Mesut Yegen İstanbul Şehir Üniversitesi - Sosyoloji bölümü
Her seçimin ardından sorulan iki bildik soruya kendimce cevap vereyim. Sorular malum: (30 Mart’ta) “Sürpriz var mı” ve “kim, hangi parti kazandı”. Cevabım: “Sürpriz yok” ve “herkes kazandı, herkes kaybetti”.
Seçimden evvel yaşanan olağanüstü durum çoklarını heyecanlandırıp, siyasi tablonun kökten yenileceği ümidini verirken, yaşanan olağanüstü halin bir diğerine zıt siyasi kanaat ve süreçleri beslediğini görebilenler 30 Mart seçimlerinin seçim öncesinin siyasi tablosunu kökten yenileyemeyeceğini kestiriyordu. Sonuçlar bu kestirimi haklı çıkardı: 30 Mart siyasi tabloyu yenilemedi; siyasi alanın dört büyük aktörü aşağı yukarı seçim öncesindeki ağırlıklarını muhafaza ettiler. Hülasa, seçimlerden sürpriz çıkmadı.
“Kim kazandı, kim kaybetti” sorusuna gelince; burada durum biraz karışık. Yazının başlığının bu karışıklığı iyi ifade ettiğini düşünüyorum: Herkes kazandı, herkes kaybetti. Bu apaçık çelişkili, izaha muhtaç kanaatimi açıklamaya çalışayım.
Aslında, seçim sonuçları ilk bakışta tevil götüremeyecek denli açık. Ak Parti, açık ara birinci parti ve rakipleri CHP ve MHP, Ak Parti’yi çok uzaktan takip edebiliyor. Bu itibarla Ak Parti’nin seçimlerin kazanan partisi, CHP ve MHP’ninse kaybeden partileri olduğuna şüphe yok.
BDP’nin durumu biraz farklı. Diğer üç partiden farklı olarak BDP bir ulusal parti değil, bölgesel bir parti, daha doğrusu Kürtlerin partisi. Bu sebeple, BDP+HDP, skor itibarıyla 4. parti olmakla beraber kendi sahasının, bölgesinin lideri durumunda ve o da kazandı. Şimdi, ilk bakışta manzara bu. Ancak bu, 2014 seçimlerinin ‘kendinde, izole bir vaka’ olarak ele alınması halinde görünen manzara. 30 Mart seçimlerinden önceki seçimlerle ve seçim öncesinin olağanüstü durumuyla ilişkili olarak ele alındığındaysa skorlar başka bir manzaraya işaret ediyor.
2014 seçimlerinin izole değil ilişkisel bir vaka olduğuna ve dolayısıyla ilişkisel olarak analiz edilmesi gerektiğine herhalde itiraz edilmez. Ancak neyle ilişkisel olarak analiz edilmesi gerekir sorusuna net bir cevap vermek çok da kolay değil. “Net cevap ortada; 2014 bir yerel seçim olduğuna göre bir önceki yerel seçimle kıyaslanarak analiz edilmelidir” denebilir. Bu doğru ama, dünya alem de şahit oldu ki, 2014 yerel seçimleri yerel seçim olmaktan biraz fazla bir şey oldu. 30 Mart seçimleri aslında bir genel seçim de olmanın ötesine geçti ve bir Erdoğan plebisitine dönüştü. Bu itibarla da 2011 genel seçimleriyle kıyaslanarak da analiz edilmesi bilhassa gerekiyor.
Ancak 30 Mart sadece önceki yerel ve genel seçimlere ilişkilendirilerek değil, hükümete, Erdoğan’a dönük 17 Aralık operasyonunun ardından ortaya çıkan olağanüstü durumla ilişkilendirilerek de analiz edilmelidir, çünkü malum, 30 Mart seçimlerinin neredeyse tek gündemi 17 Aralık operasyonu ve bu operasyonun ortaya saçtıkları oldu. Bu sebeple, seçim skorlarının 17 Aralık operasyonu sonrasında oluşan olağanüstü hale ilişkilendirilerek de anlaşılması gerekiyor.
