kırgınlığa sahipken, hepimiz benzer masumiyetle doğarken ne olunca kararımızı değiştiririz? Ve yok edenlerin tarafına geçeriz? Bu soruyu düşününce aklıma tarihte iz bırakan liderler geliyor. Var ederek var olduğu bir yerden, yok ederek var olmaya gözlerimizin önünde geçiş yapanlar... İnsan merak etmeden duramıyor… Bu kadar büyük bir değişikliği yaratan ne oluyor acaba? Niye “yeni bir ülke yaratma” ihtirasından, insanları bölen, birbiriyle çatıştırmaya uğraşan ve kendi ölümsüzlüklerini böyle kanıtlamaya çalışan bir zehirli ihtiras tuzağına düşüyorlar? Bunun cevabını bilemiyor insan. Pek çok liderin insanlık macerasında iz bırakan büyük liderler kuşağından geldiğine inanıyorum ama anlayamadığım bir nedenden ağacın zehirli yanında olgunlaştıklarını düşünüyorum. Hem kendileri için hem de ülkeleri için yanlış bir dalda durmayı tercih ediyorlar.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Ruşen Çakır – Vatan Kürtler birleşirken: Risk mi fırsat mı? Bundan birkaç yıl önce, Beşşar Esad henüz “Esed” değilken, yani Türkiye ile çok iyi ilişkiler içindeyken, sıklıkla yaptığı gibi Türk basınına “özel” bir söyleşi vermiş ve birçok gazete de o sırada ülkemizde “Kürt açılımı” yaşandığı için onun Kürt sorunu konusunda onun Ankara’ya verdiği öğütleri başlığa çıkarmıştı.

Kendi ülkesindeki Kürtlerin çoğuna vatandaşlık hakkı bile tanımayan bir kişinin komşusuna bu konuda ahkam kesmesi tabii ki garipti ama hiç de yabancısı olduğumuz bir durum değildi çünkü tarih boyunca Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yöneticiler kendi Kürt sorunlarını görmezden gelip diğer ülkelerdeki Kürtlerle yakından ilgilenmeyi ihmal etmemişlerdi. Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri hiç kuşkusuz Beşşar’ın babası Hafız Esad’ın yıllarca PKK’ya hamilik yapmış olmasıdır. Öte yandan gerek Şahlık, gerekse İslam cumhuriyeti dönemlerinde İran devletinin Irak’taki Kürtlerin bazılarına destek verdiği, buna karşılık Irak’taki Baas rejiminin de İranlı Kürt gruplara el uzattığı biliniyor.

Bölgemizin yakın tarihi, Ankara, Tahran, Bağdat ve Şam’daki yöneticilerin Kürtlerin kendi ayakları üzerinde durma ihtimali ortaya çıktığında aralarındaki sorunları nasıl bir kenara bırakıp ortak taktik ve stratejiler geliştirdiklerinin örnekleriyle de doludur. Bunun sonucunda Kürtler hep yalnız, kaybeden, acı çeken taraf olmuştur. Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman – Sabah Berrak suları sevmek

Öncelikle berraklaşmak zorunda Türkiye. Ya, bütün köprüleri yakar, Kürtlere karşı bir politikayı her şeye rağmen sürdürür ya da bu anlayışı nasıl Kuzey Irak'ta bıraktı, Barzani'yle yakınlaştıysa bu defa da Suriye Kürtleri ile sürdürür, onlarla Irak'takine benzer bir ilişki içine girer.

