Ayşe Hür/ Taraf 12 Eylül ve Filistin GünlüğüGeçen haftaki yazımı öven ya da eleştiren yüzlerce mail aldım. Bu benim için alışıldık bir şey değildi. Herkese teşekkür ederim. Her ne kadar “bu konuda son defa yazıyorum” dediysem de bu destek beni heveslendirdi ve cesaretlendirdi. Yani ilerde tekrar din, İslamiyet, Kuran hakkında tarih yazıları yazacağım ama bir süre gündemdeki başka konulara değinmek istiyorum. *** Bundan üç yıl önce elime bir kitap geçmişti. Adı, 12 Eylül ve Filistin Günlüğü (Ütopya Yayınevi, 2009) idi. Kitap 12 Eylül askerî darbesinden sonra siyasi mülteci olarak Lübnan’a gitmek zorunda kalan solcu eylemci Adil Okay’ın 1981-1982 yıllarında tuttuğu günlükle başlıyor, 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgaline tanık olan siyasi mültecilerin tanıklıklarıyla devam ediyor. Haftanın yazısı, 31. yıldönümünü yaşadığımız 12 Eylül darbesiyle BM’nin Mavi Marmara Raporu vesilesiyle Kürt Meselesi’ni bile geriye iterek gündemin ilk sırasına oturan Filistin Meselesi’ni bir batında ele almayı ve biraz da “Sol nasıl oldu da Filistin Davası’nın savunuculuğunu İslamcılara bıraktı” sorusu üzerine düşünmeyi sağlayan bu kitabın günlük bölümünden yaptığım özeti bazı ansiklopedik bilgilerle birleştirmekten ibaret. Lübnan’ın işgaline ilişkin birinci elden tanıklıkları merak edenler kitabı edinip okuyabilirler. Türkiye’nin Karanlık Çağı 12 Eylül 1980 Cuma günü sabaha karşı 4:00’te TRT’de İstiklal Marşı, hemen ardından Harbiye Marşı çalınmıştı. Marşın bitimiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, emir ve komuta zinciri içinde, ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 Numaralı Bildirisi okundu. Ardından Hasan Mutlucan’ın davudi sesiyle okuduğu Rumeli türküleri eşliğinde, Türkiye, on yıllarca sürecek Karanlık Çağı’na girdi. Her gün yüzlerce kişinin sorgusuz sualsiz tutuklandığı, yargısız infazların birbirini izlediği, duvarlarda “Aranıyor” ilanlarının belirmeye başladığı günlerde THKP-C, THKO, TİKKO; TKP, ve Kürt sol örgütlerine bağlı binlerce kişi de yurtdışına kaçmaya çalışıyordu. O yıllarda Avrupa’ya, Amerika’ya kaçmak hem ayıp sayılıyordu, hem de zordu. Bu kişilerin çoğu o yüzden geçişin nispeten kolay olduğu Türkiye’nin güney sınırına yöneldiler. Hatay, Urfa, Gaziantep, Mardin illerinin uygun noktalarından ülke dışına çıktılar. Sıfırdan başlayan hayatlar “Geçiş kolaydı” dedim ama kimi daha sınırı geçer geçmez öldürülmüş, kimi yolunu kaybetmiş dağlarda donarak ölmüş, kimi tutuklanmıştı. Bir şekilde bu engelleri aşabilenlerin neyle karşılaştığını Adil Okay’ın günlüğünden okuyalım: “Siz hiç bilmediğiniz ülkelere-kentlere yolculuğa cebinizde para olmadan çıktınız mı? Ve pasaportsuz, kimliksiz... Ricat yollarında kuşatmaları yarıp geçtiniz mi? Vardığınız ülkelerde dilleri dilinize, gülüşleri gülüşünüze benzemeyen insanlar arasında öteki olduğunuzu hissetiniz mi? Yeniden ve yeniden sıfırdan başlayarak kurmak zorunda kaldınız mı hayatınızı? Mesleğinizin, kahramanlığınızın, komutanlığınızın para etmediği dünyalarda çırılçıplak hissetiniz mi kendinizi? Günün birinde, rüyalarınızın değil karabasanlarınızın gerçek olduğunu dehşetle fark ettiniz mi? Anadilinizde gülmenin, sevişmenin, ağlamanın hemen hemen olanaksız olduğu bir ülkede yaşamak zorunda kaldınız mı?” Kültür çatışması Evet, Lübnan ve Suriye yönetimleri genel olarak Türkiyeli devrimcilere göz yumuyordu ama Türkiye, Cenevre Mülteciler Anlaşması’na imza