28 Şubat 1997’de yapılan ve tarihe geçen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı, bu toplantının öncesi ve sonrasında yaşananlar, Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin kurduğu koalisyon hükümetinin bir yıl içinde sona ermesiyle noktalandı. MGK’da alınan 28 Şubat kararları, uzun yıllar süren tartışma ve uygulamalara yol açtı.
Binlerce kişi, bu kararlar nedeniyle işinden olduğunu, eğitim hakkının elinden alındığını açıkladı. Tarihe “postmodern darbe” olarak da geçen bu sürecin etkileri siyaseti de şekillendirdi ve Türkiye’yi AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olduğu döneme taşıdı. 25 yıl sonra, 28 Şubat’ın kudretli komutanlarından hayatta olanların önemli bir bölümü, ağır hapse mahkûm edilmelerinden dolayı cezaevine kondu. 28 Şubat, bu anlamda “darbe yaptığı” iddia edilen isimlerin yargılanıp hüküm giydiği ilk “darbe davası” olma özelliği taşıyor.
Etkisinin, eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ifadesiyle “bin yıl süreceği” söylenen ve hâlâ tartışılan 28 Şubat’ın üzerinden 25 yıl geçti. O dönemde yaşananlar ve bugüne uzanan etkileri soru ve yanıtlarla şöyle:
1. 28 Şubat süreci öncesinde, Refah Partisi’nin iktidar olmaması için neler yapıldı, hangi gelişmeler yaşandı?
1994’te yapılan yerel seçimde, Refah Partisi, büyük bir sürprize imza atarak, İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini kazandı ve Türkiye genelinde yüzde 19 oranında oy aldı. Bu durum, askeri bürokrasiyi daha o günden itibaren birtakım girişimlere yöneltti.
ANAP ve DYP’nin karşılıklı yolsuzluk iddialarıyla yıpranması, SHP’nin de iktidar ortağı olarak yıpranmış görüntüsü, bir yıl sonra yapılacak genel seçim öncesinde, askerlerin ifadesiyle “durumdan vazife çıkaran” komuta kademesinde hareketlenmeye yol açtı.
Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan'ın 1994 yerel seçimleri sonrasında sarf ettiği "Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak? Tatlı mı olacak, kanlı mı olacak?" sözü, "şeriat" tartışmalarını güçlendirdi. Erbakan ise gelen tepkilere, partisinin yerel seçimlerdeki başarılarına tepki olarak düzenlenen gösterilerde kullanılan "Ankara Belediyesi’ni Refah Partisi'ne vermeyiz, kanımız aksa dahi vermeyiz" sloganlarını hatırlatarak yanıt verdi.
Askerdeki hareketlenmeye paralel biçimde, Türkiye’nin farklı kentlerinde de “laiklik yürüyüşleri” organize edildi.
Bütün bu sürece rağmen 24 Aralık 1995’te yapılan genel seçimde Refah Partisi yüzde 21,4 ile birinci parti olurken, seçim öncesinde bir araya gelmeleri için baskı yapılan merkez sağın iki partisi ANAP 19,6, DYP yüzde 19,2 oy alabildi. DSP ise yüzde 14.6 oranında oy aldı.
1969’dan bu yana siyasetteki varlığını farklı partilerle sürdüren Milli Görüş Hareketi’nin temsilcisi Refah Partisi ilk kez birinci parti oldu. Ancak askerin tavrı netti. Refah Partisi birinci parti olsa da asker hükümeti Necmettin Erbakan’ın kurmasını istemiyordu. Bu nedenle ısrarla, neredeyse başa baş oy alan ANAP ve DYP’nin koalisyon hükümeti kurmaları için bu partilere baskı yapılıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu siyasi ortamda Refah Partisi’nin lideri Erbakan’a hükümeti kurma görevini verdi. Erbakan, hükümet kurma arayışında liderler turuna başladı ama hiçbir partiden umduğu desteği bulamadı. Erbakan, koalisyon hükümeti kuramadan, görevi Demirel’e iade etti.
2.ANAYOL hükümeti nasıl kuruldu?
Demirel, oy oranı olarak ANAP’ın gerisinde kalmasına rağmen daha fazla milletvekili çıkaran DYP’nin lideri Tansu Çiller’e hükümeti kurma görevini verdi. Ancak Çiller de koalisyon turlarından umduğu sonucu alamadı ve görevi iade etti. Görev bu kez ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verildi. Askerin, Refah Partisi’nin hükümet senaryolarının dışında kalması için tüm partileri yakın markaja aldığı bu dönemde, Yılmaz’ın işi zordu. Çiller’le anlaşamıyor, Refah Partisi ile ortak hükümet kurmak istemiyor, diğer partilerle işbirliği yapması halinde ise TBMM’den güvenoyu alabilecek sayıya ulaşamıyordu. Buna rağmen Refah Partisi ile görüşmeler yürütüldü. Ancak Yılmaz, askerin baskısının artmasıyla birbirlerine karşı ağır suçlamalar yönelttikleri Çiller’in kapısını çaldı. Mart 1996’da ANAYOL hükümeti kuruldu ancak Çiller kabinede yer almadı.
3.Asker, o dönemde hangi uyarılarda bulundu, ne yaptı?
Erbakan ve Çiller’e hükümeti kurma görevi verildiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin baskısı da başladı. İki isim hükümet kuramayarak görevi iade ettikten sonra da bu baskı devam etti. Hükümeti kurma görevini yürüten Yılmaz, Refah Partisi ile görüşmeler yürütürken, bu baskı sonucunda DYP ile hükümeti kurdu. Dönemin TBMM Başkanı Mustafa Kalemli, yapılan baskıyı, kaleme aldığı kitapta şöyle anlattı:
“1995 seçimleri yapılmış ve üçüncü partiyiz. En çok milletvekiline sahip olan RP'nin hükümeti tek başına kuramayacağı görülüyor… Mesut Yılmaz, RP lideri Necmettin Erbakan ile koalisyon pazarlıklarına başlıyor. Bu konuşmalarda hayli mesafe alınıyor… Mesut Yılmaz'ı telefonla aradım. ‘‘Mesut Bey, siz gerçekten Erbakan'la bu hükümeti kuracak mısınız?’’ Cevabı çok enteresandır:
‘‘Yahu Kalemli, benim onlarla koalisyon kurmak istediğime inanıyor musun? Ama ne yapayım, başka çare kalmadı. DYP zorluk çıkarıyor.’’
Daha önceden aramızda çok samimi ve güvene dayanan bir diyalog bulunan DYP Şanlıurfa Milletvekili Necmettin Cevheri'yi aradım. O gün akşam üzeri saat 18.00'den gece 23.00'e kadar Necmettin Bey ile konuştuk. O geceki konuşmalar, her iki genel başkana da devamlı aktarıldı, belli bir noktaya gelindi. Son durumu Mesut Bey’e aktardığımda, ‘‘Siz hükümeti kurmuşsunuz, çok teşekkür ederim’’ şeklinde rahatlamış bir ruh haleti içinde bana iltifat etti.
Ertesi sabah ben Gülhane Askeri Tıp Akademisi'ne terörle mücadelede yaralanmış, sakat kalmış er ve subayları ziyarete gittim. Ziyaretin tam ortasında bir subay gelerek, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın benimle görüşmek istediğini söyledi.
