Hidayet Şefkatli Tuksal, T24’e verdiği söyleşinin ilk bölümünde, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne verdiği “Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri” başlıklı tezinden yola çıkarak İslam’da kadına çizilen çerçeveyi anlattı. Âlimlerin, erkek menfaatlerini gözeterek yaptıkları İslami yorumların dini hükümlere dönüştürüldüğünü söyleyen Tuksal, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın alıntıladığı “Kadınlar, Allah’ın erkeklere emanetidir” sözüne bugünden bakarak şu kaydı düştü:
“Türkiye’de ne yazık ki şiddetle malul, hasta bir erkeklik söz konusu. (…) Günümüzde kadın kendi işini görüyor, kimseye emanet edilmesine gerek yok.”
Söyleşinin ikinci bölümünde güncele ilişkin sorular yönelttiğimiz Hidayet Şefkatli Tuksal, AKP’li kadınlardan feministlerin 28 Şubat’ına, Akit’in tacize tahriki kılıf ederken cinsel istismardan mahkûm olan yazarı Hüseyin Üzmez’i kollamasına kadar pek çok konuda eleştirilerini esirgemedi.
Tuksal, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu sürecinde çıkan ve aralarında Erdoğan’ın kendisi hakkında “Bu kendini ne zannediyor yaaa?” dediği kaydı da barındıran tapelerin gerçek olduğunu düşünüyor. Ama noktayı buraya koymuyor ve soruyor:
“Darbeye hevesli adamlar koymadı o para makinelerini elbet ama bu operasyonlar salt hukuk adına mı yapılmıştı, daha büyük bir operasyonun ayağı mıydı diye sorgulamaya da hakkımız olmalı, değil mi?”
Cemaat ve AKP'nin yanı sıra eski yazarı olduğu Star gazetesini de sorduğumuz, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Hidayet Şefkatli Tuksal’ın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
- İslami camia, sizce kadın meselesinde sınıfta kaldı mı?
O kadar ağır konuşmak istemiyorum ama başörtülü kadınlar söz konusu olduğunda sadece İslami camia değil, feminist kadın hareketi de sınıfta kaldı. Başbakan’a “Kadın erkek arasında eşitlik yok” dediği için kızan kadın hareketi, kadınlar arası eşitsizliklerden de o kadar rahatsız oldu mu acaba? Biz yıllarca okula gidemedik, işimizi yapamadık ve yaşadığımız sorunlar yıllarca “yok” sayıldı yahu! Bunu, bir grup feminist kadın dışında -ki bu arkadaşlarımı da şükranla, minnetle hatırlıyorum- sorun etti mi kadın hareketi? Sorun ettiyse ne yaptı? “Başörtüsü yasakları kalksın” diye hangi kampanyaları düzenledi, hangi eylemleri yaptı? Bu sözlerime çok kızıyor bazı arkadaşlar ama hafızamı kaybetmedim daha, geçmişi çok iyi hatırlıyorum.
- AKP’li kadınlar sizce Erdoğan’ın kadınlara ilişkin sözlerini nasıl dinliyor?
Bence masal dinler gibi dinliyorlar. Partinin üst kademesindeki kadınların çocuk sayılarına baksınlar. Erdoğan dedi diye üç beş çocuk doğuran kim var? Söylemler üzerinden baktığınızda kadınları geleneksel rollere yakıştırma durumu var, ama tekrar edeceğim, söylemle pratik arasında mesafe var. Örneğin “Annelik en önemli kariyerdir” diyen Sağlık Bakanı’nın iki kızı da hekim, yani sadece anne değiller. Bu sözleri AK Parti milletvekili olan bazı arkadaşlarımla konuştuğumda, olumlayarak şöyle cevap verdiler: “Meslek sahibi çalışan kadın, hatta milletvekili olsak da en önemli kariyerimiz, evet, annelik!” Pek çok çalışan kadının da annelik statüsüne toz kondurmadığını dikkate alırsak, bana şunu söylemek kalıyor: “Bu söylemlerin bizim gerçek hayatlarımızdaki karşılığını tartışmadığımız müddetçe, bu ezberi ve ailenin bütün yükünü taşımaya devam ederiz!”
