Bizim gazetenin çok ilginç ve övündüğümüz bir yazar kadrosu var. Nabi Yağcı, Roni Margulies, Oya Baydar gibi sıkı sosyalistler de yazıyor burada. Her ne kadar Roni’yle Oya’da “liberallerin” arasına “düşmekten” dolayı zaman zaman hafifçe Türkan Şoray filmlerini andıran “pavyondaki namuslu kadın” huzursuzlukları tezahür etse de burada sağlam bir “solculuk” tartışması yaşayacağımızı ümit ediyorum. Yirminci Yüzyıl’da birbirine düşman olan Marks’la Adam Smith’in ideolojik ilişkilerinin, Yirmi Birinci Yüzyıl’da ne olacağını ya da ne olması gerektiğini hiç tartışmadan huzursuzluğa böyle çabucak kapılmalarına gerek yok bence. Ama asıl önemli olan bu değil. Roni dünkü yazısında Kemalist “çağdaşlığı” eleştirirken şöyle diyordu: “Çağdaşlığı ‘1923 Türkiye’sine ve tek bir kişinin mutlak idaresine duyulan özlem’ olarak yorumlayan...” Bu tek cümle ve “tarihî” vurgu aslında Kemalizm’in özünü ortaya koyuyor. Üstelik sadece Kemalizm’in değil, sosyalizmin ve Müslümanlığın da çok temel sorunlarından birine değiniyor bence. Çünkü Müslümanlığa, sosyalizme ve Kemalizme baktığımızda, birbirinden çok farklı ve birbirine neredeyse düşman üç anlayışın ortak noktaları bulunduğunu görüyoruz. Yıl 2009. Bu üç inanış ya da fikir sorunlar yaşıyor. Şu Mardin’deki katliama bakın. Katiller Müslüman. Mescitte namaza duran insanları gözlerini kırpmadan tarıyorlar. Bu ilk değil elbette. Camide epeyce insan öldürüldü İslam tarihi boyunca. Ama 2009’da bunun hâlâ sürmesi, büyük bir ihtimalle kendileri de Allah’a inanan, namaz kılan, oruç tutan insanların, “ibadet eden” kurbanlarını mescitte taramaları, bir “Müslüman ahlakının” en azından inançlı insanların bir kısmında henüz kökleşmediğini gösteriyor. Yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu söylenen bu ülkede, yolsuzlukların, hırsızlıkların, cinayetlerin, suikastların nasıl yaşandığını görüyoruz. Demek ki bu toplumda Müslüman ahlakı, inananların ruhuna pek nüfuz edememiş. Eğer “ahlakına” sahip değilsen o dine de sahip değilsindir. Benim bilebildiğim kadarıyla, din ibadetle değil, “ahlakla” başlar. Ahlak yoksa, din yoktur. Peki, bunca Müslüman’ın yüzlerce yıldan beri yaşadığı bu topraklarda İslam ahlakı neden köklenemedi? Elbette bu sorunun cevabını benden çok daha ehil biçimde verecek insanlar var ama ben onların hoşgörüsüne sığınarak kendi görüşümü söyleyeyim. Gerçekten sağlam ahlaklı Müslümanların çoğu, kendi dinlerinin yaşanma biçimi olarak, Müslümanlığın çıktığı tarihin şartlarındaki yaşama biçimini görüyorlar. Bir Müslüman’ın 2009’da nasıl yaşaması, nasıl bir ahlaka sahip olması, hızla değişen hayatla nasıl bir ilişki kurması gerektiğine dair sağlam tasavvurları ve önerileri pek yok. Böyle yapmadığınızda, inançla hayat arasındaki bağı sağlam tutamazsınız, o bağ kopar ve oluşan boşluğa “ahlaksızlık” sızar. Sanırım bugün olan da bu. Müslüman âlimlerimiz, 2009 yılındaki hayatla İslam’ı biraraya getirecek yeni bir yorum, yeni bir anlayış ortaya koyamıyorlar, “din” hep “geçmişe bakmak, geçmişe hayran olmak” olarak algılanıyor. Dinin etkileyiciliği ve sahiciliği zedeleniyor. Müslümanlar, Müslümanları mescitte öldürüyor o zaman. Aynı zamansal kopukluğu solda da görüyoruz. Eğer devrim dediğinizde aklınızda hâlâ “1917” devrimi varsa, şartların değiştiğini, sınıfların değiştiğini, üretimin değiştiğini, yaşam biçimlerinin değiştiğini, zihniyetlerin değiştiğini, sosyal tabakaların değiştiğini göremiyorsanız, “devrimciliğiniz” sahicilikten kopuk çocuksu bir nostaljik özleme dönüşür. Devrimcilik, “gerçekleşebilecek” bir hayal yaratmakla mümkündür. Kaybolmuş bir hayalin özlemini çekmekle değil. Hâlâ “emek-sermaye” çelişkisini “başat” çelişki sanıyorsanız, 2009 yılının gerçeklerini, sınıfsal hareketliliğini, üretim ilişkilerini algılayamıyorsunuz demektir. İşçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşmesi beklenen “enternasyonalizmi”, kapitalizmin öncülüğündeki “globalizmin” bir başka düzeyde gerçekleştirmesinin nedenlerini merak etmeden, işçilerin “enternasyonalizmi” neden kapitalistlere kaptırdığını ve neden “solun” enternasyonal kapital karşısında “yerelleştiğini” incelemiyorsanız, “devrimcilik” etiketi kitlelerden kopuk kişisel bir tatminden öteye geçmez. Bugün sol, bu sorunların hepsini yaşıyor. Hayatla “ilericiliği ve solculuğu” bütünleştiremiyor, süratle yerelleşiyor, arkaikleşiyor ve ileriye gidemediği, geleceğe yönelik bir umut yaratamadığı için de “geçmişe” kaçmaya, o hayale sığınmaya çalışıyor. Kemalizmin durumu da böyle. Onlar da 1923’ü ve tek adam yönetimini, bir diktatörlüğü özlüyor. Zamanın ruhundan ve gerçeklerinden kopuk bir özlem bu. Roni’nin dalga geçerek söylediği gibi “çağdaşlığın” bir tür karikatürü. Eğer Kemalistler, gelişmiş bir üretime sahip Batı’nın “tüketim kalıplarına” sahip bir toplumda yaşamayı istiyorlarsa, özlemleri buysa, bunun önündeki engelin kendi “halkları” olduğunu sanma ve bunun çaresini diktatörlükte arama yanılgısından herhalde kurtulmaları gerekir. Hepimiz, olduğumuz şeyi gerçekten olmak için “bugünü” anlamak zorundayız. Hayat bugün yaşanıyor çünkü. Geçmişte yaşanacak bir yaşam yok hiçbirimiz için.