New York Üniversitesi’nde davranışbilim ve istatistik dersleri veren Prof. Dr. Selçuk Şirin 300 bin Suriyeli çocuğun bilgisayar oyunlu eğitim alabileceği projeyi anlattı. Bahçeşehir Üniversitesi ve New York Üniversitesi işbirliğiyle yaklaşık bir yıldır Şanlıurfa'da, sahada pilot çalışması yürüttüğünü belirten Şirin, 'Umut Projesi' adlı çalışmasında çocukların "Günde 2 saat, bilgisayarda, bizim onlara verdiğimiz oyunu oynuyorlar. Haftada beş gün oynuyorlar. Ve bu, 4 hafta sürüyor. Bir kere bu çocuklar, oyun oynayarak Türkçelerini ilerlettiler. 200’den fazla kelime öğrendiler" diyor.
Hürriyet gazetesi'nden Ayşe Arman'ın sorularını yanıtlayan (09 Temmuz 2017) Prof. Dr. Şirin'in açıklamaları şöyle:
Kendisi, New York Üniversitesi’nin en genç kürsü profesörlerinden. Davranış bilimi ve istatistik dersleri veriyor. Çok çok etkileyici biri. Yıllardır Amerika’da yaşıyor. Eşi Amerikalı, iki oğlu var. Ama hiç kopmamış Türkiye’den, iki ülke arasında mekik dokuyor.
Müthiş bir hayat hikâyesi var. Karslı bir öğretmenin 5 çocuğunun en büyüğü. Orta sonda, bakkal dükkânı var ve köyde bir sevgilisi, tavuk yetiştirip mutlu mesut yaşama niyetinde.
Ama babası ona bir fotoğraf gösteriyor, “Bak, bu benim öğrencim, ODTÜ’den mezun oldu. Beni de mezuniyetine çağırdı, gittim!” diyor.
Selçuk Şirin Hoca, o fotoğrafa bakıyor, bakıyor; ODTÜ filan umurunda değil ama bir şekilde o fotoğrafta olmayı hayal ediyor ve oluyor.
Okuduğu lise kötü bir lise, o da, o kötü lisenin kötü talebelerinden biri ama kafaya takıyor ve ODTÜ’yü kazanıyor, sonra da Amerika’ya uzanan akademik kariyeri başlıyor...
O, hayal kurmaya inanıyor, hayal kurmadan, hiçbir haltın olmayacağını düşünüyor, yaratıcılığa inanıyor, içinde tasarım ve akıl olmayan hiçbir şeyin bu yüzyılda sökmeyeceğine inanıyor.
Beni büyüledi anlattıklarıyla.
Google’a, Selçuk Şirin “TEDx İstanbul Konuşması” yazın ve çıkan videoyu izleyin, ne demek istediğimi, neden bu kadar methiyeler düzdüğümü anlayacaksınız.
Farklı, sıradışı bir akademisyen. Öyle ağır kavramlarla, anlaşılmaz benzetmelerle konuşmuyor. Türkçede iki de kitabı var, ‘Yol Ayrımındaki Türkiye: Ya Özgürlük ya Sefalet’ ve ‘Bir Türkiye Hayali’.
Ayrıca, Suriyeli mülteci çocuklarla ilgili yürüttüğü bir proje var. Adı Umut. New York Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi işbirliğiyle gerçekleşiyor. Birkaç hafta önce Forbes’a haber oldu, The New York Times yazdı, CNN International haber yaptı…
Çok çarpıcı bir proje, okuyunca göreceksiniz.
Hocam, o ne konuşmaydı öyle! TED İstanbul’daki konuşmanızı kastediyorum. Dinleyen herkes gibi, ben de çok çok etkilendim! Benim bugüne kadar dinlediğim en iyi konuşmalardan biriydi. Altını çizdiğiniz meselelerden biri de Suriyeli mülteci çocuklar. 3 milyon mülteci var, 2 milyonu çocuk… Bu çocuklarla ilgili elde edilen veri nedir?
- Felaket veriler! Çok üzücü. Bu çocuklar, büyük bir travma yaşıyor. Dörtte üçü, post travmatik stres bozukluğundan mustarip. Depresyon oranı, yüzde 50’ye yaklaşıyor. Bu ne demek biliyor musunuz? Normal bir insanın yaşadığının on kat fazlası. Gece uyuyamıyorlar, altlarını ıslatıyorlar. Suriye savaşını diğer savaşlardan ayıran bir gerçek var; Suriye savaşı, en çok silahın, en çok ölümün ve en çok yaralanmanın olduğu savaş. Öyle olunca da, ailede birini kaybetme oranı, yüzde 70’lere varıyor. Ya annelerini kaybetmişler ya babalarını. Sonuç depresyon. Yemek istemiyor, uyumak istemiyor, belki kendisini öldürmek istiyor. Durum bu. Ben Suriyeli çocukların derdini her platformda anlatmaya çalıştım. En son, geçen sene Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 45 dakikalık konuşma yaptım. Dünyadan gelen 800 temsilciye anlattım...
