Orhan Kemal Cengiz (Radikal, 18 Haziran 2012)
Cumartesi gecesi Şanlıurfa Cezaevinde yaşları 20-25 arasında değişen, canları devlete emanet edilen 13 mahpus, yanarak feci şekilde öldüler. Pazar sabahı ilk iş olarak Şanlıurfa Barosu Başkanı ve cezaevi komisyonu üyelerini aradım. Baro Başkanı Av. İrfan Güven ve diğer kişilerin anlattıkları, Adalet Bakanımızın açıklamalarının doğru olmadığını gösteriyor. Sayın Bakan, 275 kişilik cezaevinde 1057 kişinin kalmasını, ‘açık cezaevinden E tipi cezaevine yapılan aktarma sonucu’ olarak açıklıyor. Yani “geçici” bir durum olarak sunuyor. Halbuki, Urfa’daki avukatlardan aldığım bilgilerden, böyle bir transfer olmadığı gibi, cezaevindeki sorunların çok uzun zamandan beri devam ettiğini ve bu sorunları Adalet Bakanlığı’na anlatmak için yapılan tüm çabaların sonuçsuz kaldığını öğrendim. Yine Adalet Bakanlığı, yangının C-15 koğuşundaki “kavga” sonucu çıktığını söylüyor, koğuşun kapısının arkasına ranzaların yığıldığına dikkat çeken Baro Başkanı ise yangının cezaevi koşullarını protesto etmek için çıkan isyanın bir sonucu olduğunu ifade ediyor.
Urfa’daki felaket bağıra bağıra geliyorum demiş. Ama ne mahpuslar ve ne de onlar adına konuşmaya çalışan avukatlar seslerini duyurabilmişler. Baro, sürekli yakınmaların geldiği cezaevindeki sorunlardan uzun süredir haberdarmış. Resmen gündeme almaları ise A.Y. isimli bir mahpusun barodan adli yardım talebinde bulunması üzerine gerçekleşiyor. A.Y., cezaevindeki insanlık dışı koşullardan yakınarak cezaevi idaresine bir kaç defa dilekçe veriyor, bu koşulların acilen değiştirilmesini talep ediyor. Dilekçelere hiç bir cevap alamayınca bu defa baroya başvuruyor. Baro gerekli hukuki girişimlerde bulunmak üzere Avukat Hüseyin Kandemir’i görevlendiriyor.
Kandemir, Şanlıurfa Cezaevi’ndeki tutulma koşullarının insanlık dışı niteliğini uzun uzun anlatan, bunların bir an önce önlenmesini ve bu “hizmet kusuru” nedeniyle, Adalet Bakanlığı’nın müvekkiline tazminat ödemesini talep eden bir dilekçeyi Bakanlığa gönderiyor. İlk gönderme tarihi Eylül 2011. Cevap alamayınca bu defa Ocak 2012’de verdiği dilekçenin akibetini soran ikinci bir dilekçe yazıyor. Bu dilekçelere cevap alamayınca, Nisan 2012’de aynı dilekçeleri tekrar gönderiyor. Kandemir’in dilekçeleri şu ana kadar hiçbir şekilde cevaplanmıyor. Bu dilekçede yazılanlara bakınca, cumartesi gecesi yaşanan felaketin kaçınılmaz bir ‘akıbet’ olduğunu görüyorsunuz. Kandemir’in dilekçesinde, altını çizdiğim cezaevindeki insanlık dışı koşullarını anlatan bazı tespitler şöyle:
“Kalabalıktan dolayı yatak sorunu fazlasıyla hissedilmekte ve mahkumlar vardiyalı olarak yatmakta.” “Şanlıurfa’da yaz aylarında gölgede 45-50 derecelere varan hava sıcaklığının olması ve 10 kişilik koğuşlarda 30 kişinin bulunması ve bunun yanında klima kullanımının da uygulamada yasak olması nedeniyle odalarda bunaltıcı ve yaşanmaz bir ortamın oluşması kaçınılmazdır.” “Tutuklu ve hükümlü sayısının fazla oluşu personel açığını da ortaya çıkarmıştır ki bundan kaynaklı birçok adli vaka yaşanmıştır.”
