Barış Acar http://prounodasi.wordpress.comÇağdaş/ güncel sanatı anlamadığını söyleyenler var. Hayatında kendine söylenenden başka hiçbir şeyi yapmadığı halde “Bunu ben de yaparım”cılar kalabalığın büyük kısmını oluşturuyor. Üstünde durmaya değmez. Diğer bir kısım ise malzeme üzerinde ustalık gösterenler. İtirazlarında hakları da yok değil. Ömürlerini verdikleri malzemenin zoruyla boğuşma işini birileri çıkıp elinin tersiyle bir kenara itiyor. Yan yana koydukları iki renkten, iki buluntu nesneden, iki fikirden medet umuyorlar. Çağdaş sanatı tanımlamanın en kesin yolu malzemenin içerikten kesin biçimde ayrılması diyebilirim bu yüzden. Sanatçının İkizi Olarak Piyasası Gelgelelim bu ikinci grubun müthiş haksız olduğu bir nokta var. Malzemenin derinlerinde dünyanın teniyle uğraşan adamlar olarak onlar başka bir dünyanın öncüleri oldular her zaman. Merleau-Ponty, kendi tenlerinde dünyanın tenini deneyimleyerek “görünürün bilmecesi”yle uğraştıklarını söylüyordu sanatçıların. Doğruydu. Bununla birlikte ürettikleri işin zanaat kısmının yarattığı devasa pazarın önünde duramadılar. John Berger “Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı” kitabında bunu ustaca gözler önüne sermişti. Sanatçı dünyaya ne kadar çok giderse gitsin, sanat piyasası aynı hızla yeteneklerini sermayeye çevirerek onu dünyadan uzak tutmayı, bir fanusun içine hapsetmeyi başarıyordu. Baudrillard’ın terimleriyle söylersek simulakr olaran kendi ikizi (imgesi) sanatçının yaşamasına izin vermiyordu. Diğer yandan bununla hiç ilgilenmeyen bir sanatçı tipi de var. Biraz bohem. Biraz aylak. Biraz vurdumduymaz. Bütün bu ilişkileri görmüş ve bunlar benim evrenimde olup bitiyor olamaz diyerek yüz çevirmişler. Derinlerde bir yerde, konuşmaya başladığında çok sözü olduğunu bildiğimiz kimseler onlar. Ancak bunun fazlasıyla farkında ve etrafında dönenen sanat piyasasını çekip çevirmeyi görev edinmiş bir başka sanatçı tipi daha var ki, işte asıl düğüm orada. Malzeme üzerinde öğrendiğini piyasa değerlerine tahvil etmeyi öğrenmiş, koleksiyoneriyle, galericisiyle, müzesiyle uyum içinde çalışan bu sanatçı ne yapıyor? Çağın yerleşmiş değerlerini tekrar ve tekrar üretirken sanat adına yapıp ettiği ne? Her çağın, sistemle barışık aktörler olarak sanatçıları vardı, denecek. Ama biz onları sanatçı yapan şeyin kendi piyasalarıyla barışık olmaları değil, onu kıracak denli güçlü sanat görüşlerine sahiplikleri olduğunu biliyoruz. Akılla ya da sezgisel, çağını kırdığı, ona başka bir bakışı eklediği için sanat tarihinde bir anlamı oluyor bu aktörlerin. (Bu konuda Türkiye’de yanlış değerlendirilen ve hiç anlaşılmayan örneklerden biri Andy Warhol. Onun üstünde de ayrıca durmalı.) Sanat Yoktur, Sadece Sanat Piyasası Vardır! “Sanat yoktur, yalnızca sanatçılar vardır,” diyordu Sanatın Öyküsü kitabının girişinde Gombrich. Oysa söz konusu kötü örneklerin iş yapma biçimine bakınca “Sanat yoktur, sadece sanat piyasası vardır,” diye düzeltesi geliyor insanın bu sözü. Yanlış da sayılmaz. Büsbütün piyasanın güdümünde bir sanat tarihi yazımı uzun süre egemenliğini sürdürdü (Hâlâ da sürdürmüyor mu?) Tabloyu boyutlarından tanıyan bu sanatçı tipi için ne söylemeli? “50’ye 65 çalıştım, ama keşke biraz büyütseymişim; baksana 60’a 90’ların hepsi satıldı.” “Geçen sefer 100’e 140 iki tablo koymuştum onlar bile elimde kaldı.” “Asıl bunları 200’e 300 çalışacaksın ki göz doldursun.” Onların yanında biraz vakit geçirirseniz rakam duymaktan kendilerini borsa simsarı bile sanabilirsiniz. Onlara göre tuval mekânda yalnız boyutuyla var olur. Resmin dünyaya katkısı galerilerle, koleksiyonerle olan değiş tokuş ilişkisiyle, metre kareye kaç gram boya düştüğüyle ölçülüdür. “Resim piyasası” adını verdikleri bu karaborsayı sanatın kendisi sanırlar. Bir eleştiriyle karşılaştıklarında ise “hayatta kalma mücadelesi” dillerinden düşmez. Bir sanatçıya “Bunlarla neden bu kadar uğraştın? Bunların yerine natürmort yapsaydın ya! O zaman hepsini satardık.” denebilmesini kulak ardı ederler. Açlıktan ölse de kendi sanatını aramış Van Gogh’u sanatçı değil, deli sanarlar. Sanat tarihinde kopukluklar yaratarak onları birbirine bağlama meraklısı olanlardan değilim. Bu yüzden Dada’dan, ilk Romantiklerden, hatta Maniyerist sanatçılardan bu yana çağdaş sanatı yaratan örneklerin gözümün önüne sökün etmesine izin veriyorum. Köpekbalığını galeride sergileyen Damien Hirst’ü bir tavşana sanatı anlatmaya çalışan Beuys’a; bir kar küreğinde kırık bir kol gören Duchamp’ı fırtınadan sonra renklere bulanmış sabahın ressamı Turner’a; işkence görmüş, parçalanmış bedenler çizen Goya’yı bir cinayete tanıklık olsun diye resim yapan Rembrandt’a bağlayabiliyorum. Onların hepsi de sanat adına genelgeçer algıyı/ beğeniyi kırma cesaretini göstermiş, çağının öncüsü olan sanatçılardı. Çağdaş sanata, çağdaş sanatçıların dünyaya karşı giriştiği mücadeleye kızmadan önce onun/ onların içine doğduğu ortamı iyi tahlil etmeyi öğrenmek gerekiyor. Onların malzemesi, elinde metre tuval boyutu ölçen sanat simsarlarının bizzat kendisidir de denebilir. İşin diğer yüzüne baktığımızda ise Sarkis’in “Pilav ve Tartışma Yeri” işiyle insanlara ortak bir deneyimi paylaştırma çabasının üzerinden on beş sene geçti. “İlişkisel estetik”in bile pazarlama yollarını ustaca yarattı/ yaratıyor piyasa. Şimdi “resim piyasası”nın dayattığı aynı sorun çağdaş/ güncel sanatçıların peşi sıra dolanıyor. Onlar, 50’ye 65, 90’a 140, 200’e 300 resimlere karşı “kahramanca” direndiler; peki şimdi kendilerini kuşatan pazara karşı nasıl direnecekler?