Hürriyet’ten Taha Akyol ve Mehmet Yılmaz, Taraf’tan Taner Akçam, Sabah’tan Mehmet Barlas ve Hasan Celal Güzel, Zaman’dan Ali Bulaç, Radikal’den Cengiz Çandar, Özgür Mumcu ve Ezgi Başaran, Vatan’dan Ruşen Çakır, Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Star’dan Fehmi Koru, Milliyet’ten Mehmet Tezkan, Cumhuriyet’ten Emre Kongar ve Akşam’dan Cengiz Özdemir, gündem hakkında yazdı.
İşte köşe yazılarından bazı bölümler:
Taha Akyol – Hürriyet
Türkiye’de sandık kültürü, başka bir deyişle, “hür ve dürüst seçimler” yerleşmiştir. 1950’den bugüne seçimlerin dürüstlüğü konusunda hiçbir dönemde ciddi şüpheler olmamıştır. Demokrasimizin en sağlam tarafı, seçimlerin dürüstlüğünden kimsenin şüphe etmemesidir. Son zamanlarda bazı iddialar ileri sürülüyor: 600 bin seçmen kaydedilmemiş... Bilgisayar ortamına aktarılırken sahtecilik yapılabilirmiş, iktidar seçimlerde hile yapacakmış falan...
Bunlar son derece cüretkâr ve tehlikeli iddialardır. Seçimlerde hile şüphesi yaratılarak “halkın hakemliği” sabote edilirse, demokrasiye ve istikrara en büyük sabotaj yapılmış, ülke ateşe atılmış olur.
Türkiye’de, evvela Yüksek Seçim Kurulu, elindeki kanunları uygulamada her devirde güvenilir olmuştur. İkincisi, seçimler yargı denetiminde yapılır, üst yargı organları nezdinde itiraz yolları vardır. Üçüncüsü, her sandığın başında kamu görevlisinden başka partilerin temsilcileri bulunur; oylar gizli atılır, sayım açık yapılır, sonuçlar kamu görevlileri ve parti gözlemcileri tarafından ıslak imza ile tutanağa geçirilir...
Dijital ortama aktarma, eskiden hesap makinesiyle yapılan işlemin, şimdi bilgisayarla yapılmasından ibarettir. Oyların kullanılmasında, sayımında, tutanağa geçirilmesinde, toplanmasında bırakın hileyi, yanlıştık şüphesi olanların da itiraz edebilecekleri kanun yolları açıktır.
Türkiye’de darbeler devri kapanmıştır, demokrasi ve içbarış ancak sandığa güvensizlik yaratarak sabote edilebilir; herkes bundan titizlikle sakınmalıdır.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Mehmet Yılmaz - Hürriyet
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Mısır’daki darbenin arkasında İsrail’in bulunduğunu söyledi.
Bunun kanıtı olarak da iki yıl önce yapılmış herkese açık paneldeki bir konuşmayı “Elimizde belgesi var” diye öne sürüyor.
Ama “Darbenin arkasında İsrail var” demek için paneldeki konuşmalardan daha ciddi belgeler gerekli. Eğer olsaydı bunu çoktan açıklardı.
Onun için bu sözünü Ortadoğu’ya özgü “komplo merakı” ile açıklamak mümkün.
Ülkelerin iç dinamiklerini ihmal eden, hatta neredeyse yok sayan bir anlayış bu.
İsrail’de ve Amerika’da bir komuta merkezinde bazı düğmeler var, onlara birileri basınca, Ortadoğu’da birileri harekete geçiyor gibi bir durum.
Elbette bölge ülkelerinin her birinin içinde dışarıdan harekete geçirilebilecek unsurlar vardır ama Mısır’daki darbeyi getirip sadece buna bağlamak geleneksel komplo hastalığına tekabül eder.
İsrail’in Mısır’da darbe yapacak olanakları olsaydı, bu gücünü en başında Müslüman Kardeşler’in seçimi kazanmasını engellemekte kullanmaz mıydı?
Bu bölgede halklara yolunda gitmeyen her işten “dış güçlerin” sorumlu olduğu anlatıldı.
“Birinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerimiz yenildiği için yenik sayıldığımıza” yıllarca inandırılmadık mı?
Ulusalcısının da, İslamcısının da, sosyalistinin de ülkedeki kötü giden her şeyden Amerika’yı sorumlu tutmasında bir tuhaflık yok mu?