Biraz sonra komutanın odasından Karadayı paşayı bağladıklarında, paşa o her zamanki nazik üslubu içinde ama çok kararlı bir ifadeyle şöyle dedi:
‘‘Sayın başkan, bu RP-ANAP koalisyonu kurulursa hiç hoşa gitmeyen hadiseler olur. Meclis Başkanı olarak lütfen üstünüze düşeni yapınız.’’
Biraz sonra eve geldiğimde Karadayı Paşa tekrar aradı ve ‘‘Sayın Başkan, ben üstüme düşeni bizzat yerine getirdim, şu anda Ankara'dan ayrılıp tatil için Bursa'ya gidiyorum. Bundan sonrası size kaldı’’ deyip telefonda iyi bayram dileklerini ifade etti ve konuşmayı noktaladı.
Bu gelişmeleri de akşamki konuşmalara ilave olarak Mesut Bey’e telefonla aktardım. Aradan çok kısa bir süre geçti, Mesut Bey tekrar aradı. Tansu Hanım’ın benimle mutlaka görüşmek istediğini söyledi.
Tansu Çiller'i Başbakanlık Konutu’nda ziyaret ettim. Başbakan Çiller, biraz önce de Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın geldiğini anlattı. Sözlerinden ve anlatım tarzından benzer bir konuşmanın yapıldığını çıkarmak zor değildi. İşte ondan sonra Yalım Erez Bey ile Mustafa Taşar bayram tatili boyunca detayları iki lider arasında getirip götürdüler ve kendi ifadeleriyle, koalisyonun mimarları olarak siyasi tarihte yerlerini aldılar.”
4.ANAYOL nasıl dağıldı?
DYP’nin daha fazla bakanlık aldığı hükümette Başbakanlık koltuğuna Mesut Yılmaz oturdu. Ancak ANAYOL’un siyasi ömrü kısa oldu.
Mesut Yılmaz başbakanlığındaki 53. Hükümet 6 Mart 1996'da güvenoyu aldı. Ancak sadece 3 ay iktidarda kalabildi. Aslında koalisyon, resmi olarak sona ermeden önce de bitmişti. Çiller, o dönemi bir röportajında şöyle anlatıyordu:
“ANAP bir ortak değildi bir rakipti. Şöyle görüyordum; Bir olay anlatayım. Biz program yapacağız. Ben Başbakanlığı vermişim. Meclis Başkanlığı’nı da vermişim.
Ekonomik modeller, neyi yapacağımız ve yapmayacağımız baştan aşağı. O zamanın en iyi programlarından biridir o, gerçekten… Anavatan Partisi’nin Genel Başkanı’ndan hiç tık çıkmıyor. Ben ne desem ‘evet’ diyor. ‘Allah Allah’ dedim, o kadar iyi yapıyor ki ben o kadar yapamazdım, benden çok iyi… Meğerse mesele o değilmiş. Mesele birimizden birimizin topyekûn yok edilmesi meselesiymiş karşımızda. Yani birimizin kafasında birleşme, birimizin kafasında da ya ben ya öbürü devam edecek, biz devam edeceğiz onların gitmesi gerek… Aslında çok da eşyanın tabiatına da aykırı değil. Çünkü bu aykırılık bütün teşkilatlarda da devam ediyor…”
Yılmaz ile Çiller arasındaki çatışma, kısa koalisyon ortaklığı sürecinde de devam etti. Azınlık olarak kurulan, DSP’nin dışarıdan vereceği destekle ayakta kalma ihtimali olan koalisyon hükümeti kurulur kurulmaz Refah Partisi, yolsuzluk iddiaları eşliğinde hem Çiller hem de Yılmaz hakkında Yüce Divan önergeleri verdi. Bu durum, koalisyon ortaklarını karşı karşıya getirdi. Refah Partisi, aynı dönemde 257 oyla güvenoyu alan koalisyon hükümetinin anayasanın öngördüğü kabul sayısına erişemediğini belirterek Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi, 6 Mart 1996’da yapılan güvenoyu oylamasını iptal edince hükümet üç ay sonra 28 Haziran 1996’da düştü. Anayasa Mahkemesi, 14 Mayıs 1996’da, Refah Partisi’nin talebi doğrultusunda, güven oylaması için, TBMM Genel Kurulu’na katılan toplam 544 milletvekilinin yarısından bir fazlasının (273) kabul oyunun gerektiğine karar vererek, 257 oyla varsayılan güven oylamasının iptaline karar verdi. Kararın ardından Refah Partisi 27 Mayıs 1996’da hükümet hakkında gensoru önergesi verdi. Ancak Başbakan Mesut Yılmaz, gensoru oylamasını beklemeden, fiilen dağılmış olan koalisyon hükümetinin istifasını 6 Haziran 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel’e sundu.
5.REFAHYOL koalisyonu nasıl kuruldu?
Yılmaz Hükümeti’nin istifası üzerine yeni hükümeti kurma görevi yeniden Erbakan’a verildi. Kulislerde Çiller’in daha ANAP’la koalisyon sürerken Refah Partisi ile görüşmelere başladığı konuşuluyordu. Askerin ve sermaye gruplarının büyük itirazına rağmen Refah Partisi ile DYP koalisyon hükümeti kurdu. Protokole göre, iki lider ikişer yıl dönüşümlü Başbakanlık yapacaktı. Başbakanlık koltuğuna ilk olarak Erbakan oturdu. Hükümet, 8 Temmuz 1996'da TBMM'de güvenoyu almayı başardı. Erbakan Başbakan, Çiller de Başbakan Yardımcısı oldu. DYP içinde koalisyona açıktan karşı çıkan vekiller, bu rahatsızlıklarını Çiller’e iletti. Üst düzey komutanların da hükümeti zayıflatmak için görüşlerini DYP’lilere sürekli aktardıkları basına yansıdı.
6. Refahyol hükümetini tartışmaların odağına hangi olaylar yerleştirdi, 28 Şubat öncesi neler yaşandı?
Erbakan’ın Başbakanlık koltuğuna oturmasının ardından yaşanan bir dizi gelişme, TSK’nın komuta kademesinin hamleleriyle birleşince 28 Şubat’a giden yol bütünüyle açıldı. O dönemde yaşanan bazı olaylar şöyle:
Erbakan, bütün itirazlara rağmen ilk yurtdışı gezisini İran’a yaptı. Bu gezi ABD ve İsrail’in tepkisine yol açtı. Erbakan, en büyük tepkiyi ise Libya gezisi nedeniyle çekti. 2 Ekim-7 Ekim 1996’da Mısır, Libya ve Nijerya’yı kapsayan geziye çıkan Erbakan, Libya’da dönemin lideri Kaddafi tarafından çadırda ağırlandı. Kaddafi, basının önünde Türkiye’yi soykırım ile suçladı ve Türkiye’nin işgal edilmiş bir ülke olduğunu söyledi. Kaddafi’nin sözlerinden çok Erbakan’ın bu sözlere yanıt vermemesi tepki çekti.
6 Ekim 1996'da bir grup Aczmendi, Ankara Kocatepe Camisi'nde "Şeriat isteriz!" eylemi yaptı.
3 Kasım 1996'da “Susurluk kazası” meydana geldi ve mafya-siyaset-devlet görevlisi ilişkileri ortaya saçıldı. Erbakan, derin devlet iddiaları için “Fasa fiso” açıklaması yaparken, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri için “Gulu gulu dansı yapıyorlar” dedi. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın “Mum söndü oynuyorlar" açıklaması ise hükümete yönelik tepkinin büyümesine yol açtı. Erbakan’ın iktidar ortağı Çiller ve Mehmet Ağar odaklı iddialar, iktidarın yıpranmasına yol açtı.