Çok üzücü bir tablo bu…
- Hem de nasıl! Bu çocukların yarıdan fazlası ilkokul çağında ama okula gitmiyor şu anda. Ortaokul çağındakilerin de yüzde 70’i gitmiyor. Lise çağındakilerin ise yüzde 90’ı... Alaşım şu: Bir tarafta, travma yaşamış. Uyuyamıyor. Gelecekten umudu hiç yok. Öbür tarafta, okula da gitmiyor. E peki ne olacak bu çocuklar?
Gerçekten de ne olacaklar? Özellikle de eğitilmezlerse…
- Bunun cevabını, dünyanın başka topraklarında, benzer çatışmalar olduğu zaman görüyoruz, gördük. Mesela Pakistan-Afganistan sınırında…
Taliban mı olurlar yani eğitilmezlerse?
-Evet! Afrika’daki Boko Haram, Taliban işte böyle çıktı. Dolayısıyla bizim, bir şey yapmama gibi bir tercihimiz olamaz. Fakat sıkıntı şu, dil sorunu var. Biz bu çocuklara, kendi dillerinde eğitim veremiyoruz. Bir sürü imam hatip mezunu var ama Arapça konuşamıyorlar. Biz bu çocuklara, psikolog-psikiyatr-sosyal hizmet uzmanı da sunamayız…
E peki n’apacağız? Bu çocukların Türkiye’ye nasıl bir bedeli olur?
- Bakın, hiçbir şey yapmamanın da her zaman bir bedeli var. Biz bu çocuklara hiçbir şey yapmazsak ne olur söyleyeyim, bu çocuklar, suç örgütlerinin, fuhuş çetelerinin ve terör organizasyonlarının elinde kullanılacaklar. Yatırım yapılmayan her çocuk, yaşadığı topluma bedel ödetiyor. Nereden geldiğinin önemi yok. Bir de bunlar çocuk. Dahası, kendi tercihleriyle burada değiller. Anne-babaları, yöneticileri vesaire suçlayabilirsiniz ama bu çocukların bir suçu yok. Bu çocuklara, kendi çocuklarımızdan daha çok yatırım yapmamız lazım! Neden? Çünkü bizim çocukların yüzde 45’inde post travmatik stres bozukluğu sendromu yok. Bizim çocukların, başlarını soktukları bir ev ve yarının bugünden daha iyi olacağına dair genel bir inançları var. Ama onlarda yok. Bizim bu çocuklardaki umutsuzluğu, travmayı, eğitimsizliği bir şekilde çözmemiz lazım.
Ama biz kızıyoruz Suriyelilere, gelmelerine izin verenlere de kızıyoruz, “Geldiler, rahatımızı bozdular! Bizim çocuklarımızın imkânlarından pay alacaklar!” diyoruz. Bu, yanlış bir tutum mu?
- Evet! Rasyonel olarak da yanlış, insani olarak da… Çünkü 8 yaşındaki çocuk karar verdi de, “Ben Türkiye’ye gidiyorum!” demedi ki. Annesi-babası, yöneticisini, uluslararası güçleri suçlayabilirsiniz ama onu değil…
Avrupa’nın pek çok ülkesi almadı onları ya da sınırlı sayıda aldı…
- Türkiye, bu konuda en büyük bedeli ödeyen ülke! Aslında dünyada en çok mülteciyi barındıran ülke! Buradan, bir fırsat da doğabilir. Biz, eğer buradaki mültecileri doğru dürüst eğitebilirsek, onları topluma katabilirsek kazançlı da çıkabiliriz. Bakın, onların geri gitme olasılığı oldukça zayıf. Dünyanın her yerinde bu böyle; mülteciler, 5-6 yıl kaldıkları zaman geri gitmiyorlar. Yani şu fanteziden kurtulmamız lazım, “Yarın iç savaş bitecek, bunlar Suriye’ye geri gidecek!” Hayır, önemli bir kısmı gitmeyecek. Çünkü 5 yaşında gelmiş olan, şimdi 12 yaşında. Artık ergen. Ve burada belli bir ekonomik sistemin içerisine entegre olmuş durumda…
Almanya da bir milyon mülteci aldı…
- Evet. Avrupa’da, Almanya’yı ayırmak lazım insaniyet namına. Ama Almanya diyor ki, “Ben yetişkinlerle ilgilenmiyorum. Çocuklarla, gençlerle ilgileniyorum. Onları, benim ihtiyaç duyduğum alanlarda eğiteceğim!” Türkiye’nin de benzer bir mantıkla bu gelen çocukları entegre etmesi lazım. Yüzbinlerce çocuktan söz ediyoruz. Bizim hiçbir şey yapmamak gibi bir tercihimiz olamaz. Ekonomik olarak bir bedel öderiz. Güvenlik olamaz. Onları yok da sayamayız. Benim Pakistanlı doktor asistanım, bu iç savaş ilk başladığında dedi ki, “Hocam, Pakistan’a ilk Afganlılar geldiğinde biz dedik ki, ‘Bunlar yarın öbür gün geri dönerler, bizim sorunumuz değil! Sınırda küçük bir sorun!’ Ama ne oldu biliyor musunuz 10 yılın sonunda, sınırda başlayan, o küçük zannettiğimiz göç hareketi ve mülteci yığılması, Pakistan toplumunu 100 yıl geriye götürdü! Pakistan, Afganistan mülteciler gelmeden, Hindistan’la yarışan bir ülkeydi. Hindistan şu anda uzaya gidiyor; sağlıkta, inovasyonda, teknolojide dünyayla yarışıyor, biz ise pek çok açıdan ortaçağ yaşıyoruz!”