- İktidar, taciz ve tecavüz vakalarında ortaya çıkan erkek dayanışmasına sizce ne kadar çomak sokuyor, ne kadar destek oluyor?
Kanunlarla, yönetmeliklerle mevcut erkek dayanışmasına engel olmaya çalışıyorlar ancak uygulamada sorunlar olduğunu kimse inkâr edemez.
- Habertürk’te, bir adli tıp profesörünün size erkekleri korumak için “tecavüz yok” raporları verdiğini anlattığını söylediniz. AKP sizce devlete sinmiş bu erkek dayanışmasına ne kadar karşı, ne kadar koruma eğiliminde?
Böyle bir soruya cevap verebilmem çok zor, çünkü çok hassas bir konu ve elimizde yeterince veri yok bu konuda.
- Akit, Özgecan’ın öldürüldüğü gün yaşanan iki cinsel suç vakasını Batılı hayat tarzına bağladı. Akit, “Batılı hayat tarzı” diyerek sizce kadının cehennemlik suçları arasında sayılan “baştan çıkarma”ya da işaret ediyor mu? Öyleyse, tahrik vurgularıyla tacize “İslami bir kılıf” da sunuyor mu?
Akitçiler de dahil olmak üzere hepimiz Batılılaştık. Ayrıca Akit gazetesi Hüseyin Üzmez gibi bir tacizciye yıllarca köşe yazdırdı. Onları hiçbir şekilde masum görmüyorum. Biliyoruz ki, “Batılı hayat tarzı”nın hiç uğramadığı düşünülen yerlerde de tacizler, tecavüzler oluyor.
- İslami camiadaki taciz ve tecavüz vakaları medyaya yansımıyor. Sizin duyumlarınız var mı, böyle vakalar konuşuluyor mu, nasıl bir mücadele veriliyor?
Tecavüz duyumu hiç almadım ama bu olmadığı anlamına gelmez. Belki bu camiada bu tür şeyler, kadının başına daha çok dert açacağı için dillendirilmiyor olabilir. Ancak taciz vakaları konuşuluyor ve polise gitmeye kadar varan farklı tavırlar alınabiliyor. Hüseyin Üzmez vakası ile ilgili olarak şunu eklemek isterim: Başkent Kadın Platformu’nu yeni kurduğumuz dönemlerde bir öğrencinin yardım istemesi üzerine Üzmez’in genç kızlarla ilişki kurduğunu ve onlara baskı yaparak bu ilişkileri sürdürdüğünü öğrendik. Tanıdığımız bazı hocaları ve dini gruplardan bazı isimleri çağırdık, ne yapılabilir diye müzakere ettik. Herhalde Üzmez’in şerrinden korktular, “Kesin delil getirin!” dediler. Ertesi gün Hüseyin Üzmez, bu toplantıyı duymuş ve başkanımızı yüzüne kezzap atmakla tehdit etmişti. Biz de destek bulamayınca ve tehdit edilince konuyu kapatmak zorunda kalmıştık.
- “Küçük yaşta bir kızla ilişkide dinen bir sorun yok” yorumu yapanlar var mı?
Eve ama karşı çıkanlar da var. Hz. Peygamber’in Hz. Ayşe’yle 13 yaşındayken evlendiği iddiası üzerinden temellendirilen çocuk yaşta evliliklerin cevazına, Hz. Ayşe’nin evlendiğinde en az 18, hatta 20 yaşında olabileceği şeklindeki argümantasyonlarla kaynaklara dayalı cevaplar üretildi. Dolayısıyla tek bir görüşten bahsetmek doğru olmaz.
