Hürriyet'ten Taha Akyol, Sedat Ergin; Milliyet'ten Aslı Aydıntaşbaş, Fuat Keyman; Vatan'dan Ruşen Çakır; Cumhuriyet'ten Utku Çakırözer; Zaman'dan Hüseyin Gülerce; Akşam'dan Turgay Güler; Türkiye'den İsmail Kaplan; Yeni Çağ'dan Arslan Bulut; Yeni Şafak'tan Yasin Doğan; Radikal'den Ezgi Başaran; Taraf'tan Erdal Güven, Lale Kemal, Sabah'tan Nazlı Ilıcak ve Star'dan Fehmi Koru gündem konuları hakkında yazdı.
İşte köşe yazılarından bazı bölümler:
Taha Akyol - Hürriyet
Uzun yıllarını Mısır’da geçiren ve Mısır’ı bütün AK Partililerden daha iyi bilen olan Prof. İhsanoğlu… Köşe yazarı veya seçmene seslenen politikacı değil, “Genel Sekreter”dir. Tüzüğün 17. maddesine göre Genel Sekreter, “Bakanlar Konseyi”nin bir organıdır...
Kaldı ki, İhsanoğlu darbeyi ve katliamı sert ifadelerle eleştirdi. Mursi lehine Kahire’deki yetkilillerle görüştü. Kendisiyle CNN Türk’te yaptığım mülakatta da darbeyi eleştirip, Mursi’yi savunmuştu. Elbette miting diliyle değil, diplomasinin ve temsil ettiği kurumun diliyle konuşmuştu.
Peki, öyleyse, İhsanoğlu protesto ederek istifa etseydi bari!.. Hayır, iyi ki bunu yapmadı, çünkü görevi yılbaşında zaten bitiyor, yerine Mısırlı biri gelecek!
İhsanoğlu da eleştirilir elbette... Amacım da zaten kişileri irdelemek değil, dış politikada heyecanların ne ölçüde “yarayışlı” ya da “rasyonel” olduğu konusuna dikkat çekmektir. Çağımızda ülkeler kendi politikalarını etkili kılmak için, başka ülkelerle ortak platformlar oluşturmaya, ortak söylemler geliştirmeye çalışıyor. Yakın zamana kadar biz de öyle yapıyorduk... Şimdi, “tek başına” yiğitçe mücadele ediyoruz... Bu mu iyi, bu mücadeleyi, uluslararası camiada ortak davranışlar geliştirebilecek bir diplomatik dille yapmak mı?..
Dış politikanın dili, asırların tecrübesiyle, “diplomasi dili”dir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Sedat Ergin - Hürriyet
Mısır’da gerçekleşen 3 Temmuz darbesinin Türkiye’de yarattığı en önemli sonuçlardan biri, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu müdahale karşısında sergilenen tavırsızlık nedeniyle neredeyse bütün dünyaya karşı giriştiği tek kişilik meydan okuma eylemidir.
Başbakan’ın, geçmişle kıyasladığımızda, Batı karşısında bugüne dek üslup olarak en sert, içerik olarak da en ağır ve en suçlayıcı çizgiye kaydığını belirtmeliyiz.
Erdoğan, darbenin hemen sonrasında Batı’yı eleştirirken “omurgasızlık”, “ilkesizlik” gibi kavramlara sıkça başvurmuştu. Oysa geldiği son noktada, Erdoğan’ın açıkça “onursuzluk”, “utanma” gibi insanlar arasında kullanıldığında genellikle çatışmaya, ilişkilerinde kopmaya yol açabilen, hassasiyet taşıyan kavramlar kullandığını görüyoruz.
Batılı liderlere “utanmamak” halini atfediyor Başbakan. “İnanın, hiçbirinin derdi yok” dediği kişiler ise son iki hafta içinde Mısır’daki durumla ilgili olarak konuştuğu ABD Başkanı Barack Obama, İngiltere Başbakanı David Cameron, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande gibi şahsiyetler olmalıdır herhalde. Keza Başbakan’ın 15 Ağustos… çıkışının da doğrudan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry “Mısır’da ordunun demokrasiyi yeniden inşa etmek için müdahale ettiği” yolundaki sözlerine açık bir yanıt olarak okunabilir.