Erbakan’ın, “İslam Dinarı” basılması ve Müslüman ülkelerle D-8 örgütü kurulması gibi önerileri kamuoyunda tartışma konusu oldu.
10 Kasım 1996'da Refah Partili Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, il toplantısında, "Süslü püslü göründüğüme bakıp da benim laik olduğumu sanmayın. Zaman zaman içinde bulunduğumuz şartlarda, mecburiyet karşısında gittiğimiz yerde inancımıza küfredilirken, milletimize küfredilirken, bütün değerlerimize küfredilirken içimize kan akıyor ama resmî görevimiz icabı orada bulunmak zorunda kalıyoruz. Müslümanlar, sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu imanı eksik etmeyin" dedi. Bu sözleri nedeniyle hakkında dava açıldı ve 1 yıl hapse mahkûm edildi.
10 Kasım 1996'da İkinci Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu, İstanbul Sultanbeyli'nin meydanına Atatürk heykeli yaptırdı ve caddenin adını değiştirdi. Refah Partili Belediye Başkanı Ali Nabi Koçak, Silahçıoğlu hakkında suç duyurusunda bulundu.
Televizyon kanallarına Refah Partili vekillerin konuşmaları servis edilmeye başlandı. Bu isimlerden Şevki Yılmaz, yayınlanan konuşmasında, “Ben Hizbullah'ım ve Hizbullah olmaktan da şeref duyuyorum”, “Eşinizle beraber 30 Ağustos'taki kokteyle katılın.' 'Bana bak.' dedim, 'Ben deyyus değilim”, "Geçen Gaziantep Belediye Başkanı, kurban keserek Antep'te modern bir genelev yapıyor. Kerhane. Ve diyor ki: 'Ben sosyal eşitlikten yana, sosyal adaletten yana bir partinin temsilcisiyim.' Madem sen eşitlikten yanasın pezevenk adam, önce hanımını gönder de bu eşitlik sağlansın", "Bu pezevenklerin oluşturduğu Türk parlamentosundan... Türkiye'nin başı ve parlamentosu ihanet içindedir. Bu ülke hainlerin elindedir" sözleri büyük tartışma yarattı. Yine konuşması yayınlanan isimlerden Hasan Hüseyin Ceylan, “Asker kalkmış diyor ki: 'PKK'lı olmanıza müsaade ederiz ama şeriatçı olmanıza asla' diyor. Bu kafayla çözemezsin onu sen. Çözüm mü istiyorsunuz? Şeriatçılıktır" sözleri nedeniyle yargılandı.
7.DYP, nasıl bölündü?
1997 yılının başında, 7 Ocak’ta, Susurluk skandalının uzandığı DYP’de hem bu konudaki gelişmeler hem de Refah Partisi ile sürdürülen koalisyon nedeniyle tepkiler büyüdü. Hüsamettin Cindoruk önderliğinde bir grup milletvekili partiden istifa etti ve Demokrat Türkiye Partisi’ni kurdu. Zaman içerisinde istifalarla partinin vekil sayısı 18’e kadar çıktı. DYP, koalisyon içerisinde güç kaybetti.
8. Tansiyon nasıl doruk noktasına çıktı?
TSK’dan ve parti içinden gelen tepkiler nedeniyle Çiller’in ısrarıyla bir Başbakanlık genelgesi hazırlandı. Buna göre kurulan Başbakanlık Kriz Masası, olası bir krizde MGK Genel Sekreterliği, etkin biçimde devreye girebilecekti. Doğal afet, terör vb. gerekçeler de genelgede kriz nedenleri arasında sayıldı. Askerin, devlet kurumları içerisindeki etkinliği genelge ile arttı.
Ancak tepki çeken / tartışma yaratan eylemler de bitmedi. Erbakan, 11 Ocak 1997'de Başbakanlık Konutu’nda tarikat ve cemaat liderleri ile şeyhlere iftar yemeği verdi. Görüntüler, günlerce tartışma konusu oldu. Genelkurmay Başkanlığı, bir hafta sonra Cumhurbaşkanı Demirel’e irtica konusunda brifing verdi.
31 Ocak’ta Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, Filistin ile dayanışma gecesi düzenledi. Türkiye’ye yönelik olarak yaptığı şeriat nedeniyle tepki çeken İran’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri, gecenin en önemli konuğuydu. Kudüs Gecesi olarak tarihe geçen buluşmada oynanan ve şeriat çağrısı içeren tiyatro oyunu ile Yıldız’ın konuşması, gerilimi artırdı. Hamas ve Hizbullah liderlerinin posterlerinin asıldığı salonda konuşan Yıldız, ''Başörtüsü Müslümanların şeref sancağıdır. Başörtüsü takmayanların kendi vücutlarını şerefli görmeyerek, peşkeş çektikleri, şeref sancağı olan başörtüleri ve diğer değer yargıları için sabırlı bir şekilde mücadele yapacakları, ancak Müslümanların sabrı taştığında işin nereye varacağının çok iyi bilindiği [...] kendi hataları ile hasta düşen laiklerin kollarına ve bacaklarına zorla basarak, şeriat enjekte edecekleri..." gibi ifadeleri nedeniyle 6 Şubat’ta gözaltına alındı. Bekir Yıldız, daha sonra yapılan yargılamada 4 yıl 7 ay hapse mahkûm edildi.
Görüntülerin televizyonlarda yayınlanmasının ardından 3 Şubat’ta Sincan’da çekim yapan Star muhabiri Işın Gürel, bir belediye çalışanı tarafından tokatlandı.
Başbakan Erbakan, bir gün sonraki grup toplantısında Sincan Belediyesi'nin düzenlediği gece için, "Biri hataen bir resim asarak bu ülkeyi yıkamaz" dedi, ancak tepkileri dindiremedi.
9.Bu gelişmelere karşı Genelkurmay Başkanlığı ve komuta kademesi hangi tepkileri verdi, bu dönemde neler yaptı?