Ulusalcılar, AKP’nin bir Amerikan ürünü olduğunu düşünüyor, İslamcılar da AKP’ye muhalefet edenlerin Amerika’nın adamı olduğunu!
Uzun yıllar boyunca “dış güçlerin entrikaları” masallarıyla uyutulan toplumların sonunda bir düşük güven toplumu olması kaçınılmaz ve toplumsal paranoya büyüdükçe büyür.
Kahvehane sohbetinde Mısır’daki darbeyi dış güçlerin oyununa bağlamak bu nedenle ilgi çekici bir konuşma olur ama bunu her türlü bilgiye kolayca ulaşma olanağı olan bir başbakan söylerse durum vahim demektir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Taner Akçam - Taraf
1919-21 İttihatçı Yargılamaları ile Ergenekon- Balyoz davaları, Osmanlı-Türk toplumunun kendi geçmişi ile yüzleşmesine verilebilecek iki büyük örnektir.
Bu iki yüzleşme olayına daha yakından bakmak öğretici olacaktır.
Her iki yüzleşme de biraz dış konjonktür ürünü. Birincisinde 1919 Paris barış görüşmelerinden olumlu sonuç elde etmek isteği belirleyici oldu. İkincisinde ise sınırları soğuk savaş tarafından çizilen askerî vesayet rejimi ile global dünyada iyi bir yer elde edilemeyeceği bilinci...
Aslında her iki yüzleşmede de yeteri kadar derine gidilmedi. 1919’da, 1,5 milyona yakın insanın imha edilmesi ile ilgili, topu topu 200 kadar kişinin yargılanması ile yetinildi, çoğu zaten beraat etti. İngiliz gözlemci, “ne tuhaftır ki idam cezaları çoğunlukla kaçak olanlara verildi”, diye rapor yazdı. Üç çok küçük rütbeli görevlinin idam edilmesiyle yetinildi; bunun dışında davalardan ciddi bir sonuç elde edilmedi.
Ergenekon-Balyoz davalarında da öyle; gözler boşuna Çiller, Demirel, Evren ve Ağar’ı aradı. Devlet her ikisinde de sınırı kendisine zararın en az olacağı noktada kesmeye çok özen gösterdi. Ama her iki dönemde de bu kadarı bile çok geldi topluma.
Her iki davanın görülmesi, hiç görülmemesinden çok daha iyi oldu. 1919 duruşma tutanakları, hiç değilse Ermeni soykırımı gerçeğinin en önemli delilleri arasında yer aldı. Ergenekon tutanakları ise gelecek kuşaklar için muazzam bir tarihî belgedir. Şimdi kimse okumadı, ileride gençler, tarihçiler okurlar inşallah!
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Mehmet Barlas – Sabah
Amerika Birleşik Devletleri gibi çağın ötesine dönük projelerin mimarı olan, dünyanın en gelişmiş beyinlerine ve bilimsel kurumlarına sahip bir devletin, 2013 yılında hâlâ Soğuk Savaş'ın dünya düzenini dış politikasının ana çizgisi olarak sürdürmeye çalışması şaşırtıcıdır.
Soğuk Savaş'ın dünya düzeninde, süper devletler birbirlerinin egemenlik alanlarındaki ayıpları görmezden gelirdi.
Sovyetler Birliği Macaristan'da, Çekoslovakya'da, Polonya'da üstelik Kızıl Ordu'yu doğrudan kullanarak darbeler yapar, buna ABD ve müttefikleri seyirci kalırdı.
Aynı şekilde Ortadoğu da paylaşılmıştı. Mısır ve Suriye ve de Irak Sovyetler Birliği'nin etki alanında oldukları için, bu ülkelerin sorunları da sadece Sovyetler'i ilgilendirirdi. Şimdiki Esad'ın babası kendi vatandaşlarını katlettiği zaman bunu ABD'nin müttefiki Türkiye de sessizce izlerdi.
Soğuk Savaş acaba Berlin Duvarı'nın yıkıldığı veya Yeltsin'in Moskova'da tankın üzerine çıktığı gün kesin olarak sona erdi mi?