- İlahiyatçı Prof. Beyza Bilgin başörtüsünün şart olmadığını söylerken kitabınızda çürütülen rivayetler arasında gözü görmeyenin yanında dahi örtünmek var. Bugün laik kesimin kadınları “mini etek”le tartışılırken İslami kesimden kadınların giyim kuşamını belirlemeye çalışan erkekler de var mı?
Var tabii, kanaat önderleri olarak sürekli televizyonlardan camilerden vaaz verenler, kadının nasıl giyinmesi gerektiğine dair de konuşuyor.
- İsim verebilir misiniz?
İsim vermeye gerek yok, çünkü bu konuda neredeyse konuşmayan yok! Kadınlarla ilgili en önemli dini konulardan biri de tesettür konusu olduğu için, sadece erkekler değil, kadın hocalar da bu konularda konuşurlar.
- Vuslat dergisi, geçen yıl çıkan bir sayısında “Hayrunnisa Gül tesettürün içini boşalttı, Emine Erdoğan’ın kıyafeti yozlaştı” içeriğiyle çıktı. İslami camiada lider eşlerinin giyimlerini mahkûm eden tartışmalar ne kadar yaygın?
Genelde kadın kıyafetlerinin yozlaştığına dair çok şeyler yazılıp çiziliyor, hele bu sene kadınların güneş gözlükleri pek çok hocanın derdi oldu, habire bu gözlükler için çatıp durdular kadınlara ancak açıkça lider eşlerinin eleştirildiğini ilk defa duyuyorum.
- “Makyaj yapan kadının kaportası bozuktur” diyen Erdoğan’ın…
Erdoğan, bunu eşi makyaj yapmaya başlamadan önce söylemiş olmalı. İlk kez, başörtülü bir lider eşi olarak sahnede Nermin Erbakan göründü. Sonra da AK Parti ekibi ortaya çıktı ama öncesinde kadınlar için hep mazbut kıyafetler geçerli oldu. Makyaj belki vardı ama belli belirsizdi. Çünkü tesettürün ruhuna aykırı görülürdü. Fakat AK Parti’nin siyasi sahneye çıkışıyla birlikte, başörtüsünün parti kapatma sebebi olabildiği bir dönemde gene sahneye siyasetçilerin başörtülü eşleri çıktı. Hatırlayalım, mesela Bülent Arınç eşiyle birlikte Cumhurbaşkanı’nı karşılamaya gittiğinde çarşaf çarşaf haber olmuştu gazetelerde. Her şeyleriyle mercek altındaydılar ve bu yüzden lider eşlerinin belli sınırlar içinde “prezantabl olma” zorunluluğu doğdu. Bu zorunluluk adeta televizyon makyajı gibi bir makyaja onları mecbur etti diye düşünüyorum. Zaten etraflarında bu konuda kendilerine akıl veren imaj danışmanı gibi tipler de vardı. Ve böylece kerhen de olsa, “Tesettürlü kadın makyaj yapmaz, tokalaşmaz, topuklu ayakkabı giymez” eşiği aşıldı. Bu tutum zamanla mecburiyetten benimsemeye dönüşmüş olabilir. Ama onlarla birlikte tüm camia rahatladı. Ve sanıyorum Erdoğan, artık makyaj üzerinden öyle bir laf etmez.
- Sizce bunda, Erdoğan ailesinin tüketim kültürü ve parayla değişen ilişkisinin etkisi de oldu mu?
Evet, tabii ki olmuştur. Özellikle parayla ilgili konularda Erdoğan’ın son derece geniş fetvalar aldığını düşünüyorum. Dini anlayışı, kapitalizmin vazgeçilmezliğine doğru genişlettikçe genişletiyorlar. Erdoğan’ın ağzından “Paranın dini, imanı yoktur” lafı çıktı. Şu an Erdoğan’ı destekleyen, zengin bir Müslüman sınıf yaratılmaya çalışılıyor. Devlet eliyle bir müteahhitler kesimi semirtildi. Bu “devlet eliyle yaratılan zenginler” konusu, cumhuriyet kurulduğu günden bu yana uygulanan bir politika ve biz bunun zararlarını millet olarak yaşadık zaten. Bu devletin kaynaklarında, her birimizin hakkı, hissesi var. Vatandaş olarak her birimizin ortak iyiliği yerine, bir kesimin çıkarlarını öncelediğinde ve kaynakları oraya transfer ettiğinde, bence topluma karşı bir suç işlemiş oluyorsun.