Genelkurmay karargâhı ve üst düzey komutanlar, siyasi partilerden de ölçüde medyada yer buluyor, sürekli açıklamalarda bulunuyorlardı. Bunlardan bazıları tarihe de geçti. Erbakan’ın Başbakan sıfatıyla ağustos başındaki Yüksek Askeri Şûra’dan sonra Başbakanlık Konutu’nda verdiği yemekte, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın verdiği, “rakı fotoğrafı” tarihe geçen karelerden oldu. Erkaya, Taner Baytok’un, “Bir Asker, Bir Diplomat” kitabında, 1996’da yaşanan olayı şöyle anlattı:
‘Kamuoyu beni laiklik karşıtı hareketlerle mücadele konusundaki tartışmalar sırasında tanıdı. Başbakan'ın yemeğine giderken eşim Gülden'e, ‘‘Çok muhtemeldir ki, bu akşam bize yemekte içki vermeyecekler ve bunu belgelemek üzere basını da çağıracaklar’’ dedim. Gülden ‘‘Ne evhamlı insansın’’ diye karşılık verdi. Yemekten beş dakika önce Başbakanlık konutunun önünde oldum. Baktım medya grubu bekliyor. Bunu görünce, birinci tahminimin tuttuğunu anladım. Aslında, Şûra yemeklerine medyanın davet edilmesi usulden değildir. Garsonların servis yaptıkları tepsilere baktım, alkollü içki yok. Bir garson yaklaştı. Bir kadeh rakı istedim. ‘‘Alkollü içki yok efendim’’ dedi. ‘‘Peki, istesek de vermez misiniz?’’ diye sordum. ‘‘Alkollü içki vermememiz emredildi, ama gidip sorayım’’ diyerek uzaklaştı. Tekrar döndüğünde rakı servisi yapmadıklarını söyledi. Emir subayıma ‘‘Peki git sen içeriden bir rakı al da getir’’ dedim. Kaya Albay, ‘‘Efendim rakı yokmuş, ama komutan çok ısrar ediyorsa, bir yerden bulabiliriz dediler’’ diye geri döndü. ‘‘Komutan çok ısrar ediyor dersin’ diyerek emir subayını yeniden yolladım. Durumu Dışişleri’nden bir protokol görevlisine de söyledim. Görevli, “Kimse istemediği için alkol ikram etmiyoruz‘‘ deyince, ‘‘Öyleyse ben istiyorum, bana bir kadeh rakı gönderiniz’ dedim. Biraz sonra garson bir kadeh rakıyı görünmesin diye peçete kağıdına iyice sarılmış olarak getirdi. Bardağın etrafındaki peçeteyi çıkarıp garsonun eline tutuşturdum ve ‘‘Bu böyle daha güzel gözüküyor’ diyerek gülümsedim. Rakıdan bir yudum aldım o sırada Genelkurmay Başkanı geldi. Başbakan onu doğrudan yemek masasına aldı. Ben de, sofrada yerime oturdum. Rakı bardağımı da önüme koydum. Her masanın başında iki garson bekliyor ve kimseye sormadan bardaklara portakal suyu dolduruyorlardı. Genelkurmay Başkanı'nın bardağına da portakal suyu koydular, ama o ‘‘Ben şarap içeceğim‘‘ dedi. Bana portakal suyu koymak istediklerinde garsona, ‘‘Ben rakıya devam edeceğim, sen şu rakı şişesini servis masasına koy, kadehim boşaldıkça doldurursun’’ diyerek karşı çıktım. Portakal suyu servisi bitti, yemeğe geçilmeden evvel basın ve medya mensuplarını içeri aldılar. Ben rakıyı ön plana geçirdim, etrafındaki bardakları kenara çektim. Genelkurmay Başkanı'nın şarabı fotoğrafçılar gittikten sonra geldi. Resim ve film çekenler baktılar ki, bir tek benim önümde içki var, hepsinin ilgisi benim rakı kadehime yöneldi. Benim rakı kadehi ertesi günkü haberlerin de odak noktasını oluşturdu. Böylece Erbakan'ın oyunu bozulmuş oldu. Yemek bitti, eve geldim. Yatmak üzereyken telefon çaldı. Genelkurmay Başkanı telefondaydı. ‘‘Aferin Güven, çok iyi yaptın. Ben de biliyorsun şarap isteyip içtim’’ dedi.
Genelkurmay Karargâhı ve komutanların 28 Şubat öncesinde yaşananlara yönelik gerçekleştirdiği müdahaleler şöyle:
Medya ile yakın ilişki içerisinde kalan komutanlar, karargâha çağırdıkları gazetecilere irtica brifingleri verdi. Bu brifingler, 28 Şubat sonrasında da devam etti.
17 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Genelkurmay Başkanlığı'nda askerlerden brifing aldı. Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi'nden yapılan açıklamada, Demirel'in Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'dan "Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili çeşitli konularda bilgi aldığı" belirtildi.
Başbakanlık’taki iftar yemeğinden sonra tepkileri doruğa çıkan komutanlar, Karadayı başkanlığında 22 Ocak’ta Gölcük Donanma Komutanlığı’ndaki toplantıda bir araya geldi. Toplantının ardından gündemdeki konuların değerlendirildiği açıklaması yapıldı. Ancak bu toplantıda 28 Şubat kararları ile ilgili kararların alındığı sonradan medyaya yansıdı.
Genelkurmay Başkanı Karadayı, Kudüs Gecesi’nin basına yansımasından sonra, “İçişleri Bakanı, kamuoyunun rahat nefes alabilmesi için gerekeni yapmalı” dedi. Bekir Yıldız, dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener tarafından görevinden alındı. Ardından da gözaltına alınarak tutuklandı.
28 Ocak’taki MGK’dan sonra bölücü ve yıkıcı akımlara karşı mücadele edileceği açıklandı.
Özellikle DYP’li vekillerle aktif görüşmeler yapan komutanlar, hükümetin sonlandırılması için mücadele etti.
İsim vermeden medyaya açıklama yapan komutanların sözleri de tarihe geçti. “Bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin” açıklaması da bunlar arasında yer aldı.
Bu süreçteki en tartışmalı mesaj, Kudüs Gecesi’nden sonra Sincan’da verildi. 3 Şubat 1997'de, Ankara Zırhlı Birlikler Okul ve Eğitim Tümeni Gösteri ve Tatbikat Taburu’na bağlı askerler 20 tank, 15 zırhlı araçla Sincan caddelerinden geçip Akıncı Hava Üssü’ne gitti. Yıllar sonra 28 Şubat soruşturmaları açıldığında, tankların geçişinin Kudüs Gecesi’nden önce planlandığı ve her yıl yapılan olağan eylemlerden olduğu söylense de tarihe dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Başkanı olan Çevik Bir’in, 21 Şubat 1997 günü, Washington’da Türk-ABD Konseyi kapanış balosunda yaptığı “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” sözleri geçti. Oysa Genelkurmay Başkanlığı, Bir’in açıklamalarından önce, “Eğitim amaçlı bir motorlu yürüyüş tatbikatı yapılmıştır” açıklaması yapmıştı. Dönemin Genelkurnay Başkanı Karadayı, “demokrasiye balans ayarı” nitelemesi yapan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir için, yıllar sonra TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komşisyonu’nda “boşboğaz” ifadesini kullanacaktı.
4 Şubat 1997'de, askerlerin sürekli temasta olduğu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan'a uyarı mektubu gönderdi. Demirel, "laik düzenin korunmasını" istedi.
Bu arada hükümete karşı eylemler de yapıldı. Ankara'da on binlerce kadın “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü” düzenledi. 50’ye yakın sivil toplum örgütünün katılımıyla gerçekleştirilen eyleme, aralarında TBMM Başkanvekili Uluç Gürkan ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın da bulunduğu çok sayıda erkek de destek verdi.
24 Şubat’ta Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, "İrtica PKK'dan daha büyük bir tehlikedir" dedi.
Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in, dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener için, “Söyleyin o kadına onu yağlı kazığa oturturuz” dediği öne sürüldü.
10.28 Şubat 1997’de yapılan tarihi Milli Güvenlik Kurulu’nda neler yaşandı?
28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı tarihe “postmodern darbe” olarak geçti. MGK, o gün, irtica başlığıyla toplandı. Askerler hazırlıklıydı. Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığındaki toplantı tam 8 saat 45 dakika sürdü ve tarihe geçen MGK bildirisi, toplantıda alınan kararları ortaya koydu. Askerler, hükümetin yerine getirmesini istediği talep listesiyle toplantıya gelmişti.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında yapılan toplantıya katılan kurul üyeleri, dönemin protokol sırasına göre şöyle sıralanıyordu; Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, Milli Savunma Bakanı Turan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, Hava Kuvvetleri komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman.
Kurul üyesi olmadığı için oy hakkı bulunmayan MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Bilican, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz, Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Taner ile MGK Genel Sekreter Yardımcısı Korgeneral Necdet Timur da toplantıya katıldı.