Sonuçta Erdoğan’ın aslında iç politikada siyasi hasımlarına karşı kullandığı “Öfke de bir hitabet sanatıdır” şeklindeki bakışından da esinlenen çatışmacı tutumunu, artık başta Batı dünyası olmak üzere uluslararası camianın önde gelen aktörlerine karşı da seferber ettiğini söyleyebiliriz.
Erdoğan’ın “iç”e dönük dili artık “dış”a da seslenmektedir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Aslı Aydıntaşbaş - Milliyet
Ana muhalefet partisinin, komşu ülkelerle ilişkiler kurması, kendi coğrafyamıza sahip çıkması genelde son derece olumlu. CHP’liler, amaçlarının ”Ak Parti’yi şikayet etmek değil, Irak’la bozulan ilişkileri geliştirmek” olduğunu söylüyor. Bu da güzel bir formulasyon.
CHP, bir anlamda Ak Parti’nin artık terk ettiği komşularla sıfır sorun politikasını, kaldığı yerden devam ettiriyor...
Ancak tabii bu gezide CHP açısından aşırı dikkat edilmesi gereken 3 nokta var. Birincisi, bu kadar tantanayla çıkılan gezide program sağlam, dolu dolu olmalı. İkincisi, daha şimdiden hükümetten yükselen ”Şii ittifakına katıldınız” eleştirisine pabuç bırakmamak olmalı. İtham yakışıksız, ama maalesef siyasette etkili.
Gelelim CHP açısından dikkat edilmesi gereken üçüncü noktaya. Nuri el-Maliki, her şeye rağmen otoriter bir lider. Irak’taki mezhepsel kavgayı, Sünniler aleyhine derinleştirdi. Denge değil öç alma işine girişti. Onun döneminde terör de arttı, haksızlıklar da.
Kılıçdaroğlu, Maliki’ye Ak Parti’yi şikayet ediyor konumuna düşmemeli, Maliki’nin kendi pr’ını yapmasına izin vermemeli. Bu Türkiye’de hoş karşılanmaz.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Fuat Keyman - Milliyet
Türkiye, aktif dış politikasının en önemli coğrafyasında, Ortadoğu’da yalnızlaşıyor; gelişmelere müdahale edecek manevra alanını kaybediyor.
Bu görüntüsü yanlış değil. Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Arap baharında yalnızlaştığı ve manevra alanını kaybetmiş olduğu, yurtdışı ve yurtiçi tartışmalarda sıklıkla dillendiriliyor. Başbakan başdanışmanlarından İbrahim Kalın’dan bile, Türkiye’nin yalnızlaştığını, ama bu yalnızlığın, ahlaki düzeyde “değerli” olduğunu okuyoruz.
Benim görebildiğim kadarıyla, bu yalnızlık görüntüsünün altında, Başbakan’ın, darbenin esas ve açık destekçisi Suudi Arabistan’la giriştiği sert diplomasiye dayalı ciddi mücadele var.
Mısır darbesinin arkasındaki esas aktör Suudi Arabistan. Darbeye maddi ve siyasi en büyük destek bu körfez krallığından geliyor.
İran bile Mısır darbesinden rahatsız oldu. Suriye kriziyle çok sıkıntıya giren Türkiye-İran ilişkilerinde, Mısır darbesi sonrasında yakınlaşma başladı.
Başbakan Batı’ya kızıyor, ama Suudi Arabistan’la mücadele ediyor. Riskli bir strateji.
Bu strateji, Türkiye’yi yalnızlaştırabilir. Bu yalnızlaşma değerli de olmaz. Türkiye modelini bitirebilir.
Ama, Türkiye ve Başbakan kazanabilir de. Türkiye, Mısır’da darbe ve kıyımlar sürdükçe, manevra alanı kazanabilir, tekrardan önemli aktör konumuna gelebilir. Türkiye’ye, dünyadan, özellikle Batı’dan destek de artabilir. Başbakan’ın riskli stratejisinin başarılı olmasının çok önemli bir boyutu da, bu anlamda, Türkiye- AB ilişkilerini yeniden canlandırması ve bu yolla çözüm sürecine ve yeni anayasaya geri dönüş yapılması...
Cumhurbaşkanı Gül’ün başlattığı, bu bağlamdaki girişimler çok önemli.