Sonuç olarak, 30 Mart seçimleri 17 Aralık operasyonunun sebep olduğu olağanüstü hal sebebiyle esas olarak bir plebisit ikliminde gerçekleştiği ve ama yerel seçimler de olmaya devam ettiği için, hem 2009 seçimleriyle, hem 2011 seçimleriyle ve hem de 17 Aralık operasyonu sonrasının olağanüstü haliyle ilişkilendirilerek analiz edilse gerektir.
2014 skorlarının işaret ettiği manzara, ilk olarak bu seçimler 2009 seçimleriyle kıyaslandığında değişiyor. MHP haricinde her üç parti de 2009 seçimlerine kıyasla bu seçimlerde kazanmış görünüyor. Ak Parti’nin oyu 38.8’den 45.6’ya, CHP’nin oyu 23.1’den 27.5’e, BDP’nin oyu 5.7’den 6.6’ya yükselmişken, MHP’nin oyu 16.1’den 15.2’ye düşmüş durumda. Hem düşüşün görece önemsiz olması, hem de MHP’nin iddiasının sınırlılığı, MHP’nin aman aman başarısız olduğu sonucunu çıkartmaya yetmiyor. MHP ciddi bir oy kaybetmemişken diğer üç partinin oy kazanabilmiş olması elbette 2009 seçimlerinde yüzde 12’yi bulan SP (5.2), DP (3.7) ve DSP (2.8) oylarının 2014’te neredeyse buharlaşmış olmasıyla mümkün oldu. Uzun lafın kısası, 2014 seçimleri 2009 seçimleriyle kıyaslandığında, manzara farklılaşıyor ve dört parti de iyi kötü kazanmış görünüyor.
30 Mart seçimleri 2011 genel seçimleriyle kıyaslandığında yukarıdaki manzarada çok önemli bir değişiklik oluşuyor. 2011’e kıyasla CHP, MHP ve BDP oylarını arttırmışken, AK Parti oylarındaysa 3.3’lük bir düşüş gerçekleşmiş görünüyor (2011 genel seçimlerinde Ak Parti yüzde 49.9, CHP 25.9, MHP 12.9 ve DTP (BDP+HDP) 6.1 oy almıştı.) 2011 seçimleriyle ilgili kaydedilmesi gereken önemli bir veri 2009 seçimlerinde yüzde 12 civarında oy almış partilerin buharlaşması eğiliminin ilk kez bu seçimlerde gerçekleşmiş oluşu. Bu da şu demek: Bugünün başat dört partisinin dışında kalan partilerin güdükleşmesi hem 2011’in hem de 2014’ün temel özelliğiyken Ak Parti oylarında 2011’e göre yüzde 3.4 bir düşüş gerçekleşmiştir. Sonuç olarak, 30 Mart seçimleri 2011 genel seçimleriyle kıyaslandığında CHP, MHP ve BDP oylarını arttırmış, Ak Parti ise oy kaybetmiştir. Bu da şu demek: 2014 seçimlerinin kazanan partilerinden AK Parti 2011’e kıyasla başarısız, BDP başarılı, 2014’ün kaybedenlerinden CHP ve MHP ise 2011’e kıyasla başarılı olmuştur.
17 Aralık operasyonu Türkiye siyaseti için iki kuvvetli söz üretti: “Hırsızlar” ve “Haşhaşiler”. Operasyon ve sonrasında ortaya çıkan manzara iki gerçeği açık etmişti: “Birileri büyük meblağda götürmüştü” ve “Birileri, içeriden ve dışarıdan başka birilerin de desteğini alarak, ülkenin seçilmiş hükümetini ya da başbakanını seçim dışı yollarla alaşağı etmek istemişti”. Bu iki gerçeği anlatan iki sözcükten ilkini (Hırsızlar) CHP ve MHP, ikincisini de (Haşhaşiler) Ak Parti seçim sloganı haline getirdi.
