Hürriyet’ten Kanat Atkaya, Sedat Ergin; Milliyet’ten Mehmet Tezkan, Fatoş Karahasan, Aslı Aydıntaşbaş; Zaman’dan Etyen Mahçupyan, Mümtaz’er Türköne; Taraf’tan Sezin Öney, Emrah Çelik, Mustafa Paçal; Radikal’den Murat Yetkin, Ezgi Başaran; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Akif Emre; Sabah’tan Sevilay Yükselir, Vatan’dan Ruhat Mengi, Okay Gönensin; Star‘dan Ardan Zentürk gündem hakkında yazdı, önemli tespitlerde bulundu. İşte o yazılardan hazırladığımız derleme.
Kanat Atkaya – Hürriyet Ali İsmail Korkmaz’dan vicdanlara mektup var
Adaletin sadece parti tabelası olduğu memlekette yine de adalete güvenmiş Ali İsmail Korkmaz. Öldüresiye dövülmesinin ertesinde, konuşma ve hatırlama güçlüğü çekmesine rağmen, hastaneden bir kas gevşetici yazılıp “2-3 güne bir şeyciğin kalmaz” diye yollanmasına rağmen polis merkezine gidip ifade vermiş. Radikal’den İsmail Saymaz, Ali İsmail Korkmaz’ın ölmeye yatmadan önce verdiği ifadeye ulaşmış, dün yayınlandı: “Eski gar arkasından evime gittiğim sırada 5-6 kişilik bir grup önüme geçerek ellerindeki sopalarla saldırdı. Kafama, sırtıma, omzuma ve bacaklarıma vurdular. Yere düştüm. Saldıran grup yere düşünce bırakıp kaçtı, tam hatırlayamıyorum”. Şöyle bitiyor ifadesi Ali İsmail’in: “... Dün konuşma zorluğu yaşamıyordum. Ama bugün hatırlama zorluğu çekiyorum. Bir dişim sallanıyor. Başım ağrıyor. Bana kimlerin neden vurduğunu bilmiyorum, sivil kıyafetliydiler. Şikâyetçiyim...” Güzel kardeşim Ali İsmail, hepimiz şikâyetçiyiz. Unutmayacağız, vicdan kapılarını kırana kadar seni de Ethem’i de, Abdullah’ı da, Mehmet’i de, Medeni’yi de hatırlatacağız.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Sedat Ergin – Hürriyet Mısır darbesi ve Erdoğan (2): Tarihin mecrasını değiştirme iddiası darbe aldı
Tarihi uzaklaştığı mecrasına yeniden kavuşturacak olan nedir? Erdoğan, bunu “medeniyetimizin esaslarıyla buluşmak” şeklinde açıklıyor. Bunu İslam’ın özüne dönüş olarak da tercüme edebilirsiniz. Erdoğan, Arap uyanışını da zaten “öze dönüş” üzerinden “tarihin kendi mecrasına yönelmesi” olarak görüyor.
İslam medeniyeti, onun bakışında, bu anlamda -demokrasi de dahil- bugünün meselelerinin çözümlerini de içinde taşıyor. Erdoğan’ın “Demokrasinin nüvesini teşkil eden farklılıkları bir arada yaşatabilme anlayışının özü yine bizim medeniyetimizde köklerini bulur” şeklindeki sözleri bu çerçevede değerlendirilebilir.