Başbakan, acaba AB sürecine ve demokratik reforma geri dönecek mi? Göreceğiz.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ruşen Çakır - Vatan
Hemen başlıktaki sorunun cevabını verelim: Mısır’da İhvan’ı (Müslüman Kardeşler) tasfiye etmek kesinlikle mümkün değildir. 1928’de kurulan, o günden bu yana nice badireler atlatan, Arap dünyasının hemen her köşesinde kolları bulunan, siyasi olmaktan önce kültürel, toplumsal ve ekonomik alanlarda çok yaygın ve güçlü bir örgütlenmeye sahip olan İhvan’ı ortadan kaldırmanın imkansız olduğunu herhalde en iyi, Mısır’da yönetime el koyan askerler biliyordur. Ama tasfiyesinin imkansız olduğu gerçeği, darbecileri İhvan’a yönelik baskılardan alıkoymuyor.
Geçmişte Enver Sedat suikasti, turistlere ve Hıristiyanlara yönelik saldırılarda, günümüzde de Sina’da örneklerini gördüğümüz gibi Mısır radikal İslamcı örgütler için hep elverişli bir toprak olmuştur. Dolayısıyla darbecilerin baskıları, İhvan tabanının bu tür örgütlere yönelmesine veya yeni örgütlerin doğmasına yol açabilir.
Tabii ki bu noktada El Kaide’yi ayrıca değerlendirmek gerekir. Bilindiği gibi, Usame bin Ladin’in yerini alan Eymen el Zevahiri Mısırlı bir doktor ve bu uluslarötesi şebekede çok sayıda Mısırlı yer alıyor. El Kaide’nin Irak, Yemen ve Suriye’den sonra Mısır’da da bir cephe açması halinde hem bu ülkedeki, hem de genel olarak Ortadoğu’daki dengeler iyice allak bullak olacaktır. Sonuç olarak İhvan üzerindeki baskıları artırarak kendi meşruiyet alanını genişletmeye çalışan askeri rejimin Mısır’ı bilerek ya da bilmeyerek çok tehlikeli bir yere sürüklediğini söyleyebiliriz.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Utku Çakırözer - Cumhuriyet
Irak Başbakanı Nuri el Maliki, ısrarla davet ettiği CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Bağdat programına neredeyse tamamı ‘Şii’ partilerin temsilcilerinden oluşan bir görüşme programı hazırlamıştı. Oysaki CHP’nin dış politikada AKP hükümetine yönelik en büyük eleştirisi ‘mezhepçi dış politika’ yürütüldüğü iddiası.
İşte bu nedenledir ki, başta Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu olmak üzere CHP kurmayları Bağdat’a iner inmez programın ‘Şii’ ağırlıklı görüntüsünü dengeleme uğraşı içine girdi. Nitekim bu çabalarında başarılı da oldular.
CHP kurmayları Zebari randevusuyla Arap-Kürt dengesini kurmuş oldu. 4 günlük ziyaret sırasında Kerkük’te Türkmenlere yapılacak ziyaret ile bu etnik denge daha da sağlam bir hale gelecek.
Kılıçdaroğlu benzer bir dengenin ‘mezhep’ konusunda da kurulmasından yana. Bu nedenle ‘Irak protokolünün en üst düzeydeki sünni yetkilisi’ olan Irak Meclis Başkanı Usame el Nuceyfi’den de randevu istendi.
Kılıçdaroğlu Bağdat’ta ‘hükümet başkanı’ seviyesinde bir protokol ile ağırlanıyor. Kılıçdaroğlu ve heyetindeki parti yöneticileri Irak Devlet Konukevi’nde ağırlanırken heyetin geri kalan üyeleri de ‘Yeşil Bölge’ diye bilinen güvenli bölge içindeki Tulip el Raşit Oteli’nde misafir ediliyor. Kılıçdaroğlu ayrıca Irak’ın önde gelen araştırma kuruluşlarından birinde de konuşma yapacak.
Maliki yönetimi istemediği için ziyaret sırasında Kuzey Irak’a gidemeyecek olan CHP lideri, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne de ileride ayrı bir ziyaret gerçekleştirmeyi planlıyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Hüseyin Gülerce - Zaman
İhvan ile AK Parti arasında paralellikler kurup, laik-dindar kutuplaşması zemini arayanlar Mısır üzerinden yeni bir cephe açmaya çalışıyorlar. Başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun meydanlarında, Rabia Meydanı’ndaki demokrasiye sahip çıkma nöbeti devralınınca bundan rahatsız oldular.