Seçimlerden önce oluşan manzara açık etmişti ama seçimler açıkça teyit etti ki bu iki kuvvetli sözün her ikisi de seçim sonuçları üzerinde etkili oldu, ama ikincisi daha çok. Bu sözlerden biri galebe çalsaydı, 30 Mart sonrasında ya birilerinin beklediği üzere yüzde otuzlara çekilmiş bir Ak Parti ya da yüzde altmışlara vurmuş bir Ak Parti olurdu karşımızda. Ak Parti’yi yüzde 45, CHP’yi yüzde 30, MHP’yi de yüzde 15 civarına yerleştiren, her iki sözün de çalışması oldu. Bu da şu demek: Her üç parti de bu iki söz etrafında az ya da çok yeni seçmen kazandı ve mevcut seçmenlerinin bir kısmını kaybetti.
17 Aralık sonrası olağanüstü hale ilişkilendirildiğinde 30 Mart skorlarının gösterdiği özetle şudur: Ak Parti, yüzde otuzlara çakılabilecekken yüzde 45 almış ve başarılı olmuş ve ama yüzde altmışları görebilecekken yüzde 45’te kalmış ve başarısız olmuştur. Keza, CHP ve MHP ise Ak Parti’yi yüzde otuzlara indirebilecekken indirememiş ve başarısız olmuş, ama öte yandan da yüzde altmışları bulmasını engelleyerek ve kendi oylarını da bir iki puan arttırarak başarılı olmuşlardır.
BDP ise 17 Aralık operasyonu sonrasında oluşan gündemin aktif bir oyuncusu değil, eleştirel bir izleyicisi olmayı tercih etti ve kendi (lokal) gündemini oluşturmak istedi. BDP’nin lokal gündemi, çözüm sürecini devam ettirmek, HDP’yle Türkiye partisi olmak, demokratik özerklik inşasına hazırlanmak, Kürdistan’da etkili olunamayan yerlerde bayrak göstermek ve kadın belediye başkanlarının sayısını yükseltmekten oluştu. Bu lokal gündem BDP’yi az biraz yükseltti, ama beklenen, yakıştırılan (yüzde 7-8) başarıyı getirmedi.
30 Mart seçim sonuçlarının ilişkisel bir analizinin genel düzeyde gösterdiği bunlar. Sonuçlar, ilişkilendirilen vakaya nispetle dört partinin her birinin hem kazanan hem de kaybeden addedilebileceğini gösteriyor.
30 Mart seçim sonuçlarının niceliksel bir çözülmesi bunları gösteriyor. Ama seçim sonuçlarının bu niceliksel tablonun ötesine geçen bir de siyasi bir manası var. Seçim skorlarının siyasi manası her bir parti için farklılık arz ediyor elbette ve tek ele almayı gerektiriyor. (CHP ve Ak Parti arasına sıkışmışlığı itibarıyla yakın zamanda ana aktör olma ihtimali görünmeyen MHP’yi dışarıda bırakıyorum.)