Ama El Kaide'nin New York ve Washington'u vurması ertesinde ABD'nin tek süper güç olarak Afganistan'ı ve Irak'ı işgalinin Moskova tarafından sessizce izlenmesi, "Post-Soğuk Savaş" döneminin gerçek olduğunu kanıtlıyordu.
Bugün artık Amerikan etki alanında bulunan Mısır'daki askeri darbenin hâlâ Soğuk Savaş yıllarında yaşanılıyormuşçasına ABD tarafından desteklenmesi, bu süper devletin beynine anakronizm virüsünün girdiğinin işareti olabilir mi?
Ortadoğu'daki her gelişmeyi İsrail'in çıkarları açısından görmek ve 85 milyon Mısırlının geleceğinin despotik bir askeri rejim tarafından ipotek altına alınmasını desteklemek, hastalıklı bir davranış değil mi?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Hasan Celal Güzel – Sabah
Nihayet beklenen gerçekleşti: Suriye'de eli kanlı zalim diktatör ve İslâm düşmanı köpekleri, kimyasal bir katliam yaptılar. Dün, sabahın erken saatlerinde, Şam'ın Doğu Guta banliyösüne düzenlenen roket saldırısında, en zehirli ve öldürücü kimyasal silâh olan 'Sarin gazı' kullanıldığı tespit edildi. Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Başkanı George Sabra, Esad'ın düzenlediği saldırıda, yarısından fazlası çocuk olan 1300 kişinin öldüğünü ve yaralı sayısının 3600 olduğunu belirtti.
Bu katliam karşısında Türkiye'nin sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir. Aslında Türkiye ve Başbakan Erdoğan, dünyanın her yerindeki zulme, haksızlığa ve insanlık dışı gelişmelere karşı tepki göstermiş; son olarak da Mısır'daki darbecilere karşı tavrını açıkça belirtmiştir. Bu politikayı sonuna kadar destekliyoruz.
Lâkin, Suriye meselesi, bütün bunlardan daha önemlidir ve doğrudan doğruya bizim millî güvenliğimizle ilgilidir. Bu mezalime, insanlığa karşı işlenen suça ve sınırımızın hemen ötesinde cereyan eden bu fâciaya aslâ seyirci kalamayız. Suriye'deki insanların, Müslümanların ve soydaşlarımızın vebali açıkça bizim boynumuzdadır. BM'nin ve Güvenlik Konseyi'nin riyakâr ve menfaate dayalı kararlarını bekleyerek vaktimizi harcayamayız.
Suriye'deki BAAS Yönetimi, açıkça Türkiye'nin millî güvenliğini tehlikeye sokmakta ve millî menfaatlerimizi zedelemektedir. Şöyle ki:
1. Esad ve diktası kendi halkına dahi bu zulmü ve vahşeti reva görürken, kimyasal saldırılarını Türkiye'ye de yönlendirebilecektir. Yani, Türkiye'nin ve Türk Milleti'nin millî güvenliği açık bir tehlikeye mâruzdur. 2. Suriye'de 3.5 milyon Türkmen soydaşımız ve ayrıca 20 milyon dindaşımız ve çeşitli gruplardan 25 milyon insan tehdit altındadır. 3. Son iki yılda 200 bine yakın Suriyeli alçakça şehit edilmiştir. 4. Türkiye'deki Suriyeli mülteci sayısı yarım milyona ulaşmıştır. 5. Suriye'de 'iç savaş' başlamış, rejim istikrarsızlaşmış ve bölünme tehlikesi belirmiştir. 6. Suriye'nin kuzeyindeki 900 bin civarındaki Kürtler üzerinde oyunlar oynanmaktadır. 7. Türkiye'nin Orta Doğu'daki gücü tartışılmaya başlanmıştır.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Ali Bulaç - Zaman
Mısır darbesi ve Suriye trajedisi gösterdi ki Suudilerin desteklediği Selefilere ve silahlı örgütlerine güvenilmez, onlar Suudi devletinin mezhebi ve ulusal çıkarlarına göre hareket ediyorlar. Bu çerçevede en mağdur olan Suriye ve Mısır İhvanı oldu ama en çok Suriye halkı. İhvan’ın da iki destekçisi kaldı; biri Türkiye diğeri giderek sahneden çekilen Katar. Yeni musibet Tunus’u da içine almak üzere. İran, Suriye ve Lübnan yardımlarından koparılan Hamas savunmasız ortada kaldı. Eğer Suudilerle arası iyi olmayan İran, Mısır darbesine karşı ise; Esed’in yanında durmasının yegane sebebi İsrail’in önce Lübnan’da, arkasından bölgede elinin güçlenmesi endişesi ise -ki öyle olması gerekir- ve Şiiliğe hayat hakkı tanımayan Selefilerden korku duyuyorsa, Mısır darbesinden sonra ortaya çıkan tabloda ABD, Suudiler, Selefiler ve İsrail bir safta; Türkiye, İran ve İhvan diğer safta bir araya gelmiş demektir.