Geçen hafta İstanbul Fatih Camii’nde Hizbu’t-Tahrir’ci bir avuç insan; “Kahrolsun Sisi, Kahrolsun demokrasi, geliyor hilafetin sesi” pankartı açtılar. Hizbu’t-Tahrir’ciler, “laik kesim”i tahrik ve provoke eden bu çıkışlarını her fırsatta yapıyorlar.
Mısır’daki darbenin, katliamların anlattığı acı gerçeklerden biri, İslam coğrafyasının hal-i pür melali, acziyeti, perişanlığıdır. Mısır’daki darbecilere arka çıkan Suudi Arabistan’dan, Birleşik Arap Emirliği’nden, Ürdün’den, Kuveyt’ten tutun, tıpkı ABD gibi, AB gibi katliam karşısında sessiz kalan ve bir sürü bahane bulan bir İslam İşbirliği Teşkilatı var. Böyle bir coğrafyada bırakınız halifeliği, kültürel, ekonomik ve siyasi işbirliği bile bugün hayaldir. Türk dünyasının her sahada karşılıklı güvene dayanan işbirliği, her alandaki dayanışması çok önemlidir. Evet, İslam coğrafyasının bir İslam dünyası olması, daha büyük bir işbirliği ve dayanışma çok önemlidir. Ama bu arzu, başkalarına bağımlı, muhtaç ve içeride bilim ve teknolojiden koparak geri kalmışlık ve tefrikalar varken mümkün olabilir mi? Önce, Müslümanlığı Müslüman gibi yaşamayı gaye edinseydik…
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Turgay Güler - Akşam
Maliki davet etti, Kılıçdaroğlu Irak’a gitti.
Dışişleri Bakanlığı “ciddi risk” uyarısında bulundu, dinletemedi.
“Benim adım Kemal, ben korkmam” dediğini duyar gibiyim.
Sanki Kılıçdaroğlu gelirken dostlarına eylülü ısıtacak ateş için odun getirecek. Umarım Çin gezisinde yaşanan akıbet zuhur etmez. Çin malı hediyelikler yüzünden uçakları kalkamamıştı.
Lakin ortada çok daha ciddi bir risk var. Kılıçdaroğlu’nun odun taşıdığı ateş hafazanallah ülkeyi yakar! Zira etraftan da bu ateşi yelletiyor.
Daha önce de Esed’e gitmişlerdi.
Hatırlayın İsrail’e de gitmiş, Erdoğan’ı şikayet edip dönmüşlerdi.
“Türkiye’yi Mısır’a çevirmek istiyorlar!” dendiğinde Kılıçdaroğlu “CHP buna izin vermez” diyerek güvence veriyordu.
Peki Maliki, Kılıçdaroğlu’na ne verebilir?
Tahmin etmek zor değil; İngilizler ve Amerikalılar Türkiye’nin Kuzey Irak ile ilişkilerinden rahatsız. Malum enerji meselesi.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
İsmail Kapan - Türkiye
Dünkü yazıda Cengiz Çandar’ın, “Türkiye’nin değerli yalnızlığı ya da etkisiz dış politikası” başlıklı makalesinden alıntılar yaparak kritik etmiş, ancak yer darlığı nedeniyle bahsi bitirememiştik. Çandar yazının sonunda şöyle diyor: “İktidarın beyin takımı, bu saçma sapan dış politikayı İngilizce yazdıkları ve dış dünyaya pazarladıkları metinlerde, ‘precious loneliness –değerli yalnızlık’ olarak sunuyorlar. Değerli yalnızlık diye dış politika olmaz. Olursa, Orta Doğu’da ‘Türk Modeli’ diye bir şey kalmaz, Türkiye bölgede etkisiz kalır.”
Cevap bekleyen soru şudur: Türkiye, Orta Doğu Bölgesi’nde nasıl bir politika izlerse, yalnız ya da etkisiz kalmamış olur? Yaklaşık üç senedir halkıyla kanlı bir savaşa tutuşmuş, insanlık dışı katliamlar yapan ve bu yüzden de dünyanın kahir ekseriyeti nezdinde meşruiyetini yitirmiş; Suriye’deki Baas rejiminin yanında durup onun suç ortağı olarak mı?
Sormak lazım: Orta Doğu’da kalıcı olan gayrı meşru Esad ve Sisi Yönetimleri mi, yoksa Suriye ve Mısır halkı mı? Filistin halkının haklı davası mı, İsrail’in sürdürülemez ırkçı politikası mı?