Gecenin ilerleyen saatlerine dek devam eden toplantıdan sonra 4 maddelik bildiri yayımlandı. Bildiride, “Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş medeniyet yolunda, demokratik sistem içerisinde ilerlemesini teminat altına alan Anayasa ve cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmemesi gerektiği” ifade edildi.
Toplantıdan geriye Erbakan’ı ter içinde gösteren görüntüler de kaldı. Bu fotoğraflar da sonraki yıllarda tartışma konusu oldu. Gazetecilerin toplantının başında görüntü aldığı, bu görüntülerin ise özel olarak servis edildiği iddia edildi. Toplantıya katılan komutanlar ise bu görüntülerin söz konusu olmadığını, saygı çerçevesinde toplantının sürdürüldüğünü savundu. Ancak dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın sunum yaptığı toplantıda, Erbakan’ın sert biçimde eleştirildiği iddiaları da kamuoyuna yansıdı.
11.28 Şubat kararları nelerdi, ‘yaptırım’ uyarısı ne zaman geldi?
Kamuoyuna yapılan açıklama dışında, toplantıda askerlerin 18 maddelik talep listesini hükümetin önüne koyduğu ve bunun imzalanmasını istediği, Demirel’in de buna destek verdiği anlaşıldı. Erbakan’ın ise bu taleplerin MGK’nın görev kapsamında olmadığını belirterek itiraz ettiği, sadece 4 maddelik toplantıya ilişkin bildiriyi imzalayacağını söylediği, Demirel’in bunu uygun bulması üzerine sadece resmi bildiriye imza attığı sonradan ortaya çıktı. Erbakan’ın 28 Şubat’ta imzalamayı reddettiği kararlar şöyleydi:
1- Anayasamızda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
2- Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı'na devri sağlanmalıdır.
3- Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
a- 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı.
b- Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kuran kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
4- Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
5- Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir.
6 -Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
7- İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şûra kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nden (TSK) ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'yi dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır.
8- İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK'dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir.
9- TSK'ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
10- Bu maddenin tam metnini Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini ilgilendirdiği için yayınlayamıyoruz.
11- Aşırı dinci kesimin Türkiye'de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir.
12- T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasası'na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır.
13- Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.
14- Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
15- Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır.
16- Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasadışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır.
17 -Ülke sorunlarının çözümünü "millet kavramı yerine ümmet kavramı" bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.
18- Büyük Kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemelidir.
12.Erbakan, MGK kararının ekinde yer alan bu kararları daha sonra imzaladı mı?
Erbakan’ın kararları imzalamayı reddettiği ancak baskılar sonunda beş gün sonra imzalamayı kabul ettiği biliniyor. Ancak Erbakan’ın yakın çalışma arkadaşları bunu reddediyor. Hâkim görüşe göre, Başbakan Erbakan, önce kararları imzalamadı. MGK Genel Sekreterliği ise “kararların uygulanmaması durumunda yaptırımların geleceğini” duyurdu. Erbakan, diğer parti liderlerinden yardım isteyerek MGK kararlarına birlikte karşı çıkılmasını istedi fakat aradığı desteği bulamadı. 4 Mart’ta ise MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç’tan “bildirinin yumuşatılmasını” istedi ancak bu isteği de reddedildi. Bu sırada medyanın yanı sıra işçi ve işveren kuruluşları da MGK kararlarının uygulanması için açıklamalar yaptı. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller de MGK kararlarının uygulanacağını açıkladı. 5 Mart günü Erbakan da bildiriyi imzaladı. MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç da imzaların tamamlandığını açıkladı.
Erbakan’a yakın isimlerden dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan ise “Erbakan’ın 18 maddelik kararları imzalamadığını, sadece yeniden oluşturulan 4 maddelik bir bildiriyi imzaladığını” savundu. Erbakan ise 2010’da yaptığı açıklamada, "MGK kararlarını anayasaya uygunluğunun incelenmesi için hükümete havale edilen belgeyi imzaladığını" bildiriyi imzalamadığını söyledi. Ancak o dönem, Erbakan’ın beş gün sonra kararları imzaladığı haberleştirildi ve buna yönelik itiraz gelmedi. “28 Şubat’ın bir darbe değil, aksine askeri kışlasında tutma süreci olduğunu” savunan yıllar sonra yapılan itirazlara ise dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, 2009’da verdiği röportajda, “Burada herkesin imzası var. Kararın bir ön yazısı var. Bir de arkasında kararlar var, 1-2-3-4-5... diye. Şimdi diyor ki, ‘Efendim imzalamadık kararları’ diyor, ‘ama’ diyor ‘ön yazıyı imzaladık’ diyor. Olur mu? Hepsi burada... Diyorum ki Erbakan bunu imzalamış, işte imzası. 14 Mart tarihli bir kâğıt bu. Başbakan, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri’ne mektup yazıyor, diyor ki, ‘MGK’da alınan kararları Bakanlar Kurulu’nda görüştük, uygulamaya koyduk.’ Zaten Anayasa da onu haiz. Erbakan bunu kabul etti-etmedi tartışmasını nasıl yapıyor insanlar bunu anlamak mümkün değil. Bu belge tartışmayı tamamlar” açıklamasını yaptı. Demirel, 2006’daki bir başka açıklamasında ise Erbakan’ın kararları bir gün sonra imzaladığını söyledi.
16 yıl sonra açıklanan MGK tutanaklarında ise toplantının şu şekilde kapatıldığı belirtiliyor:
"Bu konuşmanın ardından sayın Cumhurbaşkan’ının, 'Burada tartışılan konu siyasi değil, güvenlik siyasetidir, güvenliğe ilişkin tehditlerdir. Siyasi yer, Bakanlar Kurulu’dur. Şimdi bu konu yeterlice tartışılmıştır. Önce basın bildirisini mi kararlaştıralım yoksa kararı mı?' diyerek sorduğu; Başbakan'ın 'Basın bildirisini önce okuyalım, kararlaştıralım' dediği sonra basın bildirisinin okunduğu, herhangi bir itiraz olmaması üzerine taslak olarak hazırlanan kurul kararının da okunduğu, bunun üzerine Başbakan'ın 'Şimdi 9 saatlik yoğun bir çalışmadan sonra bu kadar maddeyi sağlıklı olarak değerlendirerek sonuca ulaşmak doğru olmaz onun için bunu yarın inceleyip kararlaştıralım' dediği, Genelkurmay Başkanı'nın ise 'Bunu 10 dakikada tamamlarız, yarına kalmasına gerek yok' biçiminde cevap verdiği, bu kez Başbakan'ın 'Bu gibi şeyler ayaküstü olacak işler değil, biz bunu bizim önümüze koydular, imzalamak zorunda kaldık diyemeyiz. Onun için bunu yarın inceleyelim' dediği; son olarak sayın Cumhurbaşkanı'nın 'Biz bunu yarına bırakalım, metin üzerinde bazı rötuşlar da yapmak mümkün. İmam Hatip okulları ve Kur'an kursları kapatılıyor imajını da yaratmayalım. Bu gibi yerleri Genel Sekreter yeniden düzenleyip yarın Genelkurmay Başkanı ve Başbakan ile görüşür ve neticelendirirsiniz. Bunu öyle yapalım' diyerek toplantıyı kapattığı, toplantının 23:54'te sona erdiği, bu toplantıyla ilgili tutanağın Hava Orgeneral Genel Sekreter İlhan Kılıç tarafından imzalandığı ve tutanağın toplam 29 sayfadan oluştuğu görülmüştür.”
