Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, son dönemde Türkiye'den IŞİD'e katılanların merkezi olarak iddia edilen Adıyaman'la ilgili haberler üzerinden "İki çay ocağı ve bir miktar militan-sempatizan üzerinden tutturulan 'Adıyaman'da ne oluyor' kampanyasının ucunun nerelere götürülmek istendiğini ve hatta götürüldüğünü hepimiz seyrettik" yorumu yaptı. "90'lı yıllarda bu iktidar biçimi Kürtlerin bütününü PKK ile özdeş hale getirmeyi başarırken de hepimiz oradaydık" diyen Kılıçarslan, "Doğrusu kültürel iktidar, ortaya koyduğu bu alçak ve tehlikeli oyundan hiçbir şekilde rahatsız da olmamıştı. Hatta sırf bu alçak oyun yüzünden Ahmet Kaya'nın ölümle sonuçlanan kaçışı bile dert edilmemişti kimsecikler tarafından" ifadelerini kullandı.
Kılıçarslan'ın Yeni Şafak'ta "Müslüman, dindar sünni" başlığıyla yayımlanan (22 Ağustos 2015) yazısı şöyle:
Bazı çok sevdiğim arkadaşlar, 'İsmail Kılıçarslan Müslüman derken neyi, dindar derken neyi, Sünni derken neyi kastediyor, bilmiyorum' demesin diye bir açıklamayla başlayayım yazıya. Dindar derken dindarı, Müslüman derken Müslüman'ı, Sünni derken Sünni'yi kastediyorum. Yani bu kavramlara ekstra anlamlar yüklemiyorum. Yüklenmesini de doğru bulmuyorum. Tıpkı 'neşe' kavramına ekstradan 'eğlence, gülme, kahkaha' falan gibi anlamlar yüklemediğim gibi. Burada anlaştığımızı varsayarak (niçin burada anlaşmak için bu açıklamayı yapmaya mecbur kaldığım bir algı kol geziyor ortalıkta sorusuna cevap vermeyi de es geçerek) derdimi anlatmaya başlayabilirim. Bir ilişkide hâkim taraf olan, aynı zamanda 'tanımlama yaparak seni o tanıma mecbur kılan' taraftır da aynı zamanda. Babanın tanımı gereği henüz çocuksan asla hakiki manada yetişkin olamazsın. Ya babanın 'bak, sen artık bir yetişkinsin' demesi ya da isyan ederek babanın hâkimiyetini reddetmen gerekir. Sembolik, manevi, kültürel iktidar dediğimiz o 'büyük hâkim taraf', uyrukları tanımlayıp onları tehlikeli hale getirmeye bayılır. Dahası, uzmanlık geliştirdiği asıl alanlardan biri de budur. Söylem üstünlüğünü elinde tutmasının anahtarı da, kilidi de bu numarasıdır. IŞİD üzerinden Adıyaman için geliştirilen tanımlara ve üretilen algı diline bakmak bile tek başına bu iktidar biçiminin ne denli başarılı olduğunu gösterir. İki çay ocağı ve bir miktar militan-sempatizan üzerinden tutturulan 'Adıyaman'da ne oluyor' kampanyasının ucunun nerelere götürülmek istendiğini ve hatta götürüldüğünü hepimiz seyrettik. Kimimiz ibret aldı bu manzaradan, kimimizse bu manzaraya esir oldu her zamanki gibi. 90'lı yıllarda bu iktidar biçimi Kürtlerin bütününü PKK ile özdeş hale getirmeyi başarırken de hepimiz oradaydık. Türk medyasının amiral gemileri büyük bir özenle 'Kürt' kelimesi ile 'PKK' kısaltmasının eşanlamlı olması için muazzam bir çaba ortaya koydu. Başarılı da oldular. 90'lı yılların sonuna gelindiğinde Türkler için PKK ile Kürtler bir şekilde eşitlenmişti. Doğrusu kültürel iktidar, ortaya koyduğu bu alçak ve tehlikeli oyundan hiçbir şekilde rahatsız da olmamıştı. Hatta sırf bu alçak oyun yüzünden Ahmet Kaya'nın ölümle sonuçlanan kaçışı bile dert edilmemişti kimsecikler tarafından. Üstelik bu oyunu kurmaktan ve oynamaktan neredeyse 'Testere' filmindeki sadist kadar zevk aldığını düşündüğüm ünlü pop sosyoloğumuz, Ahmet Kaya'nın mezarı başında poz verip günah bile çıkarmıştı. Zira kültürel iktidarın en belirgin vasıflarından biridir bu iğrenç pişkinlik. 90'lı yıllarda Kürtleri 'tam bir tehlikeli uyruk' olarak tanımlayan bu iktidar biçimi, özellikle 2009'dan sonra, yeni bir 'tehlikeli uyruk' tanımına girişti. Daha doğrusu, 28 Şubat sürecinde yarım bıraktığı ve bir süreliğine buzdolabına kaldırdığı o iğrençliği sürdürmeye karar verdi. Dünyanın hâkim diline paralel olarak geliştirilen bu yeni kampanyada yeni tehlikeli uyruk 'Müslüman, dindar, Sünni' olarak tanımlandı. Bugün kendisini 'Müslüman, dindar, Sünni' olarak tanımlayan insanların sıkıştırıldığı köşe, son derece enteresan bir köşedir. Hadi adını koyalım. Bir sabah tedirgin düşlerinden uyanıp kendisini bir diktatöre dönüşmüş olarak bulan Recep Tayyip Erdoğan ve onun 'Müslüman, dindar, Sünni destekçileri' artık hâkim kültürel iktidar için birer nefret objesidir. Bunların benzerleri Suriye'de her gün kafa kesmekte, Fransa'da masum karikatüristleri öldürmekte, Suruç'ta 32 kişinin canına kast etmektedirler. Her zaman şiddet yanlısıdırlar, baskıcıdırlar, ötekinin haklarının verilmesini asla istemezler. Hatta bu sakallı, cübbeli, çarşaflı, başörtülü topluluğun her an birilerini öldürmek üzere kurgulanmış bir zihinleri vardır. Türkiye'nin tek sorunu bu Recep Tayyip Erdoğan ve onun 'Müslüman, dindar, Sünni' destekçileridir. Onlar olmasa ülke mis gibi olacaktır. 'Olmasa' derlerken de aslında 'siyaseten olmasalar' demiyorlar. 'Var olmasalar' ya da en azından eskiden alıştıkları gibi 'var olsalar bile biz onları hiç görmesek' diyorlar. Doğrusu bu ya, aidiyetlerimden ve verili kimliğimden utanmaya hiç niyetim yok. Sadece Türkiye'nin değil, şu anda dünyanın en tehlikeli uyruğundan olmaya devam etme konusunda geri adım atmayacağım. 'Müslüman, dindar, Sünni' olarak varlığımı sürdürme niyetindeyim. Biliyorum, biliyorum, biliyorum. Bundan nefret ediyorsunuz, benden nefret ediyorsunuz. Bundan ve benden nefret ettiğinizi açıkça dile getirmek işinize gelmediği için de bütün öfkenizi bir sembole, Recep Tayyip Erdoğan'a yöneltiyorsunuz. Meselenin Recep Tayyip Erdoğan olduğunu düşünmemizi istiyorsunuz. Bizse, meselenin Necmettin Erbakan olduğunu düşünmemizi istediğiniz ve toplumu buna ikna ettiğiniz günleri mıh gibi aklımızda