Unutmayalım, 2003 Mart’ında meşhur tezkere Meclis iradesine takıldığında, bazıları “Bundan böyle Ankara Washington’da muhatap bulamayacak, Beyaz Saray’ın telefonları sürekli meşgul çalacak…” diye telaşlanmıştı. Telaşa hiç gerek yok: Türkiye geleceğe yatırım yapıyor. Ne Esad, ne Sisi, önemli olan mazlumların sesi ve kimsesi olmak… Nokta!
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Arslan Bulut - Yeni Çağ
Tayyip Erdoğan, “Gezi olaylarında benim milletim iradesine sahip çıktı ve gereken dersi gerekenlere gerektiği şekilde verdi. Ama cam çerçeve indirerek değil, Molotofkokteyli kullanarak değil, sadece yasalar içerisinde, hukuk içerisinde meydanlarda ne söylenmesi gerekiyorsa bunu söyleyerek bu dersi verdi” dedi.
Gerçekten öyle mi? Eskişehir’de polisle birlikte bir genci, sopalarla döve döve öldürenler gibi mi?
Veya Antakya ve Ankara’da iki genci kurşunlayıp öldürenler gibi mi?
Veya İstanbul’da gaz bombası mermisi ile gençleri öldürenler gibi mi?
Gaz bombası mermisi ile gençleri kör edenler gibi mi?
Yüzüne biber gazı sıkarak bir gencin dilini kaybetmesine sebep olanlar gibi mi?
Yoksa, İstiklâl Caddesi’nde pala ile önüne gelene saldıranlar gibi mi? Yoksa, bütün yurtta kurulduğu anlaşılan illegal balyoz timleri gibi mi?
Yoksa, Tayyip Erdoğan’ın icat ettiği, yasada yeri olmayan tencere tava çalmak suçundan komşusu bir anne ile iki çocuğunu şikayet eden kişi gibi mi?
Erdoğan, tam bir hafta, “tencere tava çalanları şikâyet edin” diye bağırdı.
Sonunda 80 milyonluk ülkede bir kişi çıktı ve komşusundan şikâyetçi oldu.
Savcılık da tencere tava çalan anne ve iki çocuğu hakkında “kişilerin huzur ve sükûnunu bozmak” suçundan 3’er aydan birer yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı!
Bu mu Erdoğan’ın “benim” dediği millet?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Yasin Doğan - Yeni Şafak
Refah Partisi'nden hoşlanmayanların ileri sürdüğü iddialardan birisi, 'rejim ithal etme'ydi. RP'nin İran'dan veya Suudi Arabistan'dan rejim ithal edeceği, İslami devlet düzeni kuracağı, şeriatı getireceği gibi söylemler geliştirilirdi. O gün 'Mollalar İran'a' başlığı atan Kemalist gazeteler bugün İran'dan gelenleri ağırlama merkezi gibi çalışıyor, hükümetin aleyhine olan her türlü İranlının görüşünü baş köşeye taşıyor.
O gün RP'ye 'rejim ithal etme' yakıştırması yapanlar bugün AK Parti'ye 'rejim ihraç etme' suçlaması yapıyorlar.
Dışpolitikada sıfır sorun yaklaşımıyla geliştirilen açılımları eleştirenler bugün tam tersi şeyleri söylüyorlar. Türkiye'nin Rusya ile ilişkilerini derinleştirmesi sorun oldu, Ermenistan açılımı sorun oldu, Gürcistan'dan Yunanistan'a kadar komşularla yakınlaşma sorun oldu, İsrail'le işbirliği de sürtüşme de sorun oldu, Afrika ülkelerine yöneliş sorun oldu, Libya-Mısır'la iyi ilişki kurma çabası sorun oldu. Türkiye dünyanın hangi bölgesine uzansa, kiminle dostluk kurmaya çalışsa muhalefet bunu bir sorun olarak gördü. Türkiye'yi içe kapamaya çalışan anlayışın dış politikadan anladığı pasiflik, teslimiyet ve sıfır ilişkiydi. Erdoğan Kaddafi ile niye görüştü diyenler, sonra Erdoğan Kaddafi'ye niye rest çekti demeye başladılar. Oysa Türkiye dostluk elini uzatırken de iyi niyetli ve haklıydı, hakikati haykırdığı ve tepki gösterdiği zaman da haklı. Türk dışpolitikasını eleştirenler Türkiye'nin söylemlerinin haklılığına laf söyleyemiyorlar.