- Erdoğan’ın aldığını söylediğiniz fetvaların içeriğine dair tahminleriniz var mı?
Evet, şöyle bir tahminim var: “Bu ülkede 80 yıldır devlet eliyle zenginleştirilmiş, güçlendirilmiş, kurumsallaşmış seküler baskı grupları karşısında ezilmemek, var olabilmek için ‘Düşmanın silahıyla silahlanacaksın!’” Mesela biri bu olabilir fetvaların.
Türkiye’de herkes demokratik, eşit yurttaşlıktan, AB kriterlerinden söz ediyor referans olarak ama iş güçlenme stratejilerine geldiğinde, çok keskin tutum alışlar, kümelenmeler, kutuplaşmalar var. Yani bugünlerde çok konuştuğumuz “kutuplaşma”, AK Parti ile başlamış bir şey değil, her zaman, çok katı bir biçimde vardı. Böyle bir ortamda var olmaya çalışan AK Parti kurulduğu günden bu yana, bir gün bile kendisini güvende hissetmedi bence. Bu yüzden, hem sistem içinde bütün olanakları kullanarak, hem de ihtiyaç duyduğunda sistem dışına çıkarak güçlenmeye çalıştı. Ancak bu sistem dışına çıkmaları, yasalar suç olarak tanımlasa da, ona oy verenler bir “zorunluluk” olarak algıladı ki, oy vermeye devam ettiler. Ayrıca bu gün başkanlık sistemi arayışının temelinde de bence bu “güvende hissetmeme” olgusunun payı büyük.
- 17-25 Aralık tapelerini dinlediğinizde ne düşündünüz?
Maalesef tapelerde duyduklarımın doğru olduğunu düşündüm.
- Sizce 17-25 Aralık “darbe girişimi” mi, “yüzde yüz yolsuzluk operasyonu” mu?
Yolsuzluk operasyonu yoluyla hükümeti devirme girişimi olarak okuyorum o süreci. Cemaatin yönetici kadrolarının pür demokrat bir grup olduğunu düşünmüyorum. Bütün dünyada bağlantıları ve kendilerine özgü politikaları var. Duruma göre demokrat bir duruş gösterebilirler ama yine duruma göre gazetelerinde bir diktatörün doğum günü vesilesiyle yarım sayfa kutlama/yağlama haberleri de yapabilirler, ki yaptılar bunu. Yani ilkeye değil, politik vizyon ve menfaatlerine göre hareket ediyorlar. Erdoğan’a ithaf ettikleri güç zehirlenmesini, cemaatin yönetici kadrosunun da yaşadığını gördük. Bu yüzden, 17-25 Aralık’ta olanların “Türkiye’de adalet yerini bulsun, herkes haberdar olsun” gibi bir gayeden çok, hükümeti yıpratma ya da yıkma gayesiyle yapıldığını düşünüyorum.
- Devletteki cemaat kadrolarının hükümeti hedef almış olabileceği yolundaki sorgulamanızı anlıyoruz. Murat Belge'nin de dile getirdiği "darbeye hevesli birtakım adamlar yatak odalarına para sayma makineleri, ayakkabı kutularına para mı koydular" sorgulamasına ne dersiniz?
Bu sorgulama bir yanıyla haklı, ama eksik bence. Darbeye hevesli adamlar koymadı o para makinelerini elbet ama bu operasyonlar salt hukuk adına mı yapılmıştı, daha büyük bir operasyonun ayağı mıydı diye sorgulamaya da hakkımız olmalı, değil mi?