Yukarıda söyledim: Ak Parti, 2009 seçimlerine kıyasla başarılı, 2011 seçimlerine kıyasla ise başarısız görünüyor. Hem 2013 boyunca gerçekleşen kamuoyu yoklamalarının gösterdiği üzere Ak Parti’ye desteğin seçimlerden önce yüzde ellileri geçmesi, hem de 30 Mart seçimlerinin bir genel seçim havasında gerçekleşmesi şuna işaret ediyor: Ak Parti 30 Mart’ta alabileceğinden azını aldı ve görece başarısız oldu. Bu sebeple, birilerinin “ezdik, geçtik” nidalarına kulak asmamak lazım, o nidaların alt-metninde “iyi sıyırdık” yazıyor. Nitekim başbakan da seçim sonrasında “neden yüzde altmış alamadık diye sormak lazım” diyordu. Aslında başbakan haklı. “Hırsızlar” ve “Haşhaşiler” ithamlarından sadece ikincisi kabul görseydi Ak Parti oyları büyük ihtimalle yüzde altmışlara yaklaşırdı. SP’nin, DP’nin ve BBP’nin 2011’de olduğu gibi neredeyse buharlaştığı bir seçimde, Ak Parti’nin oylarının 2011 seçimlerinde olmayan “dünya alem bizi yemeye çalışıyor” haleti ruhiyesine rağmen 2011 skorlarının altına düşüp yüzde 45’e sabitlenmesi, “hırsızlar” ithamının da kabul gördüğünü gösteriyor. Bu itham kabul görmeyip de, Türkiye siyaseti Erdoğan’ın istediği gibi “Batı’nın (ABD+İsrail) dümen suyundaki yabancılaşmış sekülerler Batı’nın yemek istediği yerli dindarlara karşı” şeklinde bölünseydi, büyük ihtimalle Ak Parti oyları yüzde altmışları bulurdu. Ama seçmen bir yandan “sekülerler dindarlara karşı” fikri üzerinden bölünürken, bir yandan da “hırsızlar” ithamına kulak verdiğinden ve Kürt siyaseti de Kürtlerin yarısını bu işlerin dışında tutabildiğinden Ak Parti oyları olabileceğinin epey altında kaldı.
Bu durum Ak Parti açısından başbakanın da Ak Partililerin de farkında olduklarına emin olduğum bir şeye işaret ediyor: Ak Parti, Türkiye siyasetini biz ve onlar, sekülerler ve dindarlar eksenine oturttukça yolsuzluk da olsa otoriterleşme de olsa kesinkes kazanırım diyecek durumda değil.
Elimizde henüz veriler yok ama tahminim o ki, daha önce Ak Parti’ye oy vermemiş olup da bu seçimde oy verenlerin ve daha önce Ak Parti’ye oy vermiş olup da bu seçimde oy vermemiş olanların karşılaştırmalı bir analizi 17 Aralık operasyonu sonrasında Ak Parti’ye hem geçişlerin (bilhassa MHP’den) hem de Ak Parti’den kaçışların (bilhassa MHP’ye ama CHP’ye de) olduğunu ve kaçışların geçişlerden fazla olduğunu gösterecektir. Yine henüz veriler yok ama tahminim o ki, Ak Parti’nin ilk kez bu seçimde oy kullananlar arasındaki desteği önceki seçimlere nazaran azalmıştır. Bütün bu durum, Ak Parti’nin o çok beklenen düşüşünün tam da açık ara kazandığı bu seçimlerde başlamış olabileceğini gösteriyor. Bir zamandır Ak Parti’yi başarıdan başarıya koşturan “biz ve onlar”, “sekülerler dindarlara karşı” formülünün tek başına çalışmayabileceği, başarının devamı için Ak Parti’nin yenilenmesi gereken zamanlara girmiş olmamız kuvvetle muhtemel.
Çıplak skorlar üzerinden bakıldığında CHP 30 Mart’ta hem 2009 hem de 2011 seçimlerinden daha başarılı olmuş görünüyor. 2009’da 23.1, 2011’de 25.9 olan CHP oyu 30 Mart’ta 27.5’e yükseldi malum. Ancak bu ilk manzara epey yanıltıcı, çünkü önceki seçimlere kıyasla kısmen başarılı olmakla birlikte, 17 Aralık sonrası oluşan iklimin ürettiği beklentilere kıyasla CHP epey başarısız olmuş görünüyor. 17 Aralık sonrasında malum CHP’nin Ak Parti’yi “hırsızlar” imgesiyle özdeşleştirebileceği bir vasat oluştu ve CHP de ayağına gelen bu fırsatı tepe tepe kullandı. Üstelik bununla da yetinmedi ve Ak Parti muhalifi etkili figür kim varsa, ülkücüymüş, Ak Partiliymiş demeden saflarında toplayıp şemsiye siyaseti uygulamaya koyuldu. Ne ki, buna rağmen, CHP oylarını bir önceki seçimlere göre ancak iki puan kadar arttırabildi ve Ak Parti’nin 17-18 puan gerisinde kaldı.
