T24 - 12 Eylül 1980 askeri darbesinde, Adana Cezaevi'nde dört idama resmi görevli olarak "gözlemci" sıfatıyla tanıklık eden Mustafa B. "Ben idama karşıyım ama gerekliliğine de inanıyorum. Mağdurların yerine koyarsanız kendinizi, bu duyguyu anlarsınız. Mesela bir öğretmeni öldüren, tecavüz eden kişi için ne düşünürsünüz? İdam edilsin ister misiniz, istemez misiniz? Can alan canın yaşam hakkı yoktur benim için" dedi.12 Eylül sürecinde Adana Cezaevi’nde dört idamda resmi görevli olarak “gözlemci” sıfatıyla bulunan Mustafa B. şimdi 64 yaşında. 27 yıl önceye geri döndü ve sorularımızı cevapladı...
Mustafa B, 12 Eylül döneminde Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman, İçel, Hatay illeri Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesi’nde Yazıişleri Müdürü olarak görev yapıyordu ve o dönemlerdeki idamlara, mahkeme görevlisi olarak tanıklık etti.
Gazeteci Akın Bodur, onun tanıklığında, üçü sol biri sağ görüşlü dört gencin idamını “Dört İdam Bir Tanık” adıyla kitap haline getirdi.
Serdar Soyergin, Ali Aktaş, Mustafa Özenç, Ahmet Kerse... Kitap, bu dört gencin neden ve nasıl ölüme gittiğinin ayrıntılarını anlatıyor; hayattaki son birkaç saatlerini nasıl geçirdiler, son arzuları ve son sözleri neydi...
İnfazlarda gözlemci sıfatıyla bulunan Mustafa B’nin tanıklığı 12 Eylül sürecinin karanlık noktalarına da ışık tutuyor. Arkadaşımız Füsun Saka, kitabın yayınlanmasına bile zor ikna edilen Mustafa B’yi bularak konuştu.
12 Eylül dönemi mahkemelerinde yazıişleri müdürü olarak görev yapan Mustafa B, kesinlikle fotoğrafının çekilmesini istemedi. İşte o dönem yaşananlar ve o röportaj:
12 Eylül döneminde dört idama resmi görevle gözlemci olarak tanıklık ettiniz. Bu görevi reddedemez miydiniz? -Kendi istemediğin bir görevi bir başkasına yüklemek akılcı olmaz. Bunu birebir yaşadım zaten. Bu görev için, emrimde çalışan birini evinden aldırttım ve durumu anlattım. Rengi tamamen gitti, hatta sonrasında bayıldı. Bu durumda ben o görevi istemeyip de başkasına nasıl yükleyebilirdim?
İdamlara tanıklık etmek hayatınızı nasıl etkiledi? Unutabildiniz mi o anları? -En son idam 1983 yılındaydı, aradan 27 sene geçti. Bu ka dar sene zarfında sağlığımı kaybettim. Sinir sistemim bozuldu. En ufak şeye parlıyorum, haksızlığa da tahammül edemiyorum.
İdamlarda gözlemci olarak bulunmanız eşinizle ilişkinize nasıl yansıdı? Çevrenizin tepkisi nasıldı? -Kimseye söylenecek bir şey değildi bu. Ailem İskenderun’da, ben ise Adana’daydım. Sadece hadisenin olduğu akşamlar, konuşmak için birini arardım. O zaman da karakola gider, başkomiserle sohbet ederdim.
İnsan eşine anlatır ama değil mi? -Eşimle aramızda bunun konuşması geçti. Ama yaptığım görevin niteliği buydu ve ben görevdeki sorunlarımı eve, evdeki sorunlarımı göreve taşımazdım. Bu konuda hiç sorun yaşamadım. Çok yakın dostlarım bilir sadece.
İdam edilen gençlerin aileleriyle tanıştınız mı sonra? -Sadece ikisinin annesiyle karşılaştım ama biriyle konuştum. Çünkü diğeri, başkaları tarafından kullanılıyordu. Onunla konuşmamız imkânsızdı. Ama biriyle görüştüm, ona yardım da ettim, yani oturttum çay içirdim. Neticede, evladını kaybetmiş bir anneydi. Zaten “Benim oğlumu kullandılar” diyordu. Canı yanan bir anneydi. Bir suçlunun annesiydi ama anneydi sonuçta.