- AKP ve Erdoğan dört eski bakana Yüce Divan yolunu kapatarak, 17-25 Aralık dosyalarını mahkemelere bile taşımadan savcılıklarda kapatarak sizce ne yapmış oldu? Bu isimleri bakanlıktan istifa etmeye mecbur bırakan, sizce neden yargılanmalarını da sağlamadı?
Cevabının çok açık olduğunu hepimiz biliyoruz. Bakanlar Yüce Divan’da aklanabilecek olsaydı bu yol kapatılmazdı.
- Cemaate yakın isimler, 17-25 Aralık operasyonlarıyla cemaat bağlantısının kanıtlanamadığını söylüyor. Siz bağlantıyı nasıl somutlaştırıyorsunuz? Sizce operasyonun talimatı Fethullah Gülen tarafından mı verildi?
Onu bilemem. Ama dershane krizi ile başlayan ve 17-25 Aralık operasyonlarıyla devam eden süreçte cemaat medyasını takip eden herkes, cemaatin bu konuda “tam bir taraf” olarak davrandığını gördü, izledi. Bunların yanı sıra cemaatin üst düzey isimlerinden bazıları da pek çok şey anlattı. Cemaate ait tapeler de çıktı ortaya. Mesela Hüseyin Gülerce’nin anlattıkları bence hiç de yabana atılacak şeyler değildi.
- Siz Gülerce’nin söylediklerine itibar ediyor musunuz?
Evet, ediyorum.
- Gülerce’ye inanmayan ve cemaatin yolsuzluk operasyonunu yapmadığını düşünen cemaat üyeleri de var. Sizce bu kişiler “kandırılmış" mı?
Şakirt düzeyinde olan birçok kişi, yaşananları herhangi bir insan gibi izliyor ve çoğu, cemaate haksızlık yapıldığını düşünüyorlar. Çünkü bu insanların kendileri son derece samimi ve fedakâr bir şekilde, sadece “hizmet” işleriyle meşgul oluyorlar. Böyle bir sürü arkadaşım, yakınım var. Bu insanların üstlerde ne olup bittiğinden haberi yok bile. Büyük bir sevgi ve sadakatle, cemaatin hiçbir yanlış iş yapmadığını düşünüyorlar. Ama kandırıldıklarını düşünenler de var.
- Sizce Gülen cemaatinin bugün terör örgütü olmakla suçlanması absürt mü, hak mı?
Hukuki çerçevesini bilemem, ancak ben “terör örgütü” suçlamasını çok ağır bir suçlama olarak görüyorum.
- Sizce hükümetin, cemaatle ilişkisindeki hataları ne oldu?
Başta da söyledim, AK Parti aldığı büyük oya rağmen, karşı kutupların sistem içindeki güçlü yapısı ve ittifakları sebebiyle hiçbir zaman kendisini güvende görmedi, bu yüzden dindarlık ortak paydasında buluşan gruplarla, bu arada cemaatle de işbirliği yapma yoluna gitti. Bu gruplar aslında “lider” odaklı gruplar olduğu için, hepsinde esas aidiyet ve bağlılık lidere ve grubadır, ancak bunun Gülen cemaatinde daha da güçlü bir olgu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu tür dini liderlere, kapalı kapılar arkasında konuşulan ve ancak söylenti şeklinde yayılan kimi mistik, tarihi makamlar, roller de atfedilerek, liderin dini konumu çok üst bir düzeye taşınır ve kararlarına aynı oranda meşruiyet ve yaptırım gücü kazandırılır.