Sıra Türkiye ve İran’a da gelecek; Müslümanlar Şii-Sünni, Türk-Kürt, Arap-Fars vs. diye birbirlerinin kanını vahşice dökmeye devam edecek. Türkiye hâlâ belirleyici rol oynayabilecek konumda. Bu konuda Sayın Abdullah Gül, R. Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç ve Numan Kurtulmuş’un bir araya gelerek diğer kıymetli siyasetçileri de motive edip durumu yeni baştan ele almaları; Kürt, Alevi ve gayrimüslimlerin hiçbir hak ve özgürlüğünü pazarlık konusu yapmadan hemen hayata geçirmeleri; içeride kimlerle -İslami gruplar, cemaatler, STK’lar- aralarına soğukluk girmişse onlarla kardeşlik hukuku tesis etmeleri; AK Parti’ye oy versin vermesin ulaşabildikleri herkesten gönül almaları; Türkiye üzerine “yeni bir şemsiye” açmaları gerekir. İçlerinin kan ağladığına inandığım bu dört kardeşe büyük sorumluluklar düşüyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Cengiz Çandar - Radikal
Son dönemde, siyasal iktidarın şimşeklerini çeken yazı insanlarının ‘susturma’ ve ‘sindirme’ yöntemleri arasına ‘ağır para cezaları’ talebiyle açılan (ve açılacak) davaları da eklemek gerekecek.
‘Linç kampanyaları’ndan ve ‘kişilik katli’nden fazlasıyla nasibimizi aldık. Buna paralel bir de ‘ağır para cezası tehdidi’ ile karşı karşıya bulunacağımız anlaşılıyor.
Sabah’ın bana açtığı 50 bin TL’lik tazminat davasını bu ‘yeni yöntem’e dair bir ‘işaret fişeği’ olması bakımından ilginç görüyorum. İşin en ilginç tarafı, davanın gerekçesi.
Sabah’ın sahibi olan holdingin başında Başbakan’ın damadı var. Gazetenin her türlü kararı, Başbakan’ın damadı tarafından alınıyor. Gazetenin yayın politikasının ne olduğunu sağır sultan bile biliyor. Buna rağmen ‘iktidar yanlılığı’ ya da ‘iktidarın kontrolünde’ olmak sözcükleri, Sabah için ‘hakaret’ telakki ediliyormuş. Buradan yola çıkarak, benden 50 bin TL tazminat talep ediyorlar.
İşin ‘karamizah’ faslı burada. Ama seçilen yöntem, pek ‘mizahi’ değil. Nitekim, Al-Monitor yetkilileri, böyle bir dava açıldığını öğrenince buna inanamadılar.
Bana gelince; bugünlerin Türkiye’sinde ‘iktidar yanlısı’ olmanın bir ‘tespit’ değil, iktidarı savunanlar tarafından bir ‘tahkir’ olarak addedilebileceğini ve bunun ‘diyeti’ olarak benden 50 bin TL isteneceğini, mümkün değil, aklıma getiremezdim.
Türkiye, giderek, hiçbir şeyin inanılmaz bulunacağı ya da şaşırtıcı olacağı halden çıkıyor.
Sabah’ın bana açtığı dava ile, sanırım, iktidarı eleştiren kimi basın mensuplarına bir ‘mesaj’ verilmek isteniyor. Şu: Ayağınızı denk alın. Aksi halde nefes aldırtmayız...
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Özgür Mumcu - Radikal
2009’da darbe yapılan Madagaskar’da Türkiye büyükelçiliği 2010’da darbe hükümeti sırasında faaliyete geçti. Dışişleri Bakanlığı açıklamasına göre “Ülkemiz (...) önemli bir ekonomik potansiyele sahip olan Madagaskar ile ilişkilerini geliştirmek arzusundadır.”