13. Kararlar, REFAHYOL hükümeti tarafından uygulandı mı?
Erbakan, imza tartışmasının o dönem bittiğinin açıklanmasından sonra siyasi partilerle kararların uygulanmamasına yönelik görüşmeler yaptı. Ancak destek bulamadı. Kararları TBMM’de tartışmaya açıp reddedilmesini sağlamayı amaçladığı, ancak TBMM Başkanı Mustafa Kalemli’nin, "MGK kararlarının muhatabı hükümettir. Kesinlikle bunları Meclis'te tartıştırmam" diyerek buna engel olduğu iddia edildi. Mart ayı içerisinde Başbakan Yardımcısı Çiller, MGK kararlarının kısa, orta ve uzun vadede uygulanması konusunda Erbakan ile birlikte bütün bakanlara talimat verdiklerini belirterek, "Sekiz yıllık eğitim bu hükümet zamanında ortaya çıkmış değildir. Yıllardır konuşulan bir konu. Ama biz ciddiyetle ele alıyoruz. Kimsenin şüphesi olmasın, bu geçiştirme falan değil, çok ciddi bir çalışmadır" dedi. Milli Eğitim Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamada, İmam-hatip liselerini de kapsamak üzere bütün ortaokulların aşamalı olarak kaldırılması yöntemi üzerinde ağırlıklı olarak durulduğu bildirildi. Ancak özellikle askerden kararların yerine getirilmesinin beklendiği açıklamaları sürdü ve irticanın öncelikli tehdit etmeye devam ettiği yönünde açıklamalar yapıldı.
14.Asker, 28 Şubat sonrası hükümete karşı neler yaptı?
TSK, 28 Şubat’tan önce başlattığı irtica brifinglerini artık kamuoyuna açıklayarak düzenledi. Medyanın ardından Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerine brifingler verildi. Dönemin Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek'in, adını anmadan Başbakan Erbakan'ı hedef alan ve hakaret içeren bir konuşması medyaya yansıdı. RP'li bir milletvekilli, Özbek hakkında soruşturma açılması için Genelkurmay Başkanlığı'na başvurdu. Soruşturma izni için dosya Başbakan Erbakan'ın önüne geldi. Ancak Erbakan gerilimin daha da tırmanmaması için bu izni vermedi.
Genelkurmay Başkanlığı, 7 Haziran’da irtica ile bağlantılı olduğu iddia edilen firmalara ambargo koydu. Aynı dönemde üniversiteler, 28 Şubat kararlarını ve yargı kararlarını gerekçe göstererek başörtülü öğrencileri derslere almama kararlarını ardı ardına açıkladı.
15. Batı Çalışma Grubu (BÇG) bu dönemde mi kuruldu, “ihtilal” konuşmaları nerede yapıldı?
BÇG’nin, 28 Şubat kararlarının uygulanıp uygulanmadığını denetlemek amacıyla kurulduğu iddia edildi. Ancak tartışmalar, 28 Şubat’tan önce çalışmaların başladığını ortaya koydu. BÇG’nin dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Erkaya’nın önerisiyle kurulduğu da ortaya çıktı. Erkaya, bu konuda, daha sonra anılarını kaleme alan Baytok’a şunları açıkladı:
“Sincan olayları bardağı taşıran damla oldu. Sincan Belediye Başkanı, 1997 yılı başına doğru hindi ve içki satışlarını yasaklamış. Daha sonra Belediye Başkanı düzenlediği Kudüs Gecesi'nde irticayı hortlatmanın, şeriatı yeniden getirmenin adeta provasını yapıyor… Bütün bunlara sebebiyet veren adam hakkında soruşturma başlatılınca, Adalet Bakanı (Şevket Kazan) ziyaretine gidiyor. Sincan olayları Milli Güvenlik Kurulu dahil her düzeyde tepki gördü. Buna rağmen, hükümet çevrelerinden hiçbir reaksiyon gelmedi. Bu, böyle devam edemezdi. Bir MGK toplantısından sonra Genelkurmay'da Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir paşalarla bir araya geldik. Ne yapacağımızı konuştuk. Hikmet Paşa, ‘‘Hükümetin bir şey yapacağı yok, bizim bir şey yapmamız lazım, bunu halk bizden beklemektedir. Ben Genelkurmay Başkanı'nın da emrini alıp planlanmış bir program tahtında tatbikata katılacak tank birliklerini Sincan'dan geçirterek eğitim alanına oradan gönderirim' dedi. Ve ertesi sabah tanklar yürüdü. Sincan'dan geçtiler. Tankların geçişi beklenen etkiyi gösterdi.
Silahlı kuvvetlerde rahatsızlık vardı. Bu gidişin karşısına çıkılması zamanı gelmişti. Bunu Genelkurmay Başkanı'nın odasında arkadaşlarla konuşurken ortaya çeşitli fikirler çıkıyordu. Bu fikirler kamuoyu önünde açık mücadeleden, ihtilal yapmaya kadar geniş bir yelpaze içinde değişiyordu. Ben o zaman şunu savundum: ‘‘İhtilal için ortam hazırlanana kadar beklenilsin isteniyorsa, o zaman nasıl tayin edilecek? Yani durum ihtilali gerektirecek safhaya geldiğine, neye göre karar vereceksin? Buna erken teşebbüs edilirse, iç ve dış kamuoyundan tepki gelebilir. Geç kalırsak, bu sefer de ihtilal yapılamayacak bir duruma düşmüş olunabilir. Biz yasal ortamda kalalım, kamuoyunun önüne bizim yasal yerimiz olan Milli Güvenlik Kurulu'nda çıkalım. Biz, Milli Güvenlik Kurulu'nda konuyu sürekli irdeledik.
Ocaktan sonraki aylarda ihtilal yapılacakmış gibi bir hava oluşmaya başladı. Oysa ihtilal en son çare olarak düşünülüyor. Sokaktan gelebilecek bir ayaklanma ihtimaline karşı hazırlıklı olmak için plan yapmayı, bu amaçla bazı bilgiler toplamayı önermiştim. Batı Çalışma Grubu böylece doğdu. Bununla ilgili bir kâğıdı, Deniz Kuvvetleri'nde bir er Çiller'e ulaştırmış. O da ‘Bak ihtilal oluyor’ diye korkutmak için Erbakan'a, Erbakan da Cumhurbaşkanı'na göstermiş. Genelkurmay Başkanı durumu bana bildirdiğinde, kendisine ‘Galiba maksadımıza nail oluyoruz, bizim ihtilal yapmak niyetimiz yok, ama hükümet çevrelerinde bu korku ve kanaatin uyanmış olması işimizi kolaylaştıracaktır’ dedim. 28 Şubat öncesinde irtica hareketleri çok artmıştı. Bunun için ciddi ve güvenilebilir bir istihbarat çalışmasına ihtiyaç vardı. Sadece MİT'in vereceği bilgilerle yetinemezdik. İrtica hareketleriyle ilgili bir çalışma yapılmasını Genelkurmay Başkanı'na ben teklif ettim ve onun talimatıyla Batı Çalışma Grubu adıyla Genelkurmay'da bir grup kuruldu. Gruba, Kara, Deniz, Hava kuvvetleriyle Jandarma Komutanlığı'ndan üyeler katıldı. Bu grubun faaliyetlerinden neler yapılıp yapılacağından, gruptaki Deniz Kuvvetleri temsilcimiz bana düzenli olarak bilgi verirdi…”
Erkaya’nın önerisiyle Deniz Kuvvetleri’nde kurulan BÇG ile organizasyonu Çevik Bir’in yaptığı ve BÇG’nin o dönem binlerce kişiyi fişlediği iddia edildi. BÇG’nin varlığı, Çevik Bir imzalı bazı belgelerin Emniyet İstihbarat Dairesi’ne iletilmesi, dairenin de hükümete, darbeye hazırlanıldığı yönünde rapor hazırlamasıyla ortaya çıktı. Genelkurmay Askeri Savcılığı, belgelerle ilgili soruşturma başlattı ve polis kökenli Deniz Onbaşı Kadir Sarmusak tutuklandı. Belgelerin sızmaya devam etmesi üzerine belgeleri İçişleri Bakanı Meral Akşener'e ilettiği iddia edilen Emniyet İstihbarat Dairesi Başkan Vekili Bülent Orakoğlu tutuklandı. Yargılama sonunda her iki isim de beraat etti.