Bence AK Parti yöneticileri, 28 Şubat döneminde Refah Partisi’ne karşı tavır alan cemaatin bu öz sadakatinin farkındaydılar ancak yine de kendilerine karşı “din kardeşliği hukukuna” sığmayan bir yapılanma ve tutum içine girebileceklerini hiçbir zaman beklemediler. Bu yüzden en kritik bürokratik mevkilere bile getirilmelerinde bir sakınca görmediler. Bürokraside, üniversitelerde, pek çok kurumda böyle böyle pek çok cemaat adacığı oluştu. Zaman içinde bu adacıkların genişleyip diğerlerini yuttuğunu ve kendilerinden olmayan kimseyi bu alanlara almadıklarını şikâyetler yoluyla duymaya başladık. Ancak o zamanlar kimse cemaat aleyhine açıkça konuşmaya cesaret edemiyordu. İlginç bir korku duvarı vardı. Hatta bir televizyon programı arasında bu konuyu açtığım ünlü bir gazete yöneticisi, kendisinin cemaat hakkında asla konuşmadığını bir itiraf olarak söylemişti. Bir tek Yeni Şafak’ta yanlış hatırlamıyorsam Ali Murat Güven’in bu yapılanmalara karşı bir yazısını okumuştum.
Özetle, AK Parti, cemaatin öz sadakate dayalı işleyişini ve sadece Türkiye’yi değil, bütün dünyayı menzili içinde tutan bir vizyonla, pek çok ülke, grup, kişi ve kurumla ilişkilenerek, adeta bir satranç tahtasında oynar gibi, tamamen kendi misyonunu ve menfaatlerini merkeze alan “oyun kurucu”luğunu layıkıyla değerlendirememiş olduğunu söylemek istiyorum.
- 2013’te yaptığımız söyleşide “Cemaat maceracılığın, denenmemiş yöntemlerin denenmesinin akılcı olmadığını söyler” dediniz. Sizce cemaatin gözünden cemaat, bugün akıl dışı mı davranıyor; bu cemaatin sizce ilk ve son macerası mı?
Şöyle değerlendireyim: Sonucun böyle olacağını kestirebilseydi, cemaat bu işe asla girişmezdi.
- 17-25 Aralık’ta asıl yarayı sizce kim aldı?
Herkes yara aldı. Bundan yarasız çıkan kimse olduğunu düşünmüyorum. İlk zamanlarda bunun seçim sonuçlarına da yansıyacağını düşünüyordum ama AK Parti yöneticileri, yolsuzlukları seçmenlerin gözünde etkisizleştirmeyi başardılar. Bunda seçmenin “iktidara gelen herkesin bir şekilde yolsuzluk yapacağı” yolundaki siyasi tecrübesinin de rolü var.
- İlgili parayla TÜRGEV aracılığıyla, Gülen cemaatine rakip bir eğitim örgütlenmesi oluşturulacağı da iddia ediliyor, sizce bu iddia ne kadar gerçeğe tekabül ediyor?
Doğru olabilir. “O para asla Erdoğan’ın cebine gitmemiştir” diyenler çok. Ancak ne olursa olsun, bir başbakanın hukuk dışı yollarla iş yapma yetkisi yok. Ne yapacaksan, hukuka uygun davranarak yapacaksın.
- Erdoğan’ın akıbeti sizce ne olacak?
Ben Erdoğan’ın hikâyesinin sonuna geldiğini düşünmüyorum. Artılarıyla eksileriyle bizzat kendi profili üzerinden kitlelerle bağ kurabilen bir lider. Ömrü vefa ederse, 2023’e kadar siyaset sahnesinde olabilir.
- Başkanlık sistemi dönüşümü sağlanamazsa Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı'ndan devlete ve AKP'ye hakim olmayı sürdürebilir mi; yoksa bir noktada Cumhurbaşkanlığı'nı bırakıp AKP'nin başına dönmek zorunda hissedebilir mi?
Bu saatten sonra artık cumhurbaşkanlığını bırakacağını zannetmiyorum.
- Siz, Davutoğlu’nun, Abdullah Gül’e milletvekili adaylığı teklif etmemesini, bu konuda insiyatifsiz kalmasını nasıl değerlendirdiniz?