300 bin Suriyeli çocuğa bilgisayar oyunuyla eğitim
Peki sizin öneriniz ve Suriyeli çocuklarla ilgili çalışmanız ne?
- Yine Bahçeşehir Üniversitesi ve New York Üniversitesi işbirliğiyle yaklaşık bir yıldır Şanlıurfa’da, Eyyübiye Belediyesi’nin de dahil olduğu, sahada bir pilot çalışma yürüttük. Adı ‘Umut Projesi’.
Nasıl bir proje bu?
- Bakın, başta sözünü ettiğim dil sorunu yüzünden, Suriyeli çocuklara, bizim bildiğimiz geleneksel yöntemlerle eğitim verme şansımız artık yok. Geçti o. Üstelik çok pahalı, o kadar öğretmenimiz de yok. Bizim Suriyeli çocukların her birine, psikolog, psikiyatr, sosyal hizmet görevlisi atama şansımız da yok. Peki ne yapabiliriz? Ben bu noktada, “Teknolojiyi kullanabilir miyiz?” sorusundan hareket ettim. Sebebi de, benim evde iki oğlum var. Ve sürekli bilgisayar oyunu oynuyorlar. Bu çağın gerçeği de bu. “Acaba?” dedik, “aynı şeyi yaparak, biz bu çocuklara bir şeyler öğretebilir miyiz?” Çıkış noktamız buydu. Çok iyi uluslararası bir ekip kurduk. O ekiple birlikte, 40 saatlik, bilgisayar oyun bazlı bir öğrenme modeli geliştirdik.
Müthiş!
- Evet, beni de çok heyecanlandırdı. Çünkü dünyada ilk defa oluyor bu. Birkaç hafta önce Washington DC’de sonuçları açıkladık. Çok büyük yankı uyandırdı. Forbes, The New York Times, CNN Amerika’da haber oldu. Çünkü dünyaya, teknolojiyi kullanarak biz şunu gösterdik: Bilgisayar oyunu adı altında çocuklara pek çok şey öğretebiliyorsunuz, en önemlisi de umut aşılıyorsunuz.
Bir dakika, bir dakika, baştan anlatın…
- Günde 2 saat, bilgisayarda, bizim onlara verdiğimiz oyunu oynuyorlar. Haftada beş gün oynuyorlar. Ve bu, 4 hafta sürüyor. Bir kere bu çocuklar, oyun oynayarak Türkçelerini ilerlettiler. 200’den fazla kelime öğrendiler. Bu çocuklar kodlama öğrendiler, bir ayın sonunda 1800 satır kod yazmayı öğrendiler. En önemlisi de, ‘yönetsel becerilerini’ kullanmayı öğrendiler.
Ne demek ‘yönetsel beceri’?
- Bu, önümüzdeki yıllara damgasını vuracak kavram! Zekâ, dediğimiz şeyin, hayattaki performansımıza yansıması. Mesela sizin de, benim de 100 IQ’muz var diyelim ama ikimiz de sınava giriyoruz ya da hayatta başarı performanslarımıza bakıyoruz; siz, 130 IQ’nuz varmış gibi sonuçlar elde ediyorsunuz. Neden? Çünkü siz, zihinsel becerilerinizi benden daha iyi kullanıyorsunuz! Planlamayı daha iyi yapıyorsunuz, sabırlı olmayı benden daha iyi biliyorsunuz vesaire… Bu kavram, özellikle çocukların beyin gelişiminde son yıllarda keşfettiğimiz en önemli kavram.
Peki nasıl öğretiliyor çocuklara ‘yönetsel beceri’?
- Nasıl öğretildiği biraz daha teferruatlı ama sözünü ettiğim oyunla, biz bunu öğretebiliyoruz. Ben Amerikan Bilimler Akademisi üyesiyim. Asıl uzmanlığım, çocuk gelişimi. 0-8 yaş uzmanıyım.
4 haftada, nasıl olur da, Suriyeli çocuklara zihinsel kabiliyetlerini daha iyi kullanma becerisi kazandırabilirsiniz, günde iki saat bilgisayar oyunuyla…
- Çocuk, oyunu oynamaya başlıyor. Gökten bir yabancı yaratık geliyor mesela. Komutlar duyuyor o sırada, “Kırmızı gelirse vur, mavi gelirse vurma!” Sonra tersini söylüyor. Bir kere çocuk, komut dinlemeyi, dinlediğini uygulamayı ve sabretmeyi öğreniyor. Hemen ilk aklına gelene “tak” diye basmamayı, plan yapmayı öğreniyor. Bunun gibi değişik aşamaları var. Bütün bunları öğrenince, o çocuk, kendi zihinsel becerilerini diğer çocuklardan daha iyi ve daha verimli kullanıyor. Ve daha iyi sonuçlar alıyor. Bu yönetsel beceriler, önümüzdeki 20 yılda, en çok duyacağımız kavram. Eğitimde zekâyı artırmak mümkün değil ama zekânın kullanımını öğretebiliriz. Daha verimli kullandırabiliriz.
Peki bu çocukların hayata daha umutlu bakacağını nereden biliyorsunuz?
- Çünkü onlardaki ilk umutsuzluğu, ilk araştırmamızda belgelemiştik. Benim yapmak istediğim bu çocuklara umudu öğretmek, hayal kurmayı öğretmek. Ben, hayalin dönüştürücü gücüne inanıyorum. Ve inanır mısınız, bir ayda, biz bu çocuklara hayal kurmayı öğrettik. ‘Minecraft’ diye bir oyun var biliyorsunuz. İşte Minecraft’ın içine Microsoft’la anlaştık, çeşitli modüller yerleştirdik. “Hayalinizde evi, mahalleyi kurgulayın” diyoruz. Ve bu çocuklar, oyun oynayarak hayal kuruyorlar. Bu, bilimsel bir proje olduğu için, deney grubu ve kontrol grubu var. 150 çocuk alıyoruz rasgele ve 2 gruba ayırıyoruz. 4 hafta sonra bakıyoruz bu grupların başlangıcı ve sonucu arasında bir fark var mı yok mu diye. Size anlattıklarım, anekdot olarak gözlemler değil. İstatistiki bilimsel verileri paylaşıyorum. Mesela “umutsuzluk ölçeği” var 1’den 5’e kadar. 1 çok umutlu, 5 son derece umutsuz. Bu çocuklar başladığında, her iki grupta da, “umutsuzluk ölçeği” 3’tü. Yani fazlasıyla umutsuzlardı. “Yarın bugünden daha kötü olacak!” diyorlardı. Sabah kalkınca, “Benim güne uyanmam için hiçbir gerekçem yok!” diyorlardı. “Ne kadar çalışırsam çalışayım, sonuç değişmeyecek!” diyorlardı. 4 haftanın sonunda ne oldu biliyor musunuz? Bu çocukların “umutsuzluk ölçeği” 1’e indi. Bilimsel olarak anlamlı bir düşüş. Kısacası proje, son derece başarılı oldu. Şimdi hedefimiz bu projeyi büyütmek…
2 milyon Suriyeli çocukla mı çalışacaksınız?
- Şimdilik 300 bin çocuk. 9-12 yaş arası 300 bin çocuktan söz ediyorum. Neden 9-12 yaş? Bu savaş başlayalı 5 yıl oldu. Bu çocukların bir kısmı Suriye’de bir-iki yıl okula gitti, bir kısmı da buraya geldi, okula başladı. Fakat arada bir grup var, 9-12 yaş grubu, benim en önemsediğim grup. Bu grup ne Suriye’de ne de burada eğitim aldı. Hiç okul yüzü görmemiş, hiç sırada oturmamış, eline hiç kalem almamış 300 bin çocuk var. Ben bunlara “yüksek risk grubu” diyorum. Benim projem, zaten bu grubu kapsıyor. Bu 300 bin çocuğa ulaşmamız lazım. Onları mümkün değil okula sokamazsınız artık. 12 yaşına kadar okula gitmemiş bir çocuğu… İşte bizim en çok onların üzerine eğilmemiz gerekiyor.
Hayal kurmak neden önemli?
- Etrafımızda yenilik, güzellik, gelişme adına gördüğümüz her şey, aslında birinin hayali. Biri hayal etti ve yaptı. Elinizde tuttuğunuz ses kayıt cihazı, şu giydiğiniz elbise, bindiğimiz araç, içinde olduğumuz bina ve aslında medeniyet dediğimiz her şey bir hayal ürünüydü. Hayal olmadan hiçbir şey olmaz. Türkiye’nin kuruluşu da bir hayaldi. Mustafa Kemal Atatürk, 1913-14’te oturup bir liste yapıyor. Hayallerini yazıyor. Arkadaşlarına diyor ki, “Cumhuriyet olacak, kadın- erkek eşit olacak, şu olacak, bu olacak…” Arkadaşları gülüyor. Çöken bir imparatorluk var ve sıradan bir asker, o zaman öyle çok üst düzeyde bir komutan değil, kaybedilen bir savaşta hayaller kuruyor. Ama hayalini kurduğu her şey, 9 yıl sonra gerçekleşiyor. Listeyi çıkarıyor bakıyor, hepsi gerçekleşmiş. Dolayısıyla, hayal olmadan bu ülke olmazdı! Hayal olmadan kullandığımız gereçler olmazdı! Hayatta gördüğümüz her şeyin kökeninde birinin vizyonu var. Birisi diyor ki, “Bu, böyle olmak zorunda değil. Başka türlü olabilir”. Hayal ediyor ve yapıyor.
Bütün çocuklar üstün yetenekli mi doğuyor?
- Üstün yetenekli demeyelim de, her çocuk, hayatta başarılı olmak için gerekli “beceri seti”yle doğuyor. Kimi sanatta, kimisi sporda, kimisi başka alanda… Ama çocukların hayata tutunması için gerekli olan bütün beceriler çocuklar içinde zaten var…
Pek eğitim sistemi n’apıyor? Buduyor mu o becerileri? Özellikle Türkiye’deki eğitim sistemi?
- Sadece Türkiye’ye has bir durum değil aslında, evrensel bir durum. Türkiye’de olan ise başka bir şey. Biz imam hatiplerde Arapça öğretemiyoruz mesela. Normal okullarda da 12 yılda İstiklal Marşı’nı öğretemiyoruz. 12 yıl boyunca her gün okula gidiyorsun, her sene müzik dersi alıyorsun ama İstiklal Marşı’nı söyleyemiyorsun. Biz, hayat sanki matematik ve fenden ibaretmiş gibi davranıyoruz, çocuklara düşünmeyi öğretemiyoruz. Var olan eğitim sistemi yüzünden, Suriye’den gelen 3 milyon mülteciye hizmet edecek, yardımcı olacak Arapça bilen profesyonellerimiz de yok. İyi de bu kadar imam hatip var. O imam hatiplerden mezun olanların Arapça konuşabiliyor olması lazım. O da yok. 12 yıl boyunca biz bir sürü dersi niçin alıyoruz? Dolayısıyla sistematik bir sorunumuz var. Bunun ötesinde sorun, ekonomik. Ben eğitime, ekonomi olarak da bakıyorum...
Nasıl yani?
- Bakın, 19. ve 20. yüzyılın başında, bir ülkenin zengin olabilmesi için, doğal kaynağının olması lazımdı. Kömürünüz, demiriniz, petrolünüz vesaire, sonra coğrafi konumunuz iyi olacak. Denizyollarınız, bilmem ne yollarının üzerinde misiniz, değil misiniz? Ama 20. yüzyıl öyle bir yüzyıl değil. Artık beceriye dayalı bir ekonomi söz konusu. Beceri dediğiniz zaman, yurttaşlarını en iyi kim eğitiyorsa, yurttaşlarına en iyi beceriyi kim kazandırıyorsa, o öne çıkıyor! Finlandiya diye bir ülke var. Ben Karslıyım. Karslılar, hep göç etmiştir. Neden? Kars soğuk diye. Finlandiya’ya bir indim, bizim Kars, bahar kalır yanında! Finlandiya’da, o buz gibi ülkede, dünyanın en iyi ekonomisini kurdular. 1970 senesinde, Finlandiya nüfusunun yüzde 70’i köyde yaşıyordu ve bizimkine benzer ekonomik güce sahipti. Nasıl oldu da Finlandiya, doğal kaynağı olmadan aştı, coştu, inanılmaz bir yıllık milli gelir seviyesine geldi. Aynı şekilde Güney Kore. Baktığınız zaman, Kuzey Kore’yle Güney Kore’nin kültürü aynı, dini aynı, coğrafyası aynı. Kuzeyinde, millet açlıktan ölüyor, güneyinde 30-40 bin dolar yıllık milli gelir var. Nasıl oluyor bunlar?