atmadığı için resmî iltica kabul etmiyor, mültecilere barınma ve yiyecek olanağı sağlamıyor, mülteci oturum-dolaşım kimliği vermiyordu. Türkiye’deki resmî propagandada dendiği gibi kimseye Moskova’dan, Pekin’den ya da Tiran’dan para da gelmediği için, Türkiyeli siyasi mültecileri sıkıntılı bir yaşam bekliyordu. Evet dillerini bilmiyorlardı, âdetlerini bilmiyorlardı, ceplerinde beş para yoktu ama yapacak şey de yoktu. Çünkü sadece ‘siyasetle uğraşanlar’ değil onların aileleri, yakınları da darbecilerin demir yumruğunun altında eziliyordu. Sıkıntı sadece maddi koşullarda değildi. Yeni bir kültürle karşılaşmanın da sıkıntıları vardı. Çünkü o yıllarda Suriye, Lübnan ve Filistin, sadece Türkiyeli ‘mecburcular’ için değil Avrupa’dan, Kuzey Afrika’dan, Asya’dan gelen ‘devrimciler’ için de çekim merkeziydi. Adil Okay 2 Nisan 1981 tarihinde günlüğüne şöyle yazmış: “Şam’da son günümüz. Gidiş haberini saat 12:.30’da Yermuk’ta kaldığımız okula getirdiler. Nihayet Lübnan’a doğru yola çıkacağız. Bizden önce gelen Yemenli grup henüz gitmemiş. Ama kızlı, erkekli Avrupalı grup sabah gitti. Avrupalı devrimciler cephe gerisinde Filistinlilere destek olmaya gelmişler. Hemşire, teknisyen, dil öğretmeni olarak... Onlardan aklımda kalan rahat tavırları oldu sadece. Özellikle kızların da erkekler gibi orta yerde soyunup külotla uyumaları bizi şaşırttı. Kültür farkı demiştim yadırgayan arkadaşlara kınamasınlar diye. Gerçi itiraf edeyim, benim de tuhafıma gitmişti.” Aslında sadece Batı’dan gelenler değil Lübnanlılar da şaşırtıyordu Türkiyelileri. Nüfusun nüfusunun yüzde 60’ının Müslüman gerisinin Hıristiyan olduğu Lübnan’da, dinin ve geleneğin çok baskıcı olmadığını görerek sevinmişler, Türkiye’nin sahil bölgelerine benzetmişlerdi buraları. Enternasyonalist tartışmalar “Sabah kahvaltıdan sonra Iraklı Nazmi ile Hasan ve Cevat’ın önceden tanıştığı İranlı yanımıza konuk olarak geldiler. Sohbet ettik, çay içtik. İran-Irak savaşının ekonomik nedenleri üzerinde tartıştık. Savaşa rağmen İranlı ve Iraklı komünistler işbirliğini sürdürüyorlar. Nazmi ile İranlı ‘kâfir’ diye takılıyorlar birbirine. Daha sonra ‘İran’da feodal üretim ilişkileri mi, yoksa kapitalist üretim ilişkileri mi hâkimdir’ tartışması açıldı. Öğleye kadar bu tartışma sürdü...” diye yazmış defterine Adil Okay. O yıllarda sol örgütler içinde olanlar için ne kadar tipik bir tablo değil mi? Veya şöyle yazmış: “Bir bacağı takma Kirkor ile görüştük. Türkiye Ermenilerinden Kirkor, MLSPD’den eski bir devrimci. [Bereç Pil Fabrikası’nda işçi direnişi sırasında polisin düzenlediği saldırıda yaralanan Kirkor] Türkiye’de polisle girdiği çatışmada üç polisi bacağından vurup yakalanır. Polisler de intikam için yakaladıktan sonra bir bacağına on sekiz kurşun sıkarlar ve hastanede bacağını kaybeder.” Evet, İran’dan, Irak’tan, Yemen’den, Tunus’tan gelenlerle Türkiye’den gelenler, Filistinliler ile Avrupa’dan gelenler, tahta kerevetlerde, taş yataklarda yattılar, banyodan, tuvaletten, masadan, çataldan-kaşıktan, sabundan temiz çamaşırdan nasiplerini alamadılar belki ama kâh en azından ilk aylarında Pulitzer’in ünlü kitabı Felsefenin Temel İlkeleri’ni tartışarak, kâh satranç veya dama oynayarak, kâh ülkelerinin şairlerinden dizeler okuyarak, kâh gülerek kâh kavga ederek günlerini geçirdiler. Mercimek çorbası sorunsalı Sorunlar yok muydu, vardı elbette. Örneğin Adil Okay 7 nisan günü şunları kaydetmiş defterine: “Sakin bir sabah, nöbetçi