Kim teklif edeceğini düşündü ki? Ben, Gül’ün bu kadar acemice davranmasını beklemiyordum. Madem partiye geri dönmeyi düşünüyordu, bunun yolu belli değil mi? Erdoğan’ın rızası olmadan partiye girebileceğini mi düşünüyordu? Bence AK Parti’ye dönmek istemesi de yanlıştı ama hadi dönmek istedi, bu böyle emrivakiyle olabilir mi? Kurucu liderlerden biri olarak geçmişteki ağırlığına binaen böyle bir hakkı olduğunu düşünmüş olabilir ancak köprülerin altından çok sular aktı, bunu iyi değerlendirememesi şaşırttı beni doğrusu.
- Erdoğan'ın, Cumhurbaşkanlığı devir-teslim töreni esnasında AKP kongresini toplayıp Gül'ü tasfiye etmesi "Gül korkusu"na dayanıyor olabilir mi, yoksa bu, Gül’ün eleştirdiğiniz tavrına Erdoğan’ın bir cevabı mı sizce?
İkisi de olabilir.
- Bugün AKP’den sonra Erdoğan’dan sonra gelen ikinci kişi sizce kim?
Bugünkü şartlarda Ahmet Davutoğlu gibi görünüyor.
- 17-25 Aralık sürecinde size dair de bir tape çıktı. Erdoğan’ın Mustafa Karaalioğlu’na “Hak sillesi” yazınız nedeniyle kızdığı görüşmenin yayımlanması ardından Serbestiyet’te, Star’dan Erdoğan nedeniyle değil, kendi iradenizle çıktığınızı söylediniz. Ve ayrılırken Karaalioğlu’nu “Kararımdan vazgeçersem yine Star’a dönerim” diyerek ikna ettiğinizi belirttiniz. Bugün geri dönmek isteseniz Star sizi alır mı?
Bilmiyorum belki alır, ama ben o defteri kapattım.
- Veda yazınızda patron tarafından işten çıkarmanın, başbakanın sözüyle işten çıkarılmak kadar gürültü koparmadığını eleştiriyorsunuz. Farklı terazilerde değerlendirilmesi gereken iki ayrı durum olduğunu düşünsek de, yazınızda Erdoğan’a dair ciddi bir eleştiri getirmediniz, neden?
“Hak sillesiyle uyarıyorum” yazısını niye yazdım? O zaman birileri harcanmaya başlanmıştı. Kısaca hatırlatayım, şöyle yazmıştım: “Başbakan’ın son çıkışlarına liberal ve demokrat yazarlardan gelen eleştiriler, hak etmedikleri bir karşılık alıyorlar ne yazık ki. Ben yaşama biçimi itibarıyla dindar/muhafazakâr olan ancak bu ülkede toplumsal barışın muhafazakârlık ekseni üzerine kurulamayacağına inanan başörtülü bir kadın olarak, liberal ve demokratlara yönelik haksız eleştirilerden son derece rahatsız olduğumu belirtmek istiyorum.”
Ben Erdoğan’ı her zaman eleştirdim, bundan hiç çekinmedim. Ancak o tape çıktığında herkes o kadar Mustafa Karaalioğlu’na yüklendi ki, ben tapeyi unutup, Karaalioğlu’nu savunmaya hasrettim enerjimi. Çünkü tapede Erdoğan’a sürekli “Haklısınız efendim, bir hata olmuş efendim” gibi sözlerle karşılık vermiş olsa da, bana bu konuda tek bir laf etmemişti.
- Star’ın o dönem yazı işleri müdürü olan Doğan Ertuğrul, Gül’ün cumhurbaşkanı olduğu 2011’de gazeteye verdiği söyleşinin sansürlendiğini söyledi. Sizce Karaalioğlu ne kadar savunulacak bir yöneticilik yaptı?
Ben sadece dışarıdan haftada iki gün yazı yazan bir insandım. Hiçbir yazım sansürlenmedi, iletişimde olduğum hiç kimseden de o dönem böyle bir şikâyet duymamıştım. Dolayısıyla bu tür şeyler olduysa da haberim olmadı. Karaalioğlu’nun yöneticiliğini başka açılardan değerlendirebilecek durumda değilim, çünkü hiç yakın çalışmadım, gazetenin mutfağında olmadım.