İktidarın dışpolitikasının nereden nereye geldiğini eleştirenler, muhaliflerin nereden nereye geldiğini iyi görmelidir. Türkiye romantik veya duygusal değil rasyonelliği ve reel politikayı gözardı etmeyen bir ahlakilik içinde hareket ediyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ezgi Başaran - Radikal
Ergenekon davasının faydası ve en azından bir bakımdan hedefe değdiğinin kanıtı olarak gösterilen bir fikir var: “Bu dava başladığından beri gazeteciler sokakta vurulmuyor, aydınlar, yazarlar, gazeteciler tehditler almıyor, linç edilmiyor.” Yabancı basına yaptığı siyasi açıklamalar nedeniyle ölüm tehdidi alan, gazete köşelerinden işitmediği laf kalmayan Orhan Pamuk da bu fikri benimseyenlerden: “Ergenekoncular ne yazık ki hapiste. Üzülüyoruz onlar için. Ama benim ve benim gibilere tehditler kesinlikle azaldı. Ergenekon davasından beri sokakta yazar, gazeteci öldürülmüyor. Mahkeme kapılarında kimseye saldırılmıyor. Zaten artık dava da yok çok şükür.”
Pamuk’un sözlerinin üstünden adım adım gidelim. Demiş ki: “Zaten artık dava da yok çok şükür.” Öyle mi acaba? Fazıl Say’a bir tweet’i nedeniyle dine hakaret davası açılmadı mı? Say ceza almadı mı? Aynı sebepten Sevan Nişanyan’a... Antalya Barosu’nda yaptığı bir konuşma sonrasında feminist avukat Canan Arın’a... Birtakım Ekşi Sözlük yazarlarına... Çatır çatır dava. Çünkü Orhan Pamuk’un çok çektiği 301. madde kılık değiştirdi, Türklüğe hakaret oldu sana dine hakaret. Yani şekli değişmiş olabilir ama dimdik ayakta.
Etliye sütlüye karışmayan, şahsi kurtarılmış bölgesinde tatlı tatlı yaşayan, maddi manevi tuzunu kurutmuş kimseler için tehditlerin, davaların, hakaretlerin, hedef göstermelerin sonu gelmiş olabilir ama bazıları için ise aynı dizinin sadece başka bir bölümünü izlemekteyiz. Çünkü sivillik, sivil toplumun güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının korunması sadece Kemalizmden kurtulmakla gelmiyor. Demokrasinin de sadece sandıkla tesis edilmesinin mümkün olmaması gibi. E, gelmeyen özgürlük ve olmayan demokrasiden de işte bu iklim doğuyor. Kalbimizde yaşıyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Erdal Güven - Taraf
Kalın’ın Erdoğan’a danışmanlık yaptığı dış politika, etik alandan ibaret değil. Kalın da gayet iyi bilir ki öyle olsa bizzat AKP, yalnız Ortadoğu’dakilere değil Sudan’ın Beşir’ine, Libya’nınKaddafi’sine, Türkmenistan’ın Türkmenbaşı’sına, Pakistan’ın Müşerref’ine, Azerbaycan’ınAliyev’ine ve başka başka despotlara da el uzatmazdı. Yıllarca ve yıllardır yapılan tam da bu.
Çünkü isteseniz de istemeseniz, içinize sinse de sinmese de dış politikanın bir de realpolitik alanı var. Kulağa hoş gelen ideallerin yerini acı gerçeklerin, moral değerlerin yerini basit çıkarların aldığı bir alan bu.
Dış politika oluşturma ve yürütme süreçlerinde etikle realpolitiki ince bir dengede tutamaz, birinde tutunamayınca öbürüne savrulursanız, işte o zaman istediğiniz kadar ‘stratejik derinlik’liklere yelken açın ‘taktik sığlık’larda alabora oluverirsiniz.
AKP hükümetinin güdümündeki Türk dış politikasının geldiği nokta maalesef bu. Mesele ‘değerli yalnızlık’ değil, tükenmişlik sendromu. Politika üretemeyince, üretseniz de yürütemeyince, yürütseniz de sonuç alamayınca... Ya komplolara sığınacaksınız ya da ‘değerli yalnızlık’ türünden hoş ama boş züğürt tesellilerine.