O gençlerin hepsi de suçlu muydu sizce? -Hepsi o eylemleri yaptılar. Belgelerle sabitti. Hem idam öncesinde sorduğumuzda, yaptıklarını söylediler.
“Keşke bu olayları yaşamasaydık” diyen oldu mu? -Kesinlikle nedamet duyguları yoktu onların.
Sizin o zamanki işiniz tam olarak neydi? -Mahkemede yazı işleri müdürüydüm.
Kendiniz için böyle bir görev hayal etmemiştiniz herhalde?-Ben o işleri yapmadan önce de otopsilerde bulundum. Trafik kazaları, intihar vakaları falan gördüm. İnsan anatomisi üzerinde bilgim ve cesetlere aşinalığım vardı. Ama yine de etkilendiğim şeyler oldu.
Sizden başka gözlemci olarak kaç kişi bulunuyordu infazlarda? -10-11 kişi oluyordu.
Onlarla sonrasında idamları konuşuyor muydunuz?-Saat 21.30-22.00 gibi gidiyorduk cezaevine. Bir süre sonra mahkûm hücresinden alınıyordu; onunla kalıyorduk, konuşuyorduk. Mahkûmun mimiklerine bile dikkat kesiliyorduk. Zaten kimsenin yapmak istemediği bir işti. Uykusuzluk, sigara üzerine sigara içmek gibi bir ortam vardı. Ben günde üç paket sigara içiyordum. Sonra sabah raporu yazıyor, albaya veriyordum ve işe devam ediyordum.
Normal hayata nasıl dönüyordunuz? -İşyerindeki arkadaşların dahi haberi olmazdı, tamamen gizliydi. Daireye gelince bu konu üzerinde konuşma yapılmazdı. Bir ben bilirdim, bir de kıdemli hâkim. Hâkim, heyetten gidecek kişiyi ve beni gönderirdi.
Sizin çocuğunuz var mı? -Var.
“Benim çocuğum bu duruma düşse ne yaparım” diye düşündünüz mü hiç o sırada? -Sen bunu görev olarak addedersen sorun olmaz, ama başka bir şey düşünürsen o göreve gidemezsin. Bir doktor ameliyata girerken “acıyacak” derse ameliyatı yapamaz ki.
Ama doktor hayat kurtarıyor sonuçta...-Evet de, orada da hayatları söndüren insanlar vardı. Mesela ben idama karşıyım ama gerekliliğine de inanıyorum. Mağdurların yerine koyarsanız kendinizi, bu duyguyu anlarsınız. Mesela bir öğretmeni öldüren, tecavüz eden kişi için ne düşünürsünüz? İdam edilsin ister misiniz, istemez misiniz? Can alan canın yaşam hakkı yoktur benim için.
Çocuklarınızın bir gün bunları öğrenip sizi suçlayacağını düşündünüz mü? -Niye suçlasın ki? Sanmıyorum, suçlamaz benim çocuklarım. Görev görevdir, kendileri de görev yapıyor.
“Sağlığımı kaybettim” dediniz. Tedavi gördünüz mü? -Kendimi tedavi etme yoluna gittim. Bunlar ilk değildi, o zamanlar yaşamak zordu. Öyle zamanlar geliyordu ki, insan intihar etmek bile isteye bilirdi. Ben kendini asan askerleri gördüm. Bilinçli olmak lazım. Görevi görev olarak görürsen bazı duygulardan kurtulursun. Ama duygusal davranırsan bunalıma girersin.
Yıllar sonra bütün bunları açıklarken korkmadınız mı başınıza bir şey gelir diye?-Korkunun ecele faydası yok. Netice itibarıyla bir can borcumuz var. Mademki bunlar deşiliyor, her şey açığa çıksın istedim. Belgeleri de mektupları da verdim.