Fiji’de darbe 2006’da oldu. Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinden aktarıyorum: “Fiji ile siyasi ilişkilerimiz 2007 yılına kadar son derece sınırlı kalmıştır.” Site, 2007’den sonra sıkılaşan ilişkileri özenle anlatmakta.
Tayland’da darbe 2006’da oldu. Dışişleri Bakanlığı ilişkilerimiz hakkında ne demekte: “Türkiye ile Tayland arasında diplomatik ilişkilerin kuruluşunun 50. yıldönümü, 2008 yılında iki ülkede karşılıklı olarak düzenlenen bazı etkinliklerle kutlanmıştır.”
Honduras’la fazla bir ilişkimiz yok. 2009’da darbe yaşayan Honduras’la ilgili Dışişleri Bakanlığı’ndaki ilk bilgi ise şu: “İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2010 yılında 6.594.929 ABD Doları olarak gerçekleşmiştir.”
Moritanya’da darbe 2010’da oldu. İlk defa Türkiye büyükelçiliği ise 2011’de açıldı.
Mali ve Nijer darbeleri hakkında ise Türkiye’nin nasıl bir tepki verdiği bilinmiyor.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında tutuklama emri çıkardığı Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’e “Müslüman soykırım yapmaz” diye sahip çıkan iktidar, El Beşir’in 1986’da seçimle gelen hükümeti 1989’da darbeyle indiren bir albay olduğunu hatırlar mı?
Şimdi Erdoğan’ın Mısır hakkında yaptığı demokrasi açıklamalarına bakıp da “Mesele demokrasi değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?” dense yeri midir?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Ezgi Başaran – Radikal
Başbakan Erdoğan ‘Ben diktatör değilim, siz diktatör görmemişsiniz’ başlıklı serisine şöyle devam etti: “Diktatör olan yerde gazeteler, televizyonlar diktatör ifadesini kullanamaz, sallandırırlar.” Teknik olarak Başbakan haklı. Kendisi diktatör değil, çünkü diktatörlükten kasıt ya tek parti rejimi ya da askeri cunta rejimi. Böyle rejimlerde seçimler olsa dahi bir şey ifade etmez çünkü adil şartlara uymaz. Bizde durum ne? Seçim barajı var ve bu seçim sonucunun hakkaniyete uygunluğunu etkiliyor. Ama sonuç itibariyle iktidar seçimle değişebiliyor. Evet, bir kez daha söylersek, Başbakan haklı. İktidarın, çoğunluğun takdiriyle değişebildiği çok partili bir sistemin başı olarak Tayyip Erdoğan diktatör değildir. Ya nedir?
Doğrudur, bu başka bir şey. Mesela şöyle: Adalet Yürüyüşü için Antalya’dan yola çıkan 20 kişilik bir grup iki gece önce Gümüşsuyu’na varmıştı. 20 kişinin payına 1 otobüs çevik kuvvet düştü. ‘Dağılın’ uyarısı yapıldı. Grup ikaza uymak üzere hareketlenirken biber gazı sıkıldı. Bir polis uzaklaşan bir kadını takip etti, sırtına gaz sıktı, BDP vekili Ertuğrul Kürkçü hastaneye kalktı. Bu görüntüleri izlerken... Yahut komşudan muhbir yaratan iktidarın ilk kurbanı genç bir çifte tencere-tava çaldı diye hapis istemiyle dava açıldığını duyduğumda... Evet, burası diktatörlükle yönetilmiyor ve sağ olun, bizi ‘sallandırmıyorsunuz’. Ama biliyor musunuz, galiba bir o kaldı... Hapisten, dayaktan, gazdan, tehditten, hakaretten, baskıdan öte bir o kaldı... Evet, siz bir diktatör değilsiniz ama biz de özgürlük ve demokrasi içinde yaşamıyoruz. Kurguladığınız bu hayatta nefes alamıyoruz... Diyesim geldi, dedim.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Ruşen Çakır – Vatan
Dün öğleye doğru Galatasaray Lisesi önünde bir grup CHP’linin Mısır’la ilgili düzenledikleri eylemin sonuna yetiştim ve “Ne Sisi, ne Mursi, acil demokrasi” yazılı dövizler taşıdıklarını gördüm. İlk bakışta güzel bir slogan gibi gözüküyor, ama kesinlikle değil. Çünkü sandıktan çıkmış sivil bir siyasetçiyle (Mursi) tanklar sayesinde iktidara konmuş bir generali (Sisi) eşitlemek son derece yanlış. Bu tür bir yaklaşımla Mısır’a demokrasinin, hem de acil bir şekilde gelmesini beklemekse hiç gerçekçi değil.