Beceriye dayalı bir ekonomi mi kurdular?
- Evet. Beceriye, yaratıcılığa, inovasyona dayalı bir ekonomi. Bunu da eğitimle başlattılar. Eğer siz, eğitim sistemini dönüştürmeden ilerlemeyi düşünüyorsanız bu artık mümkün değil! Kesinlikle çuvallarsınız! Artık böyle bir dünya yok…
Bir de bizim özellikle mi kötü durumumuz? Kendi anadilimizde bile okuduğumuzu anlayamıyoruz…
- Aynen öyle! Milli Eğitim Bakanlığı verileriyle size durumu anlatayım. Bizim bakanlığımız, 3 yılda bir OECD’ye gidiyor. Bu veriler resmi veriler. 3 yılda bir, bizim çocuklarımız, uluslararası bir test var, PISA Testi, o teste giriyor. Bu test, 15 yaşındaki çocukların, 20. yüzyıl ekonomisinde rekabet edebilmesi için gerekli becerileri üç alanda ölçüyor. Sonuç şu: Biz, Türkiye olarak ilk 40 içinde yokuz! Önceki senelerde ilk 30’da yoktuk, şimdilerde gittikçe geriliyoruz. Dünyanın 20. büyük ekonomisi içerisinde var olan bir ülkenin çocukları ilk 40’ta yok! Ve kendi anadillerinde okuduklarını anlayamıyorlar. Çok fena bir durum bu…
O zaman G20’de olmuşsun kaç yazar?
- Yazmaz valla! Orada kalma potansiyelini de kaybedeceksin zamanla. Orada biz, nüfusumuzdan dolayı varız. Yoksa kişi başı milli gelirden dolayı değil. Nüfusumuz çok, çok üretiyoruz o yüzden. Dolayısıyla bizim, bir an önce, bu 20. yüzyıl becerileri dediğimiz temel becerileri çocuklarımıza kazandırmamız lazım. Var olan eğitim sistemi bunu yapmıyor. Bunu kim söylüyor? Milli Eğitim Bakanlığı verileri söylüyor!
Siz, bize WhatsApp, Uber örnekleriyle ne anlatmaya çalışıyorsunuz?
- Diyorum ki, kaba güçle, doğal kaynaklarla, turizmle, inşaatla, biz bu yüzyılda yarışamayız! Bizim yapmamız gereken, “katma değeri yüksek ekonomi” dediğimiz yeni model üretim tarzına geçmek. Bu da şu demek: Artık yaptığımız her işe, tasarım, bilim, akıl katmak zorundayız. Ne yapıyorsanız yapın, elmayı yetiştirirken bile tasarım ve akıl gerekiyor. Ama eğer bilim ve sanata değer vermezseniz, sanatçıyı horlarsanız, bilim insanlarını horlarsanız, bu yüzyılda, sofranızda ekmek bulma şansınız az! WhatsApp diye bir ürün var. WhatsApp satıldığı zaman, ben çok merak ettim. Biraz da araştırdım, 50 küsur kişi çalışıyor. Bu adamlar, 18-19 milyar dolara sattılar bu şirketi. Ben oturdum, Türkiye’nin en büyük firmalarını alt alta yazdım. Türk Telekom, TÜPRAŞ, Türk Hava Yolları vs. 5 tane en büyük Türk şirketini alt alta koyun, bunların toplamı bir tek WhatsApp etmiyor! Düşünün, Cumhuriyet tarihi boyunca ortaya çıkan, kimi tekel, kim devlet desteğiyle, binlerce, yüzbinlerce çalışanı olan şirketlerin hepsini alt alta koyuyorsunuz bir tane WhatsApp etmiyor! O WhatsApp dediğiniz şey de, 53 kişinin kurduğu bir şirket! Sonra Uber geldi… Aman Allahım! Onun da değeri, acayip arttı, hatta coştu gitti. Ben dedim ki, “Beni bunu Türkiye’ye anlatmam lazım.” Çünkü rakamlarla anlatmak zor. Rakam kullanmaktan vazgeçtim, Türk Hava Yolları’nı kullanmaya başladım. Türk Hava Yolları çok başarılı bir işletme. Çok iyi hizmet veriyor, ben de memnunum, biz Türk Hava Yolları’yla gurur duyuyoruz ama Türk Hava Yolları’nı Uber’le kıyasladığınız zaman, -ki uçakları var, hangarları var, çok ağır iş yapıyor- topladığınız zaman, bugün itibarıyla 40 tane Türk Hava Yolları’nı yan yana koyun, bir Uber etmiyor! Uber nedir? Bir yazılım. Bir çöpçatanlık sitesi bir anlamda. N’apıyor? Arabası olanla arabaya binmek isteyeni bir araya getiren bir yazılım. Anlatabiliyor muyum durumun vahametini? Ve dünyanın nereye gittiğini…
Evet hocam, hem de şahane bir şekilde anlatıyorsunuz! Kişi başı milli gelir, 10 yıldır çakılıp kalmış durumda. Bu, neyin göstergesi?