Başbakan’ın şu sözlerinde de aslında Batı’ya dönük ciddi bir meydan okuma var: “Biz hiçbir yerden model arama ihtiyacı içinde milletler değiliz. Kendi tarihimiz, kendi medeniyetimiz bize hürriyet konusunda, birlikte yaşama konusunda gereken dersi, tecrübeyi ziyadesiyle vermektedir”. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Mehmet Tezkan – Milliyet Güneydoğu’da bi şeyler oluyor Görünen o ki; PKK süreci kullanarak kendi devlet örgütlenmesini kuruyor.. Böyle olmasa İçişleri Bakanı paralel devletten bahseder miydi; ‘müsamaha etmeyeceğiz’ der miydi? KCK yöneticilerinden Duran Kalkan dün olan bitene açıklık getirdi; Kürtler kendini savunmayacak mı diye sordu? Ekledi; ‘çözüm süreci ilerlerse Kürtlerin asayişleri de, polisi de, savunma güçleri de olacak.’ Olacak mı? PKK’nın ülke dışına çekilmesi, silahlı mücadeleden vazgeçmesi karşılığında verilen sözlerden biri de bu mu? Bilmiyoruz.. Söz verilmese bile manzara şu.. PKK veya isterseniz KCK deyin sürecin esnekliğinden, kırılganlığından, zorluğundan faydalanmaya çalışıyor.. Devlet süreci bozacak adım atmaz/atamaz öngörüsüyle hareket ediyor.. Burayı ben yöneteceğim mesajları veriyor.. Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Fatoş Karahasan – Milliyet Twitter a la Turca: Siyaset Twitter ilişkisi 2009’da Cannes Lions Yaratıcılık Festivali’nde dinlediğim Biz Stone, Twitter’ın gazetelerin en büyük rakibi olacağını söylemişti. Twitter, kitlesel mecranın yerine geçemedi ama onu besleyen en önemli kanallardan birisi haline geldi. Kullanıcı sayısı 200 milyonu, günlük atılan tweet sayısı 400 milyonu aştı. Uzun yazı okumaktan ve yazmaktan pek hoşlanmayan Türkiye Twitter’ı hızla benimsedi. İlk kullananlar gençler ve gazeteciler oldu. Eğlence ve magazin dünyası alana hızlı bir giriş yapınca, gazeteler Twitter dedikodularıyla doldu.. Günlük kavgalar, yorumlar, atışmalar Twitter üzerinden yapılmaya başlandı. Alkollüyken atılan tweet’ler kariyer ve aşk kazalarına neden oldu. Ortam kalabalıklaştıkça, iş dünyasının temsilcileri ve siyasiler de konuyla ilgilenmeye başladılar. Kullanıcılar bu çok sesli ve renkli ortamda kendilerini özgür, önemli ve renkli hissettiler. Her anlarını paylaşmaya alıştılar. Gerçek dünyada ne varsa, hepsi tüm yalınlığyla “Twitter a la Turca”ya yansıdı. Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Aslı Aydıntaşbaş – Milliyet Ceylanpınar ve ruh halimiz
Ceylanpınar-Resulayn-Serikani, üç aşağı beş yukarı aynı yerin Türkçe, Arapça ve Kürtçe adı. Sınır dediğiniz, bir tren hattı. Hemen ötesinde, PKK’ya bağlı PYD ile Suriye muhalefetinin en radikal İslamcı unsurları, savaşıyor. Oradan bize sıçrayan, sadece Ceylanpınar halkını tehdit eden mermiler değil, Suriye krizindeki bütün sorunlar yumağı. Kısacası, sınırımızda PKK ve Nusra Cephesi savaşıyor ve bu durum Türkiye için iki ucu kanlı değnek. Batı’nın büyük ölçüde kaderine terk ettiği kanlı Suriye iç savaşında, ılımlı muhalif gruplar, yavaş yavaş yok oluyor. İlk günlerde Esad’a karşı meydanlara çıkan o sırt çantalı aktivist çocuklar, çoktan öldü ya da kaçtı. Silaha sarılanlar ise, gözümüzün önünde her geçen gün radikalleşti. Suriye’de yükselen iki güç var: PKK ve aşırı İslamcı radikal gruplar. Ve şimdi bunlar, Esad’la değil birbirleriyle savaşıyor. Türkiye ne yapmalı? Ankara kendi sınırının Afganistan olmasını istemiyor. Ama PKK’nın da bölgede tek başına hakimiyet kurmasına karşı. Prensipte, Resulayn’da savaşan iki gruba da ‘eşit mesafede’ olması lazım. Pratikte, PKK’yla barış sürecinde mesafe kat etmeden, bu çok zor. Örneğin yaralanan İslamcı muhalifler, tedavi için bizim hastanelere geliyor; fakat yaralanan PYD’liler gelemiyor. Halk da bu durumdan rahatsız. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Etyen Mahçupyan – Zaman Kararı kim ve nasıl verecek? Gezi olayları felsefi ve ilkesel bir tartışmanın gündeme girmesine neden oldu. Parkla ilgili olarak belediyenin aldığı karara karşı çıkanlar, her şeyin sandıkta bitmediğini, çoğunluğa sahip olmanın hükümetlere istenen her şeyi yapma yetkisini vermediğini, halka sorulması gerektiğini söylediler.
Ne var ki neredeyse aynı kitle, Başbakan’ın halk oylamasını kabul etmesinin ardından ‘bu tür’ konuların halka da sorulamayacağını ve ‘bu tür’ konularda evrensel ve ilkesel doğruların söz konusu olduğunu vurguladılar. Ne yazık ki aralarından kimse ‘bu tür’ konuların ilkesel tanımını yapmadı. Örnekler vermekle yetindiler ve genelde de kimliksel temelli insan haklarına değindiler. Ancak Gezi Parkı’nın nasıl olup da ‘kimliksel temelli insan hakkı’ kapsamına girdiğini öğrenemedik... Evet, idealize ettiğimiz demokratik bir düzende sandık gerekli olsa da yeterli bir meşruiyet sağlamaz. Çünkü demokrasi sadece kimin yöneteceğini değil, seçilenin nasıl yöneteceğini de ima eden bir rejim. Ne var ki konu ‘nasıla’ geldiğinde cevabı ‘demokratik’ diye vermek de yetmez, çünkü bunun ‘nasıl’ olacağı sorusuyla karşılaşırız. Demokrat zihniyet açısından bakıldığında, herkesin bilgilenmesini ve herkesin fikrinin herkes tarafından duyulup anlaşılmasını sağlayacak bir şeffaf kamusal mekanizma gerektiği söylenebilir. Yaşanacak karşılıklı ikna süreci, bu noktadan sonra çok ender durumlarda bir fikir birliği üretecek, çoğu zaman halk oylaması ideal çözümü oluşturacaktır. Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Mümtaz’er Türköne – Zaman Devlet hangi aşamada? Süreci eleştirenlerin ve sürece karşı çıkanların önüne bir soru koyalım. Bugün süreç akamete uğrasa ve şiddet yeniden başlasa, hatta 2012 yazında olduğu gibi PKK “halk savaşı”nı daha geniş bir cepheye yaysa, şiddetin yeniden başladığı noktada, çözüm için harcanan o kadar çaba kimin hanesinde avantaj olarak duracak? En önemlisi, şiddetin yeniden başladığı gün Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü ne durumda olacak? Bu soruya verilebilecek sağduyulu cevabın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt vatandaşları nezdinde kazandığı ilave meşruiyeti göz ardı etmemesi lâzım. Yeniden başlayan şiddet, PKK’nın kitle tabanının temmuz güneşi görmüş kar gibi erimesine yol açar. Peki Devlet’in kaybı ne olur?
Türkiye bölgesinde yalnızlaşıyor. Mısır konusunda ABD’nin, Rusya’nın, İsrail’in ve Arabistan’ın aynı formülde buluşması, altımızdaki halının çekildiğini gösteriyor. Hızla değişen bu dengelerin yeni bir fırsat alanı açtığını düşünen ve Barış Süreci’ni saboteye kalkan PKK’lı şahinleri cesaretlendirmiştir. Ancak, siyaseti ateş çemberinin içinde pişe pişe öğrenen Kürtler, Türkiye’nin altından çekilen halının kendileri için de bir zemin kaybı olduğunu görüyorlar. Bugünün Arap dünyası, 1916’da İngilizlerle ve Fransızlarla yaptıkları işbirliğinin bedelini ödeye ödeye bitiremedi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gelmekte olan fırtınayı evinin içini düzene sokarak karşılamaya çalışıyor. Sürecin akamete uğraması önce Kürtlerin kaybetmesi demek. Devletin sağlam duruşu, büyük ölçüde bu kader birliği öngörüsüne dayanıyor. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Sezin Öney – Taraf Kayıp giden ahlaki zemin Türkiye’de de, son birkaç yıldır, “idareten demokrasi” yaşıyoruz. Yani, “böyle de durum idare edildiği için”, son seçimlerden beri, yasama sürecinin demokrasinin uluslararası standarttaki gereklerinden iyiden iyiye uzaklaşıldığı bir süreci.
Geçmişe bakıldığında, Türkiye’de hiçbir zaman “matah bir demokratik düzey” yoktu ama en azından, ne yapılması gerektiğine ilişkin bir bilinç, “niyeti olanın da” üzerinde sağlam durabileceği bir ahlaki düzlem vardı.