olduğum için erken kalkıp mercimek çorbası yaptım. Filistinliler yemedi. Tuhaf tuhaf da baktılar. Aynı odada kaldığımız Hüseyin’le haber yollamışlar ‘çorba akşam içilir’ diye. Biz de ‘Türkiye’de sabah akşam içilir’ diye yanıtladık.” Çorbanın ne zaman içileceği konusunda anlaşamamışlardı belki ama birçok yemeğin aslında ortak olduğunu öğrenmişlerdi. ‘Halep kebabı’ aynı Adana kebabıydı. ‘Ful’ bakla ezmesi yani favaydı. Humus aynı bizdeki humus gibiydi. Gerçi çoğu zaman pirinç lapası gibi basit yemeklerle geçiriyorlardı öğünlerini ama ‘ziyafet’ çektikleri de olmuyor değildi: “Bugün cuma, buranın ‘pazar günü’. Cuma günleri tavuk ve börek yeniliyormuş. Aylardır ilk kez tavuk yiyeceğiz. Tavuk yeme imkânı bulunan bir cephede, kaşık ve yemek yiyecek bir yer bulunmaması bize çelişki gibi geliyor. Toprağın üzerinde, yarı ayakta yemek yiyoruz.” Yerde de yense, çaresiz günlerin yemeği olan yılan kızartmasından daha iyiydi tavuk elbette. Filistin’de örgüt çok Alışma günlerinden sonra Türkiyeli mülteciler, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), El Fetih, Filistin Kurtuluş Cephesi (FKC), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) gibi örgütlerin saflarında Filistinlilerle birlikte Güney Lübnan’da İsrail’e, Falanjistlere ve Said Haddad kuvvetlerine karşı savaştılar. Bu örgütlerden El Fetih’i ve FKÖ’yü sanırım çoğumuz tanıyoruz. Çekirdeğini 1959’da Yaser Arafat tarafından kurulan El Fetih’in oluşturduğu FKÖ bir şemsiye örgüttü. FKÖ’nün temelleri Ocak 1964’te Kahire’de toplanan Arap Zirvesi’nde atılmıştı. Arap devletleri tarihlerinde görülmemiş bir şey yapıp bir konuda ortak tavır almışlardı. Bir ‘Filistin Milli Fonu’ oluşturmuşlar, askerî okullarına Filistinli öğrencileri almışlar, Arap devletlerinde FKÖ ofislerinin açılmasına olanak sağlamışlardı. Ardından uçak kaçırma eylemleri ile örgütün ve Filistin Davası’nın dünya çapında tanınması sağlanmıştı. Esas olarak silahlı mücadeleyi öne çıkaran Arafat 1973 yılından itibaren diplomasiye ağırlık vererek FKÖ’ye sürgün hükümeti niteliği kazandırmıştı. Ekim 1974’te FKÖ, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve BM tarafından Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanındı ve ilk merkezi olan Ürdün’den, 1970 yılında, tarihe Kara Eylül diye geçen kanlı bir savaştan sonra çıkarılmış, Lübnan’a taşındı. Türkiye’de askerî darbe olduğunda hâlâ Lübnan’daydı. FKC, Ebu Nidal tarafından 1974’te kurulmuş, Marksist olduğunu iddia eden, ancak bürokratikleşmiş hatta çürümüş örgütlerden biriydi. Marksist mi anti-semitist mi? FHKC, Kudüslü Ortodoks bir aileden gelen George Habbaş tarafından 1967’de kurulmuştu. Habbaş’ın çıkış noktası Mısırlı lider Nasır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliğiydi ancak 1971’de FKÖ’ye katıldıktan sonra sola kaymış ve FKÖ’nün köktenci Marksist kanadını oluşturmuştu. Eylemlerine 1972’de başlayan örgüt Marksist kökenine rağmen sınıf mücadelesi tanımına karşı çıkıyor, öyle ki o yıllarda sol gelenekte önemli yeri olan 1 Mayıs bayramlarını bile kutlamıyordu. Dahası katı bir İsrail düşmanlığı güdüyordu. “İsrail halkı, ulusu yoktur, hiçbir zaman İsrail’de sosyalizm kurulamaz” diyordu. Nitekim İsrail 1978’de Güney Lübnan’a girdiğinde sadece FHKC silah bırakmamış, bundan dolayı adı ‘Ret Cephesi’ne çıkmıştı. FDHKC ise 1969 yılında Ürdünlü Ortodoks bir aileden gelen Nayef Havatme tarafından FHKC’den ayrılarak kurulmuş Marksist bir