“Ne Sisi, ne Mursi” sloganı çok kötü bir şekilde 28 Şubat sürecinde ÖDP başta olmak üzere bazı sosyalist sol yapıların “Ne şeriat ne darbe” sloganını çağrıştırıyor. Geçen sene 28 Şubat’ın yıldönümünde “Ne şeriat ne darbe” sloganının sola indirmiş olduğu darbeyi yazmıştım.
Ordaki “muhayyel tehlike” ve “darbe gerçeği” ikilemini Mısır örneğine de taşıyacak olursak şunları söyleyebiliriz:
Bir yanda Mursi ve onun içinden geldiği İhvan’a yönelik, demokrasi, temel hak ve özgürlükler temelinde eleştiriler var. Kendini solda tanımlayan birçok kişi Mursi’nin sandığı kullanarak Mısır’da katı bir şeriat düzeni kurmak istediğine inanıyor. Bu kaygılarında haklı olabilirler ama onların daha birinci yılında Mursi’nin asker tarafından indirilmesini hiçbir şekilde meşrulaştırmıyor. Hele darbecilerin Mursi ile çok sayıda İhvan üye ve yöneticisini tutuklaması, keskin nişancıların üç ayrı katliamda barışçı göstericileri öldürmesini hiç. Dolayısıyla Türkiye’de solun ciddi bir kısmının kafası karışık, İhvan’a yönelik antipatisi nedeniyle darbeyi ağız tadıyla, “ama”sız kınamada ciddi zorluk çekiyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Ali Bayramoğlu – Yeni Şafak
Bardak 'Haziran ayı' itibariyle taştı.
Başka bir ifadeyle Gezi olayları adım adım şekillenmekte olan bir 'siyasi durumu' açığa çıkardı.
2002 sonrası AK Parti'nin gücünü oluşturan üçlü ittifak dağılmıştır.
Bu üçlü doku, 1. (siyasi gücün özünü oluşturan) Milli Görüş kadroları ve İslami-muhafazakar çevrelerden, 2. (operasyonel kabiliyeti) yüksek Gülen cemaatinden ve 3. (AK Parti'ye söylem düzeyinde özgürlükçü meşruiyetini sağlayan) laik kesim kökenli demokrat-liberal çevrelerden oluşuyordu.
Bu üçlü bugün dağılmış ve aralarında çatışır duruma düşmüşlerdir.
(İstisnalar dışında) yeni dalgaya yakın duran demokrat-liberal çevreler ile AK Parti arasında yaşanan kırılma ortadadır. Bu kırılma bir gerginliğe doğru ilerlemekte ve AK Parti açısından daha şimdiden meşruiyet zorluklarını gündeme getirmektedir.
Cemaat ile AK Parti arasındaki kırılma ise hem bir iktidar mücadelesinin sonucudur, hem muhafazakar alan içindeki bir siyasi farklılaşmanın işaretidir. Gezi olayları, AK Parti'nin bu olaylardaki kırılganlığı, yaklaşan seçimler, cemaat oklarını üstü kapalı olarak AK Parti'ye çevirirken, AK Parti bu girişimi karşılıksız bırakmamıştır. Yapılan açıklamalar, yaşanan tartışmalar dikkate alınacak olursa, cemaat hükümet ilişkileri tümüyle kopmuş, cemaat açık bir siyasi aktör haline gelmiştir.
Evet, siyasi kartlar yeniden karılıyor...
Sonbahar öncesi durum bu.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Fehmi Koru – Star
“Beklemiyordum” diyen yalan söyler; “Darbenin arkasında İsrail var” sözleri ağzından çıkarken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da nereden nasıl tepkiler alacağını hesap etmediğini düşünmek saflık olur... Beklenen o sözlere tepkiler gelmesiydi ve geldi de..