Avrupa Birliği, hiçbir zaman kendi içinde olmak istediği “ideal” olamadı belki, ama Türkiye için bir “ideal” siyaset ahlakı çizgisi sağlıyordu.
Demokratikleşme sürecinde yapılması gerekenleri bilmek, bir “hedef çizgisi” olması; her ne kadar yapılması gerekenlerin içselleştirilmediği, “Avrupa Birliği iyidir” gibi “ezbere” bir tavırla da olsa, bir ufuk çizgisi, hizalama imkânı veriyordu.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız Emrah Çelik – Taraf Hepimiz kaygılıyız Çok barışçıl bir şekilde başlayan masum eylemler bile kolaylıkla koca bir toplumsal kutuplaşmayla sonuçlanabiliyorsa; sonucunda ortaya çıkan büyük kırgınlıklardan dolayı bazı siyasi konuları yakınlarımızla dahi tartışmaya tövbe edebiliyorsak; ülkemizin çok uzaklarındaki başka Müslüman milletlerin uğradıkları devlet zulümleri karşısında gözyaşları dökerken kendi ülkemizdeki yurttaşlarımızın en tabii hakları olan anadilde konuşma ve eğitim haklarının tehdit altında bulunması karşısında bir şey hissetmemekle birlikte konunun tartışılmasını dahi çok tehlikeli görüyorsak; o zaman ülkede fazlasıyla endişe tohumları yeşermiş demektir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Mustafa Paçal – Taraf #direnyenianayasa Bize yepyeni, demokratik bir anayasa lazım. AK Parti, yeni anayasa için BDP ile mutabakat sağlayarak ki öylesi olası gözüküyor , bunu bir an önce Meclis gündemine getirmeli, bu tür palyatif düzenlemelere itibar etmemeli, ipe un sermeye çalışmamalıdır.
Yeni, demokratik anayasa demek, halkla birlikte ve onların önerilerinin kabul edildiği ve desteği ile yapılan bir anayasa demektir.
Ancak böylesi bir anayasa demokratik ve sivil anayasa olabilir.
Eğer böyle yapmasalardı, ne İspanya Franco faşizminden, ne Güney Afrika beyaz azınlık (Apartheid) ırkçı rejiminden, ne Polonya Sovyetik baskıcı düzenden kurtulabilirdi.
Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca sürmüş olan askerî vesayetten, ancak baştan aşağı yeni, evrensel ölçülerde demokratik ve sivil bir anayasa yapabilirse kurtulabilir. Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Murat Yetkin – Radikal Suriye savaşı kapımıza dayandı Türkiye, Suriye’deki iç savaşa temel olarak üç noktada temas ediyor. Birincisi, daha zahiri olan, savaşın kendisi, bunun Ceylanpınar’da, daha önce Akçakale’de Reyhanlı’da olduğu gibi zaman zaman sınırlarımıza taşması. İkincisi Kürt, üçüncüsü Alevi meseleleri…
Savaşın kendisinin Türkiye’nin yaklaşmakta olduğu 2014-2015 seçimler dönemi üzerine doğrudan ve önemli bir etkisi olma ihtimali zayıf. Ancak Kürt ve Alevi meseleleri öyle değil. Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hedefi dahil, pek çok siyasi dengeyi, oyun planını etkileyecek önem ve şiddette konular. O nedenle Suriye’deki savaş, Türkiye’deki iç siyaseti derinden ilgilendiriyor.