“Soğuk havalarda lazım gelen kıyafetlerin sınırlı oluşu tutuklu ve hükümlülerin çeşitli hastalıklara yakalanmasına sebep olduğu gibi; yaz aylarında da Şanlıurfa gibi yurdun en sıcak kesiminde terlemeden dolayı kılık kıyafete fazlasıyla ihtiyaç duyulmaktadır...Ayrıca iç çamaşırı ve havlu gibi ihtiyaçların dışarıdan karşılanmasına izin verilmediği ve bu gereksinimlerin ancak cezaevi kantininden temin edilebileceği şeklindeki uygulama da yerinde değildir...” “Görüşmeler tutuklu ve hükümlünün fazla olması hasebiyle kısaltılarak açık görüşlerde 30, diğer görüşlerde ise 10 dakikaya indirilmiştir.”
“Revir olarak tabir edilen bölümde uygulamaya dönük herhangi bir sağlık hizmeti verilmediği gibi sevk işlemlerinde yaşanan aksaklıklar hasta hükümlü ve tutukluları zor durumda bırakmaktadır..”
Baro başkanı Av. İrfan Güven de, bu dilekçelerden ayrı olarak, cezaevinin durumuyla ilgili, baro olarak hazırladıkları bir raporu Adalet Bakanı’nın Şanlıurfa ziyareti öncesinde, Nisan 2011 de yayınladıklarını söylüyor. Ki bu rapor hâlâ baronun web sitesinde mevcut. Bu raporda şu tespitler var:
“Kapasitenin 3-4 katı insan kalıyor; mahkumlar yerde yatmak için bile sıraya giriyor. Koğuşlarda tek tuvalet var ve su günde 4 defa birer saat akıyor. Her mahkuma ihtiyacını görmek için 2 dakika düşüyor.” Bu koşullara 45 derece sıcağı ekleyin ve bütün koğuşun serinletilmesi için bir tek vantilatörün verildiğini hayal edin. Bunlar, cezaevinden çok bir “toplama kampı” görüntüsü sergiliyor. Bu koşullar uluslararası hukuk nezdinde insanlık dışı muamele ve işkence niteliğindedir. Bu koşullar altında tutulan insanlar cinnet de geçirir, insanlıktan çıkıp her şeyi yapabilir.
Nitekim aynı cezaevinde bir mahkum daha önce kendini yakmış ve bazı mahkumlar açlık grevi yapmışlar. Bağıra bağıra gelen büyük bir felaket bu. Öyle basit, arızi sorunlardan falan kaynaklanmıyor. Bütün ceza ve infaz sistemini sorgulamamız gereken bir tabloyla karşı karşıyayız. Adalet Bakanlığı’nın mahpus hakları söz konusu olduğunda nasıl ses geçirmez duvarlarla çevrelendiğine dönüp bakmamız gerekiyor.
Çağdaş ceza ve infaz sistemi, basit bir paradigma üzerine kurulu: Cezaevindeki, dolayısıyla da özgürlüğünden mahrum bırakılmış kişiler, ek bir ceza niteliğindeki koşullara maruz bırakılamazlar. Şanlıurfa Cezaevi’nde tanık olduğumuz koşullar ise, insan hafsalasını zorlayacak nitelikte. Öyle umuyorum ki, bu felaket bir sorgulamaya, sistemin gözden geçirilmesine yol açar. Mahpusların şikayetlerinin etkin bir şekilde soruşturulmasından tutun da cezaevlerinin sivil toplumun denetimine açılmasına kadar çok kapsamlı bir gözden geçirmeye ihtiyacımız var. Ama ilk olarak, bu geliyorum diyen felaketin sorumlularının hukuk önünde hesap vermesi gerekiyor...