- Biz buna “orta gelir tuzağı” diyoruz. Bu ekonomi kalkınma literatüründe olan bir kavram. Bu da şu demek: Siz, şimdiye kadar kalkındığınız şekilde kalkınmaya devam edemezsiniz. Belli bir kalıpla, işte doğal kaynakları kullanarak, turizmle, coğrafi konumumuzun avantajıyla, tarımla, ıh ıh olmuyor artık…
Bu artık bitti, öyle mi?
- Evet. 10 yıldır aynı yerde saydığınıza göre bu devir bitti demek! Şimdi bundan sonraya gitmek için yeni bir yol haritasına ihtiyacımız var. Bu yol haritası nedir? “Katma değeri yüksek ekonomi” dediğimiz, beceriye dayalı ekonomi. Bunu da nasıl yapacağız? Yapısal reformla yapacağız. Bunu kim söylüyor? AK Parti söyledi, CHP, MHP, HDP. 4 partinin seçim beyannamesini okuyan nadir insanlardan biriyim. Hepsine bakın, hepsinde yapısal reform var. Hepsi diyor ki, “Yapısal reform olmadan kalkınamayız!” Yapısal reform nedir? Adil rekabeti getireceksiniz. İnsanların özgür teşebbüs hakkına saygı duyacaksınız ve doğru düzgün eğitim vereceksiniz…
Bir başka sorun da, hayal kuramıyor olmamız, değil mi? Hayal kuramadığımız için mi yaratıcı değiliz? Yaratıcı olmadığımız için mi biz, İtalyana 3 milyar dolara fındık sattığımız için seviniyoruz ama o alıp, ambalajlayıp 12.5 milyar dolara satıyor! Bizim oturup ağlamamız mı gerekiyor?
- Ağlayalım ama bir taraftan da itiraz edelim! Kardeşim her sene, “Fındıkta rekor kırdık!” diye seviniyoruz. Rekor ihracat! 3 milyar dolar! Bu sene de öyledir herhalde. 3 milyar dolarlık fındığı alan şirket; alıyor, sizin dediğiniz gibi 10-12 milyar dolarlık bir değer yaratıyor. Peki, kaç kişi çalışıyor orada? 500 küsur kişi. Bizim 5 milyon insanla topladığımız ve hamallığını bizim yaptığımız fındığı alıyor, onlar işliyor. İşlerken neyi kullanıyor? Bilimi kullanıyor. Pazarlıyor. Pazarlarken neyi kullanıyor? Tasarımı, sanatçıları kullanıyor.
Biz ise bunları yapamıyoruz…
- Evet. Yapamıyoruz. O zaman, “Biz niye fakiriz, onlar niye ileri?” sorusunu sormamamız gerekiyor! Bizim o kenarda, köşede itip kaktığımız sanatçıları, bu ekonomik çarkın içine sokmadığımız ve onları ödüllendirmediğimiz sürece biz sefalete mahkûmuz!