16.Refahyol hükümeti nasıl düştü?
Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, 21 Mayıs 1997’de, Refah Partisi’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. Genelkurmay’ın irtica brifingleri sürüyordu. Brifinglerde, Genelkurmay’ın “irticai faaliyetlere karşı gerekirse silahla karşılık verebileceği” yönünde açıklamalar da yapıldığı kamuoyuna yansıdı. Söz konusu açıklamaların temeli, Genelkurmay Başkanlığı’nda verilen brifinglerde de altı çizilen, TSK İç Hizmet Kanunu’nun, silahlı kuvvetlere “cumhuriyeti kollama ve koruma görevi” veren 35. maddesi oldu. (“Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır" hükmünü taşıyan 35. madde, 2013 yılında “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır” şeklinde değiştirildi).
Aynı süreçte DYP’den istifalar hızlandı. Çiller’in o dönem Karadayı başta olmak üzere komutanları görevden almayı önerdiği ancak Erbakan’ın Demirel’in onaylamayacağını belirterek bunu geri çevirdiği de iddia edildi. Bunun üzerine Erbakan ile Çiller’in, üzerlerindeki baskıların azalması için yeni bir yol haritası hazırladığı ortaya çıktı. Buna göre Erbakan istifa edecek, hükümeti kurma görevini Demirel’den alacak olan Çiller’in başbakanlığında yeni bir REFAHYOL hükümeti kurulacaktı. 18 Haziran’da Erbakan, yaklaşık bir yıl sürebilen Başbakanlık görevinden istifa ettiğine dair mektubu Demirel’e iletti. Erbakan istifasını, Çiller’in Başbakan olması yolundaki anlaşmayı ve bu doğrultuda yeni hükümeti kurma görevinin Çiller’e verilmesi beklentisini paylaşarak Demirel’e sundu.
17.Demirel, hükümeti kurma görevini neden Çiller yerine Yılmaz’a verdi?
Demirel, 19 Haziran’da beklentilerin aksine hükümeti kurma görevini, takdir hakkını kullandığını belirterek ANAP lideri Yılmaz’a verdi. Refah Partisi ile DYP’den gelen itirazlar sonucu değiştirmedi. 30 Haziran'da Mesut Yılmaz, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D Hükümeti’ni kurdu. 28 Şubat kararlarını hemen uygulamaya başlayan yeni hükümet, 16 Ağustos’ta sekiz yıllık kesintisiz eğitim düzenlemesini Meclis’ten geçirdi. İrtica ile mücadele konusunda da adımlar atılmaya başlandı.
18.REFAHYOL’un istifasıyla askerin siyaset üzerindeki etkisi sonlandı mı?
Hayır. REFAHYOL’dan sonra hükümeti kuran ve “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyen Mesut Yılmaz da zaman zaman askerin direnciyle karşılaştı ve bu nedenle sıkıntılar çekti. Aynı dönemde asker 28 Şubat kararlarının uygulanması baskısını da sürdürdü. 8 yıllık kesintisiz eğitim düzenlemesinden hemen sonra 28 Kasım 1997’de kamu kurumlarının tamamının irticai faaliyetler konusunda denetlenmesi için Başbakanlık Takip Kurulu kuruldu. Asker, buna rağmen BÇG’yi lağvetmedi. İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında “emniyet, asayiş, yardımlaşma” (EMASYA) protokolü imzalandı ve bu sayede Genelkurmay, diğer kamu kurumlarının denetimi konusunda da bakanlıktan düzenli bilgi istemeye başladı. İrticai faaliyette bulunduğu iddia edilen yüzlerce kişinin bu takipler sonunda işinden edildiği öne sürüldü.
19.Refah Partisi kapatıldı mı?
Evet. Dava 16 Ocak 1998'de sonuçlandı ve parti kapatıldı. Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik'e 5 yıl siyaset yasağı getirildi. Kapatma gerekçesinde, “parti görevlilerinin laiklik karşıtı eylemleri, devletin kurucusuna karşı suçlamaları ve başörtüsüyle ilgili siyaseti” de kanıtlar arasında sayıldı. Bağımsız kalan milletvekilleri, kapatma ihtimaline karşı kurulan Fazilet Partisi'ne geçti.
20.Bu gelişmelerin ardından siyaset nasıl şekillendi?
Anasol-D hükümeti olarak bilinen Yılmaz başbakanlığındaki koalisyonu Deniz Baykal liderliğindeki CHP dışarıdan destekliyordu. Yılmaz ve Baykal’ın anlaşmasıyla 2000’de yapılacak genel seçimler, yerel seçimle birleştirilerek 18 Nisan 1999’da gerçekleştirildi. Sandıktan DSP birinci, MHP ikinci, Fazilet Partisi üçüncü çıktı. Ecevit, MHP lideri Devlet Bahçeli ve ANAP lideri Mesut Yılmaz’la anlaşarak koalisyon hükümetini kurdu.
111 vekil çıkartan Fazilet Partisi, milletvekili Merve Kavakçı’nın Meclis’teki yemin törenine başörtülü gelmesi ve yaşanan olaylardan sonra hedef haline geldi. Yargıtay Başsavcılığı, 7 Mayıs 1999’da Fazilet Partisi’nin de kapatılması istemiyle dava açtı. Bu dava sürerken, Fazilet Partisi içerisinde, “yenilikçiler-gelenekçiler” tartışması başladı. Dava 22 Haziran 2001’de sonuçlandı ve Fazilet Partisi de kapatıldı. Parti kapatılmadan önce yapılan son kongrede, “Erbakan’ın emanetçisi” olarak bilinen Recai Kutan’ın karşısına yenilikçi kanattan Abdullah Gül aday olarak çıktı. 633 delegenin oyunu alan Kutan’a karşı yenilikçilerin adayı Gül 521 oy aldı. Erbakan cephesi Kutan ile kılpayı bir zafer kazanmış, yenilikçiler Gül’ü seçtiremese de güçlerini ortaya koymuşlardı.
21. AKP’nin iktidara gelmesinde 28 Şubat’ın etkisi oldu mu?
AKP iktidara geldiğinde Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Hilmi Özkök, “AKP’nin yolunu 28 Şubat sürecinin asfaltladığını” söyledi.