Türkiye’nin iç ve dış siyaseti, iç ve dış güvenliğinin Suriye iç savaşı nedeniyle hiç olmadığı kadar iç içe geçtiği tehlikeli bir süreçten geçiyoruz. Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ezgi Başaran – Radikal Başı örtülü yazarlar hayal kırıklığıymış Geçen pazar Yeni Şafak’ta bir röportaj yayımlandı. Örtünmeye karar veren yazar Leyla İpekçi başörtüsüne bakışını anlatıyordu. Röportajın sonlarına doğru “Bundan sonra neyin olmasını umuyorsunuz” sorusuna şöyle cevap veriyor İpekçi: “Örtülülerle örtüsüzler bir ayrım olmadan, hayatın her alanında bir arada yaşıyorlar. Onların da içinde soluk alıp veriyorsanız bir süre sonra artık gözünüz kim örtülü kim örtüsüz bunu seçemez hale geliyor. İdeal durum budur. Gözümüz kimin açık, kimin kapalı olduğuyla ilgilenmez hale geldiğinde, salt bakışımızla oluşan kimlik kabuklarının ne kadar aciz kaldığını fark edebiliriz. Toplumsal gündelik hayatta bu böyle zaten. Aydınların ve toplumbilimcilerin de böyle olmasını umutla bekliyorum.” Ben de. Erkeklerin tahakkümündeki etiketlerden sıyrılabilmeyi, bıyıklılar açısından yönetilmesi daha kolay küçük gruplar olmayı reddetmeyi bekliyorum. Umutla.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ali Bayramoğlu – Yeni Şafak Genç ve eksik sivillik
Sivilleşme, askerle yapılan bilek güreşinde üstünlük sağlamaktan, askeri zorunlu kışla rotası üretmekten ibaret değildir. Asıl mesele askerin siyasi otoriteye bağımlılığını kendiliğinden, yapısal ve kalıcı bir hale çevirmek, buna uygun bir oru dokusu ve subay nesli üretmektedir.
Bunu mümkün kılacak ilk husus özerklik kalıntılarının kazınmasıdır.
İkinci husus ise ülkenin güvenlikçi politikaların baskısı ve kuşatmasından uzaklaşması, demokratik kurumsallaşmasının yerleşmesi, toplumsal ilişkilerde demokratik siyasetin esas haline gelmesidir.
Bu iki noktadan da uzaktayız…
İç Hizmet Kanunu'nun subay zihniyeti ve eğitiminde belirleyici olan ilgili yasalarını bile daha yeni değiştiriyoruz. Yazının tamamını okumak için tıklayınız Akif Emre – Yeni Şafak Gerçekten Mısır’ı mı konuşuyoruz? Mısır'da gerçekleşen darbenin aniden iç politika konusu haline gelmesi, dış politikanın seçkinler nezdinde tartışılan azade bir konu olmaktan çıkıp aynı zamanda bir iç politika sorunu haline geldiğini gösterir. Irak işgali sürecinde yaşanan tartışma/kamplaşma ile benzerlik gösterse de tartışmanın dinamikleri açısında yeni bir durum. Irak işgali sürecindeki tezkere tartışmaları doğrudan dış bir gücün, hem de rakipsiz görünen bir küresel gücün, dayatmasına karşı, bir yönüyle ulusal denilebilecek bir tepki etrafında oluşan bir kamplaşmayı doğurmuştu.
Mısır etrafında yürütülen tartışmalar ilk seçilmiş cumhurbaşkanının darbeyle devrilmesi meselesini çoktan aşarak iç politikadaki pozisyona göre Mısır'da saf tutulmasına evrildi. Türk modelinin Ortadoğu'da pazarlanmaya başladığı bir dönemde, bu politikanın en önemli uzantısı sayılan ülkede yaşanan darbenin iç politikaya yansıması kaçınılmazdı.