CHP için 30 Mart seçimlerinin manası tam da bu ikili durumun birlikte ele alınmasıyla anlaşılabilir. İkili durum dediğim şu: CHP mevcut siyasetiyle bir iki puan da olsa yükselebilmiş, ama Ak Parti’yi yakalayabilmenin yanına yaklaşamamıştır. Bu durum CHP açısından şunu gösteriyor: CHP, bildik kimliğini yenilemediği, Türkiye’nin dindarlarıyla ve Kürtleriyle gerçek bir ilişki kuramadığı müddetçe, siyasi kampanyasını, güncel kimliğini istediği kadar yolsuzluk karşıtlığı vs. üzerine bina etsin, istediği kadar şemsiye siyasetinin peşine düşsün, durum değişmiyor ve seçmenler CHP’yi ‘bildik CHP’ olarak okumaya devam ediyor. 30 Mart seçimlerinde cemaatle kurulan ‘pragmatik’ ilişki CHP’nin bildik CHP olduğu algısının yanına bir de “Ak Parti’yi iktidardan uzaklaştırabilmek için her türden işe bulaşabilen bir CHP” algısını yerleştirdi. CHP’nin Ak Parti’nin yanına dahi yaklaşamamasının ya da Ak Parti’yi yüzde 45’in altına çekememesinin ardında bu iki faktör yatıyor. CHP, “sekülerlik dindarlık ayırımı üzerinden değil, yolsuzluk üzerinden Ak Parti’yle uğraşıyorum” derken seçmenlerin önemli bir kısmı CHP’yi böyle görmedi ve CHP’yi o bildik, seküler CHP olarak okumaya devam etti ve bu da yetmezmiş gibi bir de CHP’yi, öncesinde hasım olduğu, kirli bir takım işlerin aktörü bir şebekenin yancısı olarak gördü.
CHP’nin bu durumu şunu gösteriyor: CHP’nin önünde kabaca iki yol var. İlk yol şu: CHP, her ne yaparsa yapsın seküler Türklerin partisi olmaktan kurtulamayışına bir son vermek üzere dindarlarla ve Kürtlerle arasındaki mesafeyi kaldıracak bir dönüşümü gerçekleştirmeye koyulabilir. İkinci yolsa şu ana kadar takip edilen yolun devamı: Halihazırdaki, seküler Türklerin partisi olma hattını konsolide ederek ekonomik kriz ya da uluslararası sıkıştırma gibi gayri tabii bir gelişme yoluyla Ak Parti’nin iktidarının son bulmasına yatırım yapmak.
Kim bilir, belki de CHP’nin mentorleri tam da bunun peşindedir. CHP’nin akıl verenleri belki de CHP’nin seküler Türklerin partisi olma halini değiştirmeden Ak Parti’yi alt edebilmenin, Türkiye muhafazakarlığını CHP’nin seküler Türklüğünü değiştirmeden alt etmenin peşindedir. CHP tabanını yeni bir CHP kimliği için usul usul hazırlamak yerine bildik CHP kimliğinde ısrar edilmesi, CHP’nin akıl verenlerinin Ak Parti’yi alt etmek için tabii yolların dışında yollara meyletmekten zul duymadıklarını gösteriyor olabilir. Seküler Türk CHP’den vazgeçmektense gayri tabii yollarla da olsa Ak Parti’den, dindarların iktidarından kurtulmak evladır diye düşünülüyor olabilir.
