Akşam yazarı Etyen Mahçupyan, “Seçimlerde alınan sonuçla hükümetin hukuk mekanizmasını değiştirip dönüştürme iradesine onay verilmiş oldu. İktidar bu süreçte ayrı ve yeni adaletsizliklere de yol açabilir… Seçim sonuçları iktidarın hukuk alanında ne yaparsa kabul edileceğine işaret değil. Ama bu sonuçlar toplumun geniş çoğunluğunun kabul edebileceği ilkesel sınırlar içinde kaldığı ya da bunun dışına çıkışları halka anlatabildiği takdirde, hükümetin hukuk sistemine müdahale etmesine toplumun itiraz etmeyeceğini söylüyor. İşin ironik kısmı da şu: Eğer 17 Aralık olmasaydı belki de iktidarın böyle bir gücü olamayacaktı” dedi.
Mahçupyan’ın “İkilemler 5: Sandık ve hukuk” başlığıyla yayımlanan (30 Ekim 2014) yazısı şöyle:
Liberal demokrasilerin birbirini tamamlayan iki temel direği var. Biri özgür seçimlerin yapılması ve buna bağlı olarak herkesin parti kurma ve bir siyasi harekete katılma özgürlüğü. İkincisi ise bu seçimlerin doğru yapılmasını, siyasetin kurallara uygun işlemesini ve azınlıkta kalan fikirlerin korunmasını sağlayan hukuk… Dolayısıyla ‘sandık’ ile hukukun birbirini tamamlayan unsurlar olması beklenir. Hukuk olmazsa seçimler meşru olmaz. Seçimler olmazsa hukuk meşru olmaz. Çünkü her iki durumda da ortaya bir yozlaşma çıkar, gücün belirli ellerde tahakkümü söz konusu olur.
Ne var ki Türkiye’de durum değişik… 17 Aralık yolsuzluk soruşturmaları ortaya çıkınca hükümet bunları hukuka teslim etmek istemedi. Derdini topluma anlatabileceğini düşünerek seçime yöneldi ve sandık sayesinde hukukun alanını daraltmaya çalıştı. Buna karşılık AKP karşıtları da hukuksuzluğun sandıkta aklanamayacağını vurguladılar. Seçim öncesinde mesele basitti. Görünüşe göre hukuktan kaçan bir hükümet vardı ve demokrasinin kuralı gereğince hukukun tamamlayıcısı olan seçimlerde hak ettiği cevabı alacaktı. Nitekim demokrasiyi normatif bir prototip olarak algılamaya çok yatkın olan Batılı gözlemcilerin çoğu, bu beklentiden hareketle kendilerine telkin edilen seçim sonuçlarına inandılar. Buna göre AKP oyu yüzde otuzlara doğru inecekti… Ama öyle olmadı. İktidarın aldığı yüzde 45, gerçekliğin pek de basit olmadığını ve karşımızda bir ikilem olduğunu bizlere hatırlattı.
Söz konusu ikilemi açıklamanın basit yolu Türkiye’nin bir liberal demokrasi olmadığı, bu nedenle de hukuk ile seçimlerin aynı yönde birbirini tamamlayıcı işlev görmediğidir. Erdoğan’ın otoriterleştiği, bir diktatöre dönüştüğü tezleri bu yargıyı destekliyor. Ama bu koşul yeterli değil. Halkın da ya diktatörlükten hoşlanması ya da diktatörlük ile demokrasiyi ayırt edemeyecek kadar cahil olması gerekiyor. Bu yaklaşımın ise iki handikabı var: Eğer halk böyle ise muhalefetin dükkanı kapatıp evine dönmesi lazım. Öte yandan saha çalışmaları böyle bir veriyi değil, aksini doğruluyor. Kısacası Türkiye’de giderek demokratik normları yükselen, evrensel hak ve özgürlükleri talep eden ve kandırılması zorlaşan bir toplum var.
Yani karşımızda hükümetin hukuktan kaçtığını bilmesine rağmen seçimde hükümeti destekleyen bir geniş kitle mevcut. Bu durumda ikilemin iki nedeni olabilir: Ya halkın geniş kesimi AKP’nin yolsuzluklarını sıradan ve kabul edilebilir buluyordur ya da bu insanların hukuka güvenleri yoktur ve hukukun başka bir işlevi olduğuna inanmaktadırlar. Birinci şıkkın geçerli olmadığını yine saha çalışmalarından biliyoruz. Toplumun yüzde yetmişi hükümetin bazı üyelerinin yolsuzluk yaptığına inanıyor. Bunun anlamı seçimde AKP’ye oy verenlerin de yüzde ellisinin aynı kanaatte olduğudur.
Böylece ikinci şıkka geliyoruz… Durumun bize bir ikilem olarak gözükmesinin nedeni hukukun adil olduğuna dair inancımızdır. Ancak adil bir hukuk sisteminin varlığında demokratik seçimler ile hukukun aynı yönde işlev gördüğünü öne sürebiliriz. Ama hukukun adil olmadığı, yani taraf olduğu, dolayısıyla siyasetin bir aktörüne dönüştüğü durumlarda ‘hakemlik’ işlevi kaçınılmaz olarak hukukun asli sahibine, yani halka geri döner. Sandık sadece siyasetin içindeki aktörler arasında bir tercih olmaktan çıkarak, bizzat siyasetin konumu ve alanına ilişkin bir tercih olarak algılanır ve insanlar da buna göre oy verirler.
Bu nedenle ortada bir ikilem yok. Demokrasisi olgunlaşmamış bir ülkede, hiçbir zaman tarafsız olmamış olan bir yargı sisteminin hükümete yönelik suçlamasının kuşkuyla karşılanması gerçeği var. Bu durum yolsuzlukların olmadığını söylemiyor. Ayrıca yolsuzlukların sandıkla aklanamayacağı da doğru. Ama yolsuzlukların bu hukuk sistemiyle adil bir yargılamaya tabi olmayacağı beklentisi de çok güçlü ve gerçekçi. Seçimler yolsuzlukları meşrulaştırmadı ama halkın şu anki hukuk sistemini de varsayıldığı kadar meşru bulmadığını ortaya koydu.
Böylece seçimlerde alınan sonuçla hükümetin hukuk mekanizmasını değiştirip dönüştürme iradesine onay verilmiş oldu. İktidar bu süreçte ayrı ve yeni adaletsizliklere de yol açabilir… Seçim sonuçları iktidarın hukuk alanında ne yaparsa kabul edileceğine işaret değil. Ama bu sonuçlar toplumun geniş çoğunluğunun kabul edebileceği ilkesel sınırlar içinde kaldığı ya da bunun dışına çıkışları halka anlatabildiği takdirde, hükümetin hukuk sistemine müdahale etmesine toplumun itiraz etmeyeceğini söylüyor. İşin ironik kısmı da şu: Eğer 17 Aralık olmasaydı belki de iktidarın böyle bir gücü olamayacaktı…