Ancak yapılan tartışmalar adeta Mısır üzerinden iç siyasette mevzi kazanmaya dönüştü. İhvan'ın tarikat olduğunu savunan derin analizlerin(!) yanı sıra İhvan kurucusunun Hasan Sabbah olduğunu söyleyecek kadar cehalet ötesi bir analizle Türkiye'nin geleneksel dış politikasına dönülmesini, içe kıvrılmasını önerenlerin bile olduğu bir düzey sorunu yaşanıyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Sevilay Yükselir – Sabah Polis ve yargı ne yapmaya çalışıyor? Sizi bilmem ama benim içim büzüldü bayrakçının karısının 5 çocuğu ile Çağlayan Adliyesi önündeki o haklı isyanını dinlerken... Yüreğim burkuldu. Aynı burkulmayı, yangını henüz kimlerin dövdüğü, kimlerin katlettiğini bilemediğimiz 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz'ın anasını dinlerken de yaşadım. "Kim ya da kimler vesile olduysa o bi lokma çocuğun ölümüne Allah bildiği gibi yapsın!" deyip geçmek de var ama diyemiyorum işte! Diyemem de! Çünkü ben de bir anayım ve aynı şeyin benim evladımın başına gelmiş olabileceğini düşündükçe kafayı yiyorum. Ve haklı olarak isyan ediyorum! Neden polis Ali İsmail Korkmaz'ın gerçek katillerini bulmak yerine yoldan geçen zavallı bir zerzavatçıyı bulup 'Aha da örgütün başı bu!' diyerek kamunun gözüne sokuyor. Ya da neden mahkeme eli palalı bir adamı milletin gözünün içine baka baka serbest bırakıyor da, Beşiktaş'taki evine giderken eylemci olduğu iddiasıyla gözaltına alınan 16 yaşındaki M.Y.'ye 7 yıla kadar hapis istemiyle dava açıyor? Neden Ankara'daki savcı, Ethem Sarısülük'ü öldürdüğü tespit edilen o polisi serbest bırakıp, bir de göstere göstere o polise koruma tahsis ediyor? Yahu ne oluyor beyler, bayanlar? Neler oluyor? Yazının tamamını okumak için tıklayınız Ruhat Mengi – Vatan Tutsak milletvekilleri ve takas! Birkaç gün önce yazdım, o 48 madde içinde bugünkü anayasada zaten mevcut olduğu halde uygulanmayan, kağıt üzerinde bırakılan ama kimsenin de hatırlatamadığı maddeler de var. Batı ülkelerinden alınmış ama Türkiye’de “gerekli cezalar verilmediği için” asla uygulanamayacak maddeler de var. Örneğin “gösteri hakkı” maddesinde “iktidarlara keyfi müdahale hakkı veren” araya sıkıştırılmış maddeler de var. Muhalefet partileri bunları “halkın da izleyeceği şekilde, haber olacak şekilde” tartışmadan Meclis’ten geçmesine izin veremezler, vermemelidirler. Tutuklu vekillere gelince; en ağır suçluların, palayla saldıranların, gençlere ateş ederek öldürenlerin, gözünü çıkartan-komaya sokanların bile hapis cezası almadığı, her birine ayrı bir mazeret bulunarak hasıraltı edildiği ülkede zaten ne hakla bunca yıldır hapis tutuluyorlar? Yazının tamamını okumak için tıklayınız Okay Gönensin – Vatan Vesayetin gideni, kalanı Mısır darbesi karpuz kabuğunu fena hâlde akıllara düşürdü. Batı’nın etik ile pragmatik arasındaki seçimi de güçlü şekilde su bulandırma işlevini yerine getirdi. Türkiye’de yine “askeri vesayet”e ve bunun en son halkası olan doğrudan müdahale ortamına dönülebileceği, hem korku olarak var hem umut olarak var. Son olarak 28 Şubat’ı hayal meyal yaşamış, Ergenekon ve darbe davalarının istatistik bilançosuna bakan genç kuşağın bir kısmı için darbe, siyasi gündemimizden çıkmıştır. Her askeri müdahaleye makul gerekçeler üretme, hazırlama ve savunma görevini ısrarla sürdüren bazıları bunu açıkça yazıyor ve söylüyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ardan Zentürk – Star Sınırımızda PKK-Nusra Cephesi savaşı
Türkiye, dünyanın gözü önünde süren Suriye iç savaşından beklenen “tsunami”yi yaşıyor. Bırakın, artık gelişmelerin, Birleşmiş Milletler raporlarına yansıyan “korkunç yüzünü”, savaşın siyasi-askeri cephesinde, sınırımızın hemen ötesinde yaşanılanlar “alarmdır...”
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guteres açıkladı: Suriye’de, 20 yıl önceki Ruanda soykırımından bu yana yaşadığımız en trajik tabloyla karşı karşıyayız, günde 6 bin yeni mülteci, ayda 5 bin sivil ölümü ve savaş yayılıyor!..
Raporlara göre, durum böyle devam ederse bu yılın sonlarına doğru, Suriye halkının 10 milyonu doğrudan “açlık tehlikesi” ile karşı karşıya kalacak. Yakında çocuklar, bomba ve kurşunlardan değil, açlıktan ölecek. Dünya ise, hala, “yüksek stratejik dengelerin” hesabında, kimse, işin “insani yönüyle” ilgili değil. Savaşın siyaset cephesi ise kilitlenmiş durumda.