İfade edelim, itiraf edelim, bugüne kadar Suriye'deki Kürtlere karşı böyle bir anlayışın veya yönelimin içinde olmadı Türkiye. Çünkü gene dile getirelim, bugüne kadar öyle yumuşak güç politikası falan değil, bal gibi güç/ erk politikası izledi. Esed'e bunca karşı olmasının altında yatan neden de biraz daha aydınlanıyor böylece: Esed giderse bölgede Türkiye yönetiminin "tehdit" diye algıladığı Kürtler de devre dışı kalacaktı. Sonuna kadar direndi, Türkiye. Bütün partileri kaybetmiş sayılmaz elbette ama çok farklı bir noktaya geldiği söylenebilir. Kimsenin de meçhulü değil bu durum. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Ergin Yıldızoğlu – Cumhuriyet Bir yükselişin hazin öyküsü Osmanlı mirasını restore etmeye çalışan bir yönetim için şimdi, dünya basınında, “Gerileyen Türkiye”, “yorgun adam”, dünün demokrasi şampiyonu Erdoğan için “diktatör”, “sultan” ifadelerine giderek daha sık rastlanır oldu. AKP içinde, yakın çevresinde “Erdoğan gitsin, AKP kalsın”söylentileri başladı. Ama kahramanımız, “Muhalefet yok”, “Alternatifim yok”, yüzde 50 oy aldım rehaveti içine düşmekte olduğunu yadsımakta ısrarcı. Ama Türkiye ve bölge siyasetinde doldurması beklenen yer hızla boşalıyor.  İktidar boşluktan hoşlanmaz! Bu düşüşün bir noktasında, ne yüzde elli oy kalır, ne de “alternatif yok” rahatlığı. Postkolonyal devletin “vites kolunu”tutan “el”, eğer toplumsal muhalefetin bir tehlike oluşturmaya başladığını düşünürse, kapitalizmi, etki alanını korumak için finansal, siyasi, hukuki, simgesel (medya vb.) araçları harekete geçirir, işbirlikçilerini bulur, alternatifi yaratır. Bu öyküden çıkarılacak iki ders var: Birincisi, AKP ve Erdoğan için: Erdoğan sonrasına, hatta AKP hükümeti sonrasına yumuşak bir geçişin koşullarını hemen hazırlamaya başlamaları gerekiyor. İkincisi, sol - muhalefet: Bu geçiş koşullarına hazırlanmak, yararlanacak konumda olabilmek için sistemin, bilinçli ya da bilinçsiz “Truva atlarına” karşı uyanık olmak gerekiyor. Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Oğuz Karamuk – Taraf Erdoğan kaybetti, durgunluk yolda

Film gibi oldu... Başbakan’ın önüne bir silah ve bir zehir koydular... “Ya intihar edeceksin ya öldüreceğiz” der gibi... O zehri tercih etti. Hızlı yerine yavaş ölümü seçti. Gerçi 250 milyar dolar sıcak paranın üzerinde, Gezi Parkı’ndaki gibi yel değirmenleriyle kavga eden Erdoğan’ın fazla seçeneği de yoktu. Faizi artırmasa, dövizi tutamayacaktı. Döviz çıkarsa Erdoğan için hızlı ölüm olacaktı. Merkez Bankası’nın faiz artırması Başbakan için iyi olmadı seçim öncesi... Ama hak etti de bu sonu. Çünkü Başbakan söylemde kızsa da, eylemde seviyor zaten faiz lobisini. Yoksa Babacan ve okul arkadaşı Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı 2011-2012’de tüm uyarıları kulak arkası edip, Türkiye’yi sıcak para cenneti yapmasına... 100 milyar dolar sıcak parayı çekmesine göz yummazdı sanırız Başbakan. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Mücahit Bilici – Taraf Dış Kürtlerle kardeşlik ihracatı

Kürt’e Kürt dememek için yıllarca direndik. Bu amaç uğruna ne mübarek kelimeler kirlettik: “Türk”, “insan”, “din kardeşi”, ve elbette “Müslüman kardeş.” Kürtler yüksek dozda verilen “insanlık” ve “kardeşlik” edebiyatından geçirdikleri havaleden daha yeni yeni çıkarken, bugün Türkiye’nin kardeşlik bütçesinde büyük bir açıkla karşı karşıya bulunuyoruz: İç Kürtlere karşı karşılıksız çek gibi boca ettiğimiz kardeşliği nedense dış Kürtlere ihraç etmiyoruz, edemiyoruz. Neden acaba? Bölgemizde Kürdistan enflasyonu yaşanırken, kardeşlik ihracatı yapamayışımızı samimiyet ekonomisinden anlayan vicdanlara havale edelim.

Zira samimi değiliz. İçimiz dışımıza çevrilse belki de şunu göreceğiz: Kardeşliğe uzanan dilimiz birden silah ve tehdide uzanan el oluyor. Kardeşlik ne garip şey, kardeş!

Yazının tamamını okumak için tıklayınız