CHP’nin mentorlerine akıl verecek halim yok. Ama bana kalırsa bu yol yol değil ve yolun sonunda Ak Parti’yi konsolide etmek daha güçlü ihtimal olarak duruyor. Bu yol olmayan yol yerine, CHP’yi ulus-altı bir proje partisi olarak devam ettirmek yerine, CHP’nin organik bir ulusal parti olması CHP açısından da Türkiye demokrasisi açısından daha hayırlı olur. Ancak şu da var: Beşiktaş’ta, Çankaya’da, Karşıyaka’da yüzde yetmişleri alıp, Anadolu’da yüzde onları, Kürdistan’da yüzde sıfırları alarak organik bir ulusal parti olunamayacağı da açık.
BDP, son bir kaç seçimdir sürdürdüğü oy oranını istikrarla arttırma istidadını 30 Mart’ta da devam ettirdi. Bu itibarla BDP’nin geçmiş performansına kıyasla başarılı olduğu aşikar. Üstelik BDP’nin başarısı sadece çıplak skorlara sınırlı değil alansal bir tarafı da var. BDP eninde sonunda bir bölge partisi ve iddiası daha ziyade Kürdistan merkezli. Bu itibarla bakıldığında BDP’nin belediye başkanlığını kazandığı il sayısının 8’den 11’e çıkmış olması ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu sadece üç ilin (Muş, Bingöl ve Urfa) belediyesinin BDP tarafından kazanılmamış oluşu buna mukabil Urfa’da önceki seçimlere nazaran epey yüksek oy alınması BDP’yi alanda yayılan bir parti yapmış durumda.
Bu niceliksel ve alansal başarıya karşın alınan skorların BDP’den beklenen, BDP’ye yakıştırılanın altında olduğunu da görmek gerekiyor. Demokratik özerklik inşası ve çözüm sürecini zorlamak için güç göstermek isteyen BDP’nin HDP’yle kurulan ittifakla beraber yüzde 7-8 hatta yüzde 10 kadar oy alması beklenirken, alınan oylar bu seviyede olmadı. Üstelik, seçim skorları BDP’nin oylarını istikrarlı bir biçimde yükseltme istidadının Kürdistan’da homojen bir biçimde gerçekleşmediğini, farklı mahallerde farklı performansların oluştuğunu gösterdi. BDP performansı açısından bakıldığında kabaca 5 mahal oluşmuş görünüyor. Eskiye nazaran oy artışı kaydedilen yerler: Ağrı, Erzurum, Kars ve Urfa. Eskiden alınan yüksek oyların muhafaza edildiği yerler: Şırnak, Batman ve Siirt. Eskiden olduğu gibi çok da yüksek oy alınmayan yerler: Bingöl. Geçmişten daha az oy alınan yerler: Diyarbakır ve Hakkari. Son olarak geçmişte olduğu gibi şimdi de teveccüh gösterilmeyen yerler: Adıyaman ve Malatya.
Beklenen genel oy oranının yakalanmamış oluşu ve Kürdistan’daki bu heterojen performans BDP açısından birkaç şeye birden işaret ediyor. İlk olarak belli ki HDP aşısı henüz tutmuş görünmüyor. HDP deneyiminin yeniliği bu durumun esas sebebi olmakla birlikte tek sebep bu olmasa gerektir. “Mahirlerin mirası” türünden romantik motiflere yapılan yatırım kadar Türkiye muhafazakarlığına yapısal bir mesafe alınarak kurulmuş olması HDP üzerinden Türkiyelileşme projesini baştan zayıf kılmıştı. Bu itibarla, HDP aşısı illa tutmaz diye düşünmek için erken olmakla beraber, bu haliyle HDP aşısının tutmamış olduğunu da kabul etmek gerekiyor.
Kürdistan’daki heterojen performansa gelince... Erbapları elbette daha yakından analiz edecektir; ama herhalde aday seçimlerindeki isabetsizlikler, önceki yerel yönetimlerden duyulan memnuniyetsizlikler, BDP kadrolarının büyük kısmının halen cezaevinde olması, Kürtlerin de bir kısmının başbakanın “Haşhaşiler” feryadına kulak vermiş olması gibi sebepler bu heterojen performansın oluşmasına katkıda bulunmuş olsa gerektir.