İsrail’de kime “Mısır’da Mursi mi, Sisi mi?” veya “Mısır’da demokrasi mi, askerler mi?” diye sorsanız, pek az kişiden, sizin-benim derhal vereceğimiz cevabı alabilirsiniz...
General Sisi’yi veya herhangi bir generali Muhammed Mursi’ye veya Müslüman Kardeşler gibi bir partiye tercih ederler...
Dünyanın veya dünya sisteminin gerçekliğidir bu...
Evet, İslâm Dünyası’ndan bazı ülkelerin Batılı ülkelerle aynı tercihlerde bulunmaları, yalnızca o ülkelerin dünya sistemiyle entegrasyonuna işaret etmiyor; onların kendi rejimleriyle ilgili korkularının da tavır belirlemelerinde payı var...
Ülkemizin neden yalnızları oynadığını herhalde anladınız: Bugünün dünya sistemi, vermeye çalıştığı görüntünün aksine, adalet, eşitlik, hakkaniyet, katılımcılık gibi ilkeler üzerine oturmuyor; maalesef farklı değer ölçüleri egemen dünya sistemine...
Zordur böyle bir zeminde ilkeli dış politika izlemek; hele bir de kendi sisteminiz pek çok yönden dünya sistemine organik bağlarla bağlıysa... Türkiye üyesi olduğu uluslararası kurumlar yanında ekonomisiyle de dış etkilenmelere açık bir ülke...
Aslında bu durum da ülkemize, iyi değerlendirilip kullanılabilirse, çok özel (‘unique’) bir konum sağlıyor: Bir yandan yapılanın yanlışlığına söylem temelinde itiraz ederken, bir yandan da varolan bağlarını Mısır’da işlerin bir an önce normale dönmesi için kullanabilir Türkiye...
Şimdiye kadar yanlışlığa işaret ederek gelindi, bundan böyle vakit daha fazla diplomasiye ayrılmalı.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız....
Mehmet Tezkan - Milliyet
Bu aralar ne konuşuyoruz? Baş konumuz Mısır’ın yanında ne var.. Diktatörlük kavramı var..
Otoriterlik.. Demokrasinin ne olup ne olmadığı..
Daha doğrusu demokrasi sadece sandık değil diyenlerle demokrasi sandıktır iddiasında olanların hafiften atışması var..
Ben de demokrasinin sadece sandık olmadığını düşünenlerdenim.. Evet sandık çok şeydir ama her şey değildir..
Çünkü demokrasi değerler sistemidir.. Sandıktan çıkan o değerler sistemine el sürmeye başladığı an demokrasi bozulur..
Demokrasi, demokrasi olmaktan çıkar.. Çıktığı an sandığın da hükmü kalmaz.. Bu sebeple demokrasi sadece sandık değildir.. Çünkü bazen sandık demokrasinin celladı olabilir..
Batı demokrasilerinin farkı şu.. Değerler sistemi oturmuş.. Yargının pozisyonu belli, yasamanın yürütmenin.. Temel hak ve özgürlükler konusunda en küçük bir tartışma yok..
Sandıktan çıkan dört yıl, beş yıl boyunca ülkeyi yönetiyor..
Sadece yönetiyor..
Değiştirmeye, yeni adetler koymaya kalkışmıyor.. Toplumu ‘ahlaklı’ yapmaya kalkmıyor.. Yaşama biçimi önermiyor..
Mesela eğitimi baştan aşağı harmanlamıyor.. Mahalleye çeki düzen vermeye soyunmuyor..
Hal böyle olunca ne zırt pırt demokrasi tartışması yapılıyor, ne otoriterlik konuşuluyor, ne de diktatörlük..
Herkes biliyor ki; iktidara gelen ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar isterse istesin otoriter bir rejim kuramaz..
Diktatörlüğünü ilan edemez.. Sisteme parmak atamaz.. Atmayı bile düşünemez..
Bu sebeple kimse 5 yıl sonra, 10 yıl sonra, 20 yıl sonra ülke ne olacak diye kaygılanmaz..
Mevzu bile edilmez..
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Emre Kongar - Cumhuriyet
Cengiz Çandar dün, Başbakan’ın iddialarının gerçeklere uygun olmadığını belirtiyor ve şöyle diyordu:
“…Elbette, Başbakan’ın aklına ve ağzına geleni söyleme fütursuzluğunda, kendisini kim eleştirecekse, anında onun namına bir ‘linç kampanyası’ başlatacak medyada hatırı sayılır bir yandaş topluluğuna sahip olma rahatlığı da söz konusu.