örgüttü. Kısaca ‘Demokratik Cephe’ diye anılıyordu ve İsrail ulusunun artık inkâr edilemeyeceğini, Filistin sorunun buradaki sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve İsrail proleteryasının iktidara gelmesi ile çözüleceğini, bu anlamda İsrail’deki komünist hareketin desteklenmesi gerektiğini’ savunuyordu. Başka örgütler de vardı elbette. Ortadoğu’nun ve solun tipik bir hali olarak, etnik, dilsel, dinsel ve ideolojik ortak noktaları değil de en küçük ayrımları öne çıkaran bu örgütler, gruplar, klikler sadece İsrail’le değil birbiriyle de kıyasıya mücadele ediyorlardı. Türkiyeli siyasi mülteciler ise 12 Eylül öncesindeki parçalanmışlıktan ders çıkarmışa benziyorlardı ve kendilerini kanatları altına alan örgütlerin verdiği görevleri yerlerine getirmeye çalışıyorlardı. Para değil inanç “Yol boyunca Hüsam gördüğümüz diğer Filistin örgütlerini tanıttı. Tanıttığı diğer Filistin örgütlerinin savaşçılarının sarhoş nöbet tuttuklarını, savaşçılara en az aylığı FHKC’nin verdiğini vs. anlattı. ‘Bizde para değil inanç önde gelir’ dedi. Gerçekten de diğer Filistin örgütleriyle kıyasladığımızda, inançlı, kararlı savaşçıları barındıran FHKC öne çıkmakta” diye not almış Adil Okay ve bir başka yaraya daha parmak basmış usulca: “Bütün Filistin örgütleri kaliteli kâğıttan olağanüstü fazla sayıda haftalık dergi çıkarıyorlar. Merkezi yayın organının yanı sıra gençliğe, savaşçılara hitaben de dergi çıkıyor. Bu olumlu çalışma müsrifliğe dönmüş. Her askere birer dergi veriliyor. Üçte ikisinin –okunmadan– atıldığı bilindiği halde her tarafta parasız dağıtılıyor. Örneğin burada elimi attığım her yerden, yepyeni atılmış dergi çıkıyor. Çoğu kez yıpranmamış dergiler çöp küreği olarak kullanılıyor. Böylesine boşa harcanan para Filistin halkının parasıdır.” Buraya kadar anlatılanlar, Filistin Davası’nın çözülememesinde Filistinlilerin payına dair ipuçları taşıyor bence. Evet, Filistin artık eski Filistin değildi. 1968 kuşağının eğitildiği özel kamplar artık yoktu. Filistinli gerillaların halkla diyalogları zayıftı. Eğitimleri düşüktü. Para bulan kapağı Avrupa’ya veya Amerika’ya atmaya çalışıyordu. Ama elbette bir de ‘madalyonun arka yüzü’ vardı. Lübnan İç Savaşı Türkiyeli siyasi mültecilerin ister istemez katıldıkları 1975-1991 yılları arasındaki Lübnan İç Savaşı’nın önemli aktörleri FKÖ, Marunî Hıristiyanların Falanjist Partisi, Suriye ve İsrail tarafından desteklenen Hıristiyan (Melkit) Binbaşı Said Haddad’ın kurduğu Hür Lübnan Ordusu (HLO) ve Şiilerin Emel örgütüydü. Emelciler üçe ayrılmışlardı: Bir bölümü İran’daki Humeyni rejimine yakındı, bir bölümü Falanjistlerle ittifak halinde Filistinlilere karşı savaşıyordu, bir bölümü ise nispeten ilerici ve Filistinlileri destekliyordu. İsrail, FKÖ’nün Lübnan’dan ülkesine yönelttiği saldırıları önlemek için 1978’de Lübnan’a HLO’nun açtığı koridordan girmişti. İsrail 1982’de aynı gerekçeyle Lübnan’a ikinci kez girdiğinde en büyük yardımcıları yine Falanjistler ile daha sonra adını Güney Lübnan Ordusu olarak değiştiren HLO idi. Dünya kaynıyor Ama dünya sadece Ortadoğu’dan ibaret değildi elbette. Adil Okay’ın satırları o dönemin hızlı bir özetini veriyor bizlere: “Sabah haberlerini dinliyoruz. İsrail Suriye’ye Lübnan’ın doğusuna yerleştirdiği Sam füzelerini çekmesi için tehditte bulunuyor. Suriye çekilmeyeceğine dair cevap veriyor. Türkiye’de yasadışı sol bir örgüte mensup atmış altı kişi yakalanmış. MGK ‘Yakında demokrasiye dönülecektir’ diye açıklama yapıyor. Yugoslavya’da öğrenciler direnişe geçmişler. Çekoslovakya’da, Çin’de geniş tutuklamalar başlamış. Kuzey İrlanda’da bağımsızlık için mücadele eden IRA’lıların başlattıkları açlık grevinde, cezaevinde ikinci kişi ölmüş. IRA’lılar kendilerine siyasi tutuklu hakkı tanınmasına kadar açlık grevinde bulunacaklarını açıkladılar. Almanya’dan ismi yeni duyulan bir örgüt çıkış yapmış. Japonya’da terörizmle mücadele için özel önlemler alınıyormuş. İran’a atılan bir Irak bombası ile on yedi kişi ölmüş. Beyrut’un Müslüman kesiminde patlayan bomba beş kişinin ölümüne neden olmuş. Papa vurulmuş. Ve dünyadan benzeri yığınla haber, dünya kaynıyor, kaynıyor...” Sabra ve Şatilla katliamı Dünya kaynıyordu elbette, ama ateş de düştüğü yeri yakıyordu. İsrail’in Lübnan işgali 1982 haziranından eylül ayına kadar sürdü ve üç aylık kuşatma sırasında sağ kalmayı başaranlar, BM gözetiminde açılan koridordan ülkeyi terk ettiklerinde, geride 20 bin ölü, yüz binden fazla yaralı ve binlerce esir bırakmışlardı. Filistinli savaşçıların yokluğundan yararlanan Falanjistler ve HLO’cular, 16-18 Eylül 1982 günlerinde Sabra ve Şatilla kamplarında üç bine yakın kadın, çocuk ve ihtiyarı kurşuna dizmişlerdi. Kuşatmadan sağ çıkan Türkiyeli devrimciler birden kendilerini Suriye’de beş parasız, korumasız, sudan çıkmış balık gibi buldular. Kimi meyve bahçelerinde işçi olarak çalıştı kimi tavuk çiftliğinde. Çıkamayanlar Suriye’de, Türkiye’ye dönenler sınırda veya içeride kurşuna dizildi, ‘şansı yaver gidenler’, yıllarca hapis yattılar. Bunun üzerine solcu mültecilerin yönü ister istemez Batı’ya çevrildi. Özellikle İskandinav ülkeleri yıllarca Türkiyeli siyasilere ev sahipliği yaptı. Aynen Latin Amerikalı, Asyalı siyasi mültecilere yaptığı gibi. Sözümüzü Adil Okay bağlasın: “Sürgünler de anılarını, anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardı, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelir ki, nereye giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını, bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeye bir konuk gibi yaşamaya mahkûm olduklarını anlarlar. Yani dönüşün olmadığını. Sessiz bir çığlık gibi boğazlarına düğümlenen bu gerçekle yüzleştikleri an, sürgünlerin gözlerine o, fark edenleri dehşete düşüren, hüzün yerleşir ve ömür boyu gitmez... Yeni kurulan evler de hep geçici olacaktır. Geçicilik duygusu, gitme özlemiyle atbaşı olacaktır. Yıllarca gitme fiilini çekiş gidememe sancısı yaşayacaklar, ola ki günün birinde gitseler de aradıklarını bulamayacaklardır. Arkada bıraktıkları evler enkaza dönmüş, dostlar ölmüş, yaşlanmış ve değişmiştir... Gidenler Kavafis’in ‘Bu kent arkandan gelecektir’, ‘Aynı sokaklarda ak düşecek saçlarına’ diye başlayan şiirini ters çevirip yeniden yeniden okuyacaklardır: ‘Bu kent özlenir mi Kavafis/ Ne ahşap evleri kaldı/ Ne dostlar sırtımızı yaslayacağımız/ Ne dağ etekleri/ Utangaç âşıkların papatya topladığı/ Ne aşk/ Kirletildi bu kent Kafavis/ Irzına geçildi/ Bu kent özlenir mi Kavafis?/ Şimdi sokaklarını/ Bir öğürtü nöbetiyle arşınladığım/ Kendi çocuklarını yiyen bu kent/Özlenir mi?” Adil Okay’ın sorusu hâlâ güncel, hala aynı yakıcılıkta. Bu şiirdeki ‘kent’ sözcüğünün yerine ‘Türkiye’yi’ koyun ve sorun kendinize: Bir türlü geçmişin hesabının verilmediği, bir türlü demokrasinin gelmediği, bir türlü barışın gelmediği, bir türlü kendi çocuklarını yemeye doymayan bu ülke özlenir mi?