28 Şubat’ın etkisini sürdürdüğü dönemde Susurluk skandalı, mafyanın güçlenmesi, Marmara Depremi gibi ağır gelişmeler yaşandı. Ecevit’in sağlık sorunları yaşamasından sonra DSP’nin bölünmesi ve Bahçeli’nin erken seçim kararıyla 3 Kasım 2002 seçimlerine gidildi. Milli Görüş Hareketi’nden çıkan Refah ve Fazilet partilerinin kapatılmasından ve Erbakan’a uygulanan siyaset yasağından sonra muhafazakâr seçmenin odağına yeni kurulan AKP yerleşti. 12 Aralık 1997’de Siirt’te yaptığı konuşmada, okuduğu şiir nedeniyle yargılanan ve 26 Mart 1999’da , 4 aylık cezasının paraya çevrilmemesi nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sonlanan Recep Tayyip Erdoğan, cezaevinden çıktıktan sonra Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener ile birlikte yenilikçi hareketi, 14 Ağustos 2001’de partileştirdi. Fazilet Partisi’nin yerine kurulan Saadet Partisi’ne geçmeyen bu isimler, ağır ekonomik krizin etkisi altında yapılan seçime AKP ile girdiler. “Milli Görüş gömleğini çıkarttık” söylemi ile 28 Şubat’ın etkilerinden korunmaya çalışan AKP, kurulduktan yaklaşık 1,5 yıl sonra, 3 Kasım 2002 seçiminde büyük başarı elde etti. DSP, ANAP, MHP, DYP gibi partilerin baraj altında kaldığı seçimde, sadece AKP ile CHP barajı geçebildi. Oyların yüzde 34’ünü alarak parlamentodaki sandalyelerin yaklaşık yüzde 65’ine tekabül eden 363 milletvekilliği çıkaran AKP’nin halen süren tek başına kesintisiz iktidar dönemi başladı.
22.28 Şubat davası nasıl açıldı?Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca başlatılan soruşturma kapsamında ilk operasyon, 12 Nisan 2012'de düzenlendi. Operasyonlar sonucu dönemin Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir, Genelkurmay İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma (İKK) Daire Başkanı emekli Orgeneral Fevzi Türkeri, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri emekli Orgeneral İlhan Kılıç, Genelkurmay Harekât Başkanı emekli Orgeneral Çetin Doğan, Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Ahmet Çörekçi, Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Hikmet Köksal, Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Teoman Koman ile eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz'ün de aralarında bulunduğu birçok kişi 28 Şubat'ın faili olarak tutuklandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ise tutuksuz yargılanması kararlaştırıldı. Aynı dönemde TBMM’de kurulan Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu da odağına 28 Şubat sürecini aldı. Ankara Başsavcılığı adına sonradan FETÖ üyeliği nedeniyle ihraç edilen ve 2016’da tutuklanan Mustafa Bilgili, iddianameyi hazırladı.
23.Kimler yargılandı, neler yaşandı?
Soruşturma 22 Mayıs 2013'te tamamlanarak 103 kişiye, suçlamaya ilişkin tarihte yürürlükte bulunan ve lehlerine olan eski Türk Ceza Kanunu'ndaki (TCK) "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren düşürmeye, devirmeye iştirak etmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle dava açıldı. Davanın 1309 sayfalık iddianamesinde suç tarihi olarak 54. Hükümet’in kurulduğu 8 Temmuz 1996 ve sonrası gösterildi. İddianamede Tansu Çiller "mağdur", Meral Akşener "tanık", Şevket Kazan, Şeref Malkoç, Merve Kavakçı, Mehmet Bekaroğlu'nun da aralarında bulunduğu 481 kişi de "müşteki/mağdur" olarak yer aldı. 28 Şubat davasının ilk duruşması, 2 Eylül 2013'te görüldü. Savunma yapan ilk sanık olan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Bir, iddianamede "temelsiz, hukuk dışı, birbiriyle ilgisi olmayan" hususlara yer verildiğini ileri sürdü ve "İsnat edilen suçla ilgi kurulmaya çalışılan iddialar, tümüyle mevzuat çerçevesinde cereyan eden faaliyetlerdir" ifadesini kullandı. Sanıklardan eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ise "28 Şubat süreci, bazı çevrelerce söylendiği gibi bir darbe süreci asla değildir" savunmasını yaptı. Çetin Doğan da "BÇG ve 28 Şubat iddianamesi adıyla açılan dava, Ergenekon ve Balyoz türevindendir" iddiasında bulundu. Yargılama sürecinde farklı tarihlerde, sanıkların adli kontrolle tahliyeleri kararlaştırıldı.
24.Mahkeme hangi kararı verdi?
Davanın görüldüğü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, 13 Nisan 2018'de hükmünü açıkladı. Dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir, Genelkurmay Harekât Başkanı emekli Orgeneral Çetin Doğan, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Ahmet Çörekçi, dönemin Genelkurmay MEBS Başkanı ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Hayri Bülent Alpkaya, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Hikmet Köksal, dönemin Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Aydan Erol, Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanı Cevat Temel Özkaynak, dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı Çetin Saner, Genelkurmay İstihbarat ve İKK Daire Başkanı emekli Orgeneral Fevzi Türkeri, dönemin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri emekli Orgeneral İlhan Kılıç, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Çetin Dizdar, eski YÖK üyesi emekli Korgeneral Erdoğan Öznal, dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Harekât Başkanı Hakkı Kılıç, dönemin Genelkurmay İç Güvenlik Harekât Dairesi Plan Şube Müdürü İdris Koralp, dönemin Genelkurmay İç Güvenlik Harekât Dairesi Başkanı ve Başbakan Askeri Başdanışmanı Kenan Deniz, dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Muhittin Erdal Şenel, dönemin Genelkurmay Plan Prensipler Başkanı Vural Avar, dönemin Genelkurmay Personel Başkanı Yıldırım Türker ve dönemin YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, suçlama tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 147. maddesi uyarınca "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren düşürmeye ve devirmeye iştirak" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Böylece 21 sanık ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilmiş oldu. Ancak mahkeme, sanıkların yargılama sürecindeki tutum ve davranışlarını, takdiri indirim nedeni kabul ederek cezalarını müebbet hapse çevirdi.
Mahkeme, daha alt rütbeli 10 sanığın davasını zamanaşımından düşürürken, 68 sanığın beraatına hükmetti. İsmail Hakkı Karadayı ve Güven Erkaya’nın da aralarında bulunduğu hayatta olmayan sanıkların dosyaları düşürüldü.
25.Yargıtay kararı onadı mı, hangi isimler cezaevinde?
9 Temmuz 2021 tarihinde 14 sanığın müebbet hapis cezası Yargıtay tarafından onandı. Sanıklar Ahmet Çörekçi, Aydan Erol, Cevat Temel Özkaynak, Çetin Doğan, Çetin Saner, Çevik Bir, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Hakkı Kılınç, İdris Koralp, İlhan Kılıç, Kenan Deniz, Vural Avar ve Yıldırım Türker hakkında, müebbet hapis cezasını onanmasının ardından 19 Ağustos 2021’de yakalama kararı çıkartıldı. Bu isimler cezaevine konuldu ve rütbelerinin sökülmesi için Genelkurmay Başkanlığı’na yazı gönderildi. 80’li yaşlarda olan bu isimlerin sağlık nedenlerinden dolayı cezaevinde kalamayacakları iddia edildi ancak Adli Tıp Kurumu, cezaevinde kalmalarına engel durum olmadığına karar verdi. Bu isimler halen cezaevinde.
Karadayı hakkındaki dava, ölümü nedeniyle düşürüldü. Erdoğan Öznal, Halil Kemal Gürüz, Bülent Alpkaya ve Muhittin Erdal Şenel'in müebbet hapis cezaları ise bozuldu. Bu isimlerin suça yardımdan yargılanmalarına karar verildi. Bu yargılama yerel mahkemede sürüyor.