Erdoğan dün bu tükenmişlik sendromunun artık kronikleşmiş semptomlarından birini gösterdi. Mısır’daki darbenin arkasında İsrail’in bulunduğunu öne sürdü. Joker hakkını kullandı yani... İşin acı tarafı o ki, İsrail Erdoğan’ın suçlamasına Dışişleri Sözcüsü düzeyinde yanıt verdi, “Bu üzerine yorum yapmaya değmeyecek o açıklamalardan biri” diyerek... Bana da öyle geliyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Lale Kemal – Taraf
İktidarın, Suriye politikasını yeniden yazması ülke çıkarları için elzem. Zira, Türkiye’nin, diktatör Esad’ın gidiciliği üzerine kurduğu seçeneksiz Suriye politikasının sürdürülebilir olmadığı, ülke güvenliğine artan tehdit oluşturduğu ortada.
Ankara’nın, bir yandan çok başarılı bir hamleyle özerklik arayışındaki Suriyeli Kürtleri yanına çekerken diğer yandan aynı ülkenin diğer muhalif gruplarına sonsuz destek verip Esad rejimine süreklilik arzeden bir nefret söylemi ile yaklaşıyor olması akılcı bir politika değil.
Ankara’nın, topraklarını muhalif gruba silah sevkiyatı için kullandırması gibi açık desteği, Türkiye’yi Esad rejiminin açık hedefi hâline getirdi. Suriye çıkışlı bombalı saldırılar 50’den fazla Türk vatandaşının ölümüyle sonuçlandı, F-4 jetimiz düşürüldü, iki pilot öldü.
Suriye’den sonra Mısır’daki darbe olayında da yalnızlaşan Türkiye’nin başbakanı Erdoğan’ın, bir an gelip, “Yeter artık, Suriyeli muhaliflere desteği azaltıyorum, mültecilerin geri dönüşü için bir takvim hazırlıyorum” diyerek bu komşu ülkeyle ilgili önemli bir politika değişikliğine gitmesi olasılığı zayıf da olsa bulunuyor. Erdoğan, alenen söylemese de Esad ile el altından görüşmeler yapmaya bile yanaşabilir ülke çıkarları gerektirdiği için.
Suriye’den gerçek bir tehdit algılamasından ziyade müttefiklerin Türkiye’nin yanında olduğu mesajı ön plana çıkan NATO Patriot’larının, bir senelik görev süresini, bu yıl sonuna doğru Ankara uzatmazsa bu tasarruf da Suriye politikasındaki olası U dönüşünün habercisi olabilir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Nazlı Ilıcak - Sabah
Abdullah Gül'ün de son açıklamasında dikkatle altını çizdiği gibi, kalabalıklar meydandayken, hadiseler kontrolden çıkar ve istenmeyen gelişmeler doğar. Nitekim doğdu. Katliam gerçekleşti; kan aktı.
Türkiye, hissi değil, akıllı bir dış politika yürütmek istiyorsa, Müslüman Kardeşler'in de katılacağı bir seçim için her türlü gayreti sarf etmelidir.
Öte yandan unutmayalım ki, Mursi, kendisi gibi düşünmeyenlerin de desteğiyle cumhurbaşkanı seçilmişti.
Müslüman Kardeşler, Mısır'daki en büyük siyasi oluşum.
Fakat farklı kesimlerin desteğini sağlayamazsa, muhtemelen kendi bünyesinden bir cumhurbaşkanı çıkaramayabilir.
Türkiye örnek alınacaksa, Refah- Fazilet- AK Parti çizgisinin başarısının sandıkta gerçekleştiği unutulmamalı
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Fehmi Koru - Star
Bir insanı, hele bir de uluslararası kamuoyu tarafından tanınıyorsa, yalnızca tek bir sözü veya davranışıyla övmek kadar yermek de tehlikelidir. Öven ve yeren için... Översiniz, onu kötü biri olarak tanıyan, yerersiniz bu defa da onun hayrını gören sizin değer ölçünüzü sorgular...
Genel bir hüküm bu; ancak siyaseti bu hükmün dışında bırakmamız gerekiyor...
Siyasetin genel hükmün dışında bırakılmasının doğru olacağını düşündüren örnek olayla şu günlerde karşılaştık. Siyasiler, Mısır’la ilgili söylem ve tutumunu beğenmedikleri İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın başındaki Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun istifasını istediler.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız