2016'dan yeni yıla miras: Popülizm

2016'dan yeni yıla miras: Popülizm

ABD'nin 45. başkanı seçilen Donald Trump, Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, İspanya'nın genç muhalefet liderlerinden Pablo Iglesias, Fransa'da aşırı sağın sembolü haline gelen Marine Le Pen, İtalya'da yükselişe geçen Beş Yıldız Hareketi'nin lideri komedyen Beppe Grillo, Venezuela'nın hayatını kaybeden efsanevi lideri Hugo Chavez, Arjantin'de neoliberalizmi kurumsallaştıran Juan Peron, Şili'de liderliği ve hayatı 1973'te askeri darbe ile sona erdirilen Salvador Allende…

Farklı siyasi kültürlerden gelen ve çeşitli dönemlerde ülkelerine damga vuran bu siyasetçileri tek bir çatı altında birleştiren ne olabilir?

Yukarıda sadece bir kısmını saydığımız liderler, "popülizm" olarak tanımlanan siyasi hareketin önderleri olarak görülen isimler.

ABD'de Trump ile iktidara ulaşan popülist hareketin Marine Le Pen, Beppe Grillo ve Hollanda'da ırkçı söylemleriyle gündem yaratan aşırı sağcı Özgürlük Partisi'nin lideri Geert Wilders gibi isimlerle konumunu sağlamlaştıracağı kaygısı medyaya hakim.

Bloomberg'de, "Popülizm dünyayı ele geçiriyor", New Yorker'da "Trump'ın popülizmi sadece Batı'ya özgü değil" veya CNN'de "Trump'ın popülizmi dünyanın sonu olabilir" manşetleriyle yaratılan endişe duygusunu elle tutulur bir şekilde görebilirsiniz.

ABD'deki Georgia Üniversitesi'nden Profesör Cas Mudde, popülizmi şöyle tanımlıyor:

"Toplumu 'halkın kendisi' ve 'yozlaşmış elitler' olarak iki zıt homojen gruba ayıran ve politikanın halkın isteklerini temel alması gerektiğini düşünen merkezi zayıf bir ideoloji."

Peki zıt siyasi yönelimlere sahip bu kadar farklı lideri aynı ideoloji altında konumlandırmak ne kadar sağlıklı?

BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Mudde, ismi geçen liderlerin hepsinin popülizmde buluştuğunu ancak farklı açılardan ayrıştıklarını vurguluyor.

Mudde bu görüşünü, "İdeolojik olarak Çipras ve Iglesias solcu; popülizmi bir çeşit sosyalizm ile bir araya getiriyorlar. Le Pen ve Trump ise sağ kanatta konumlanarak popülizmi yerelleşmeyle birleştiriyor. Grillio ise nev'i şahsına münhasır ve konumlandırması zor biri. Bu yüzden ajandalarında ve cazibelerinde popülizm önemli bir yer kaplıyor ancak sadece buna indirgenmemeleri gerek" diyerek açıklıyor.

Seçim kampanyası sırasında "ABD'yi yeniden güçlü kılalım" sloganını kullanan Trump, Amerikan halkının siyasi elitler tarafından ihanete uğratıldığını öne süren söylemi nedeniyle "popülist" kategorisinde konumlandırılıyor.

Özellikle Cumhuriyetçi Parti'ye destek veren ve popülist olarak tanımlanan muhafazakar Çay Partisi hareketinin Trump'a verdiği destek burada öne çıkıyor.

Tarihi olarak adını 18'inci yüzyıldaki bir olaydan alan Çay Partisi'nin günümüz siyaseti içinde tekrar ortaya çıkışı 2008'deki küresel mali krizin ardından oldu.

Çay Partisi'nin genel olarak duruşunun serbest piyasa yanlısı ancak merkezi hükümetin yetkilerinin kısıtlanmasından yana olduğunu söyleyebiliriz. Seçilmiş siyasilerin görevlerini yapmada başarısız olduklarını düşünen Çay Partisi destekçileri, Trump'ın arkasında durdu.

Bu noktada Demokrat Parti'nin başkan aday adayı Bernie Sanders'ın da "popülist" olarak tanımlandığını söylemeden geçmemeli.

Sosyal demokrasiyi savunan Sanders, mali krizin ardından yeşeren "Wall Street'i İşgal Et" hareketinden beslenen bir siyasetçi.

Demokratların başkan adayı olmak için kampanya yürüttüğü sırada gittiği eyaletlerde bir rock yıldızı gibi karşılanan 74 yaşındaki Sanders'ın finans elitlerinin temsilcisi olarak görülen Wall Street'e karşı geliştirdiği söylem, gençler tarafından büyük bir hevesle kucaklandı.

Aslında emlak milyarderi Trump'ın temsil ettiği düzene karşı bir duruş sergileyen Sanders ile Trump'ın nasıl aynı kategoride yer alabildiği sorusunu Amerikalı tarihçi Michael Kazin, New York Times Magazine'de, "Nasıl hem Donald Trump hem de Bernie Sanders da popülist olabilir?" başlıklı yazısında dile getiriyor.

Kazin, ABD tarihinde popülizmin nasıl geliştiğini ve iki liderin hangi açılardan popülist olduğunu açıkladıktan sonra yazısını, "Sanders da Trump da kamu düzenindeki eşitsizlikleri ve yozlaşmışlığı kendi tarzlarında protesto ederken bütün sistemi sorgulamıyor. (…) Her büyük 'popülist' ayaklanma, politik sistemimizdeki ciddi sorunlarla ilgili bir uyarı demek. Sadece elçiyi suçlamak ise bir reddediş olur" diyerek noktalıyor.

Eski ABD Başkanı Bill Clinton ise seçimlerden sonra bu soruya, "Sanders, Trump'tan daha pozitif bir popülist. En azından bir şeyler yapmak istiyordu" yanıtını vermişti.

Trump'ın zaferinin ardından çoğunlukla ABD'de olmak üzere medyada çıkan ve popülizme negatif atıfta bulunan çoğu makalede kavramsal olarak popülizmin sorgulandığını göremiyoruz.

Aksi bir örnek vermek gerekirse, Princeton Üniversitesi'nden Profesör Jan-Werner Müller, İngiliz Guardian gazetesi için kaleme aldığı makalede, popülizmin demokrasiyi tehdit ettiğini vurgularken; Sanders'ı, İngiltere İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn'i, Yunanistan'dan Syriza'yı ve İspanya'dan Podemos'u diğer otoriter yönetimlerle aynı kefeye koymamak için popülizm kavramını kullanmamak gerektiğini söylüyor.

Popülizm söylemini araştıran geniş sosyal bilimler literatürünün ciddi bir bölümü ise bu kavrama karşıt bir duruş sergiliyor.

Stony Brook Üniversitesi'nden Ian Roxborough ve Ekvadorlu sosyolog Quintero Lopez Rafael, 1980'li yıllarda yazdıkları makalelerde, popülizm kavramının toptan literatürden çıkarılmasını öneriyor.

Araştırmacılar, Latin Amerika'da popülizmin ithal ikameci sanayileşmeye bağlı bir devir olmadığını örnekler üzerinden açıklarken, 60 yıl boyunca bölgede hakim olan diktatörlüklere ve sömürge karşıtı hareketlere aynı anda popülist denmemesi gerektiğini vurguluyor.

Uruguaylı siyaset bilimi öğretim görevlisi Amparo Menéndez-Carrión ise popülizm kavramının teorik olarak artık tükendiğini aktarıyor.

Latin Amerika uzmanı akademisyen Carlos de la Torre, popülizmi, demokrasiden dışlanan sosyal grupların katılımını sağlaması açısından bir kazanım olarak görüyor.

İtalyan sosyolog Marco D'Eramo ise 2013 yılında yazdığı makalesinde popülizmin siyasi söylem olarak son yıllarda sıkça kullanılmasını 'yeni oligarşinin yükselişine' bağlamıştı.

Marco D'Eramo, 'yeni oligarşi' olarak 2008'deki küresel mali krizin ortaya çıkışıyla kendini iyice belli eden finans dünyasının büyük şirketlerini ve bu şirketleri destekleyen siyasetçileri kastediyor.

D'Eramo'ya göre popülizm kavramının değişmeye başladığı dönem ise Soğuk Savaş.

İtalyan sosyolog, 19'uncu yüzyılda siyasetçilerin halk taraftarı oldukları anlamına geldiği için popülist olarak tanımlanmaktan gurur duyduğunu, ancak Soğuk Savaş dönemiyle tekrar canlanan bu kavramın siyasetçilere artık rakipleri tarafından yakıştırıldığına dikkati çekiyor.

Makalede, popülizm kelimesinin, halk ve sınıf mücadelesi gibi kavramlar siyaset sahnesinden çekildikçe dilimize yerleştiği belirtiliyor.

D'Eramo, Soğuk Savaş rüzgarlarının estiği 1950'ler itibariyle ABD'de popülizm ve faşizm terminolojisini taşıyan makale sayısının birkaç taneden binlere çıktığını belirtiyor.

İtalyan sosyolog, "Soğuk Savaş sırasında iki farklı uçta da olsa faşizm ve komünizm aynı şey olarak görülmeye, bu iki hareket de 'popülist ve otoriter' olarak tanımlanmaya başladı" diyor.

D'Eramo, 2000'lerde ise ister sağ ister sol olsun, merkez dışında politika üreten herkesin dünyayı yöneten güçlü ve zengin yeni oligarşi tarafından popülist yaftası yediğini yazıyor.

İspanya'da da popülizm siyasi tartışmaların merkezinde yer alan bir kavram.

İktidarda bulunan Halk Partisi, 2008'deki finansal kriz sonrası toplumda oluşan öfkenin doğurduğu iki siyasi partiye karşı da 'popülist' damgası vurarak bir söylem üretmeye çalışıyor.

Evlerinden atılan, işlerinden kovulan ve merkezin yürüttüğü politikalara karşı duran 'Öfkeliler' hareketinden doğarak üniversitelerde örgütlenen radikal sol Podemos da, liberal sağ görüşe sahip Ciudadanos (Vatandaşlar) da, Halk Partisi tarafından popülist olarak etiketleniyor.

Halk Partisi, Yunanistan'da Syriza ile Venezuela'da Chavez politikalarının halka acı çektirdiğini öne sürerek Podemos ve Ciudadanos yönetimlerinin de buna neden olacağını belirtiyor.

Bu yüzden Trump'ın zaferinin ardından İspanya ve Latin Amerika basınında popülizmin yaratacağı sarsıntıya dair manşetler gazeteleri süslüyordu.

Sadece seçimlerden sonra değil, öncesinde de Trump ile ilgili en büyük tartışmalar popülist kimliği üzerinden yürütülüyordu.

Trump ile ilgili seçimlerden önce Batı basınına bakarsanız, 24 Şubat'ta Slate'de, "Trump popülist mi?", 9 Mart tarihli Politico'da "Trump, mükemmel popülist", 4 Temmuz'da Economist'te, "Donald Trump popülist mi?", 24 Ağustos'ta Newsweek'te "Donald Trump ve Amerikan popülizminin uzun tarihi" manşetlerini görebilirsiniz.

BBC Türkçe'ye konuşan ABD'deki Georgia Üniversitesi'nden Profesör Cas Mudde, Trump ile ilgili olarak medyanın 'berbat bir iş çıkardığı' görüşünde.

Ancak Mudde'ye göre bunun nedeni, medyanın Trump'ı popülizm ile ilişkilendirmesi değil:

"Trump'ı ölçüsüz bir şekilde işlediler, kutuplaştırıcı imajından faydalanabileceklerini ve hakkında yapılan olumsuz haberlerin halkı bilgilendireceğini, Trump'ı yaralayacağını düşündüler. Dünyevi olan yerine gülünç olan üzerine odaklandılar, seks skandalının yanında vergi beyannamesini açıklamaması da mesele olmadı."

Popülizmin bir kavram olarak işe yaradığını söyleyen Mudde, yine de bu kavramın sınırlı olduğu gerçeğini kabul ediyor. Mudde'ye göre Trump, popülizmden çok yerellik kavramından daha çok beslendi.

İtalyan sosyolog D'Eramo ise popülizm kavramını kullanmanın tehlikeli olduğunu düşünüyor.

D'Eramo, makalesinin sonunda yeni oligarşinin halktan gelen her talebi popülist olarak yaftalayarak duyulmasını engellediğini söylüyor:

"Gün geçtikçe daha çok hareketin popülist olarak adlandırılmasının sebebi, halk karşıtı önlemlerin artmasından kaynaklanıyor. Herkes için sağlık sigortası mı istiyorsunuz? O zaman popülistsiniz. Enflasyona dayalı bir emeklilik mi istiyorsunuz? Hem de ne biçim popülistsiniz! Çocuklarınızın borç yükü taşımadan üniversiteye gidebilmesini mi istiyorsunuz? Sesini çıkarmayan bir popülist olduğunuzu biliyordum! İşte tam da böyle oligarşi mahkemesi herhangi bir toplumsal talebi aşağılayabiliyor."

2017'de Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler yapılacak, Almanya ve Hollanda'da da seçime gidilecek. İtalya'da ise erken seçim rüzgarları esiyor. Tüm bu seçimler öncesi genel olarak dünya medyasının, popülizmle ilişkilendirdiği hareketlere karşı bu sefer nasıl bir sınav vereceğini önümüzdeki günler ve aylarda göreceğiz.