Yazılı basının yanı sıra bir dizi, dizginlenemez bir iftira makinesi olarak çalışan internet siteleri, içinde her türlü farklı kökenden gelmekle birlikte ‘iktidara sadakat’ ve ‘iktidar paylaşımından yararlanma’ ortak paydasında buluşmuş kalem sahiplerine uzanan geniş bir yelpaze, ‘Başbakan tetikçileri’ne dönüşmüş halde.”
Bu saptamalara bir de “sosyal medyayı” ekleyin… Durumun vahameti ortaya çıkar!
Neden bu kadar kabalar, en ufak bir zekâ ve espri kırıntısından bile yoksunlar, niçin sadece küfür ediyorlar, linç kampanyaları düzenliyorlar?
Bulabildiğim muhtemel nedenler şunlar; hangisi daha geçerlidir veya daha baskındır bilemiyorum:
1) Birikimleri, eğitimleri, zekâları yetersiz…
2) Kişilikleri ve kafa yapıları dogmatik…
3) Çıkarları öyle gerektiriyor…
4) Özgür iradeleri yok, emirle, işaretle iş görüyorlar…
5) Saldırganlıkları ve küfürleri teşvik ediliyor…
6) Siyasetteki rol modelleri örnek oluyor…
7) Bürokrasinin ve yargının kendilerinden yana olduğunu düşünüyor, yasalardan korkmuyorlar…
8) Evrensel ahlak ve demokrasi ilkelerine değil, kendi gruplarının kin ve nefrete dayalı alt kültürlerine bağlılar…
9) Savundukları sözler ve düşünceler gerçeklere uygun değil ve kendileri de bunun farkındalar…
10) Haksızlıkları ve yanlışları savunduklarını bildiklerinden, önyargılara ve duygulara hitap ediyorlar!
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...
Cengiz Özdemir - Akşam
Türkler’in son dönemde Arapları tanıması, Batılı kaynaklardandır.
Aynı şekilde Araplar da Türkiye’yi Batılı kaynaklardan okumaya alıştırılmışlardır.
Ve biraz tarih bilen herkesçe aşikardır ki, Türkler ve Araplar’ın yakınlaşması, hiçbir zaman Batı’nın işine gelmez.
Batı, bu coğrafyadaki emellerine ulaşmak için, fitneyi körüklemek zorundadır.
O nedenle 20. yüzyıl boyu en çok kullanılan argümandır, Araplar’ın 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndaki safı.
Asıl ironik olan, son yüzyılda hep Batı’ya karşı savaşmış olmamızdır.
Arap çöllerinde de olsa, Antep’te, İzmir’de, İstanbul’da da olsa işgalci hep Batı’dır.
“Türklere kimyasal silah kullanılabilir, çünkü onlar insan değildir” diyen işgalci Batı masumlaştırılırken, Araplar düşman ilan edilir!
Ne zaman Türk ve Arap dünyasını yakınlaştıracak herhangi bir şey olsa, hemen düğmeye basılır.
Efendim Osmanlı bunların kahpeliği yüzünden yıkıldı da, hepsi Batı ile anlaşıp bizi şöyle sattı da böyle sattı da…
Araplar bizi sırtımızdan vurdu da…
Biz, binlerce yıldır var olan, büyük bir medeniyet, büyük bir milletiz.
Bizim motivasyonumuz intikam değildir.
Biz, insanlığın dramına seyirci kalmayı, zulme ortak olmak sayarız.
Filistin’de, Mısır’da, Suriye’de akan kana seyirci kalmak, dahası geçmişin rövanşı saymak, bizim vicdanımızın kaldıracağı bir davranış değildir.
Uluslararası ilişkilerde her zaman fikir aykırılıkları, anlaşmazlıklar, hatta çıkar çatışmaları olabilir.
Siyasi platformlarda stratejik ilişkiler yürütülebilir.
Ama insanın, insanlığın acıları söz konusu olduğunda çıkarlar da hesaplar da son bulur.
Ölen mazlumdur, öldüren zalim.
Ve biz her zaman mazlumun yanında oluruz.
Bugün olduğu gibi...
Yazının tamamını okumak için tıklayınız...