İstanbul’la da ilgili bir derdiniz var…
- Evet. Geçen sene bütün o bombalanmalara rağmen, en çok turist alan 8. şehirdi İstanbul dünyada. Hâlâ insanlar İstanbul’a geliyor. Bu gelenler en az iki gece kalıyor. Sözünü ettiğim veriler Master Card’ın verileri. Aynı sayı, New York için de geçerli. New York’a gelen turist sayısıyla İstanbul’a gelen turist sayısı hemen hemen aynı. Fakat yanılmıyorsam biz, 7.5 milyar dolar kazanıyoruz. New York, bizim 2.5 katımızı. Soru şu? Ne oluyor da New York’a gelen turist, İstanbul’a gelen turistten 2.5 kat daha fazla harcıyor? Benim iki şehirde de evim var. İki şehirde de lokantaya gidiyorum, para harcıyorum. Eğer siz, New York daha ucuz veya daha pahalı diyorsanız yanılıyorsunuz. New York’ta bir dolara hamburger yersiniz, İstanbul’da yiyemezsiniz. İstanbul’un lüks bir oteliyle New York’un lüks bir otelini kıyaslayın, aşağı yukarı aynı ücrete gelir. Peki, sıkıntı ne? Sıkıntı şurada: New York’a gittiğiniz zaman ne yapmak zorundasınız? Bir Broadway şovuna gitmek zorundasınız. Broadway şovuna gitmeden New York’a gittim diyen New York’u görmemiştir. İki, New York’ta markalı restoranlar var. Şeflerin markası var. O lokantalara gitmeden New York’u gezdim diyemezsiniz. Sonra müzeler var. Metropolitan Müzesi’ne gitmeden, MoMa’ya gitmeden olmaz. Yüzlerce müze var New York’ta. Gelelim İstanbul’a... Ben İstanbul’a binden fazla Amerikalı getirmiş biriyim. Öğrencileri getirip burada yıllarca ders verdim. Akademisyenleri getirdim çeşitli projeler çerçevesinde. Geliyorlar, ceplerinde para da var. Ama parayı harcayacakları yer yok. Topkapı Müzesi’ne gidiyorsunuz, Topkapı Müzesi’nin mağazasına gidin, alacak şey yok. Niye? Çünkü sanatçıya değer vermiyoruz. O sanatçıya yatırım yapan olmamış! Metropolitan Müzesi’nin içerisinde çocuklar için bir mağaza var, yetişkinler için ayrı bir mağaza var. Üç-beş tane kafe var, restoran var. Bizim şiddetle İstanbul’da katma değeri yüksek turizmi geliştirmemiz lazım…
Sizin üzerinde ısrarla durduğunuz bir başka kavram da adalet… Adaletin olmadığı yerde, niye yaratıcılık olmuyor?
- E çünkü adaletin olmadığı yerde, adil rekabet olmuyor. E çünkü torpil yapılacak! E o zaman üretim olmaz ki, kalkınma olmaz ki, yaratıcılık olmaz ki…
Adaletin bir diğer karşılığı da özgürlük diyorsunuz… Özgürlük neden önemli?
- E çünkü özgür olmayan, gazetecileri cezaevinde olan bir ülke, başka ülkelerle yarışamaz. Bilgi toplumu diyoruz. Bilgi nedir? Bilgiyi kim yayacak? Kim bulacak, kim paylaşacak? Bütün bunları yapan profesyoneller var. Onlara biz şimdi gazeteci diyoruz, yarın adı belki değişecek ama birilerinin gidip bilgiyi toplaması ve bazı teknolojik yollardan paylaşması lazım. Zaten basın özgürlüğüyle kalkınma rakamları arasında doğrudan bir bağ var. Bakın Çin bile, kendi içerisindeki bu son ekonomik atılımını neye borçlu, biliyor musunuz? Özgürlük alanlarında yaptığı adımlara…
Şu anda Amerika’dan Türkiye nasıl görünüyor?
- 1996’da ben Amerika’ya gittim. 2000’lere doğru Türkiye çok popüler oldu. Herkes Türkiye’yi soruyordu. Ya gitmişti ya gidecekti. 2000-2010 yılları arasında Türkiye üzerine o kadar çok şey yazıldı, çizildi ki. Bizim restoranları bile The New York Times’tan okuyordum, Karaköy’ün dibinde şu balıkçı açılmış, bizim romancılarımız, bizim müzisyenlerimiz… Ama artık o devir bitti! Artık Türkiye görünmüyor orada. Gündemden düşmüş durumda. Bunun nedeni sadece Türkiye değil, Amerika’nın da kendi iç sorunları var ama bizim de bir kendimize dönüp bakmamız gerekiyor.
Bize, bizden başka dost yok mu? Herkes düşman mı? Böyle mi algılıyoruz?
- Bu konuda bir istatistik vereyim, biz Amerikalılardan ve Ruslardan en çok nefret eden ülkelerin başına geliyoruz. Ama biz, Almanya’dan da nefret ediyoruz, İngiltere’den de. İlginçtir, biz Brezilyalıları da sevmiyoruz, sebebini bilmiyorum, istatistik şu, yüzde 60 oranında Türkler, Brezilya’yı sevmiyor. Brezilya ne yaptı bize? Bilmiyorum. İran’ı sevmiyoruz, Suudi Arabistan’ı sevmiyoruz. Böyle garip bir şey... Bizden olmayan herkese karşı şüpheyle bakma var! Bir psikolog olarak söyleyeyim: Başkasını sevmeyen kendini de sevemez! Biz zaten birbirimizi de sevmiyoruz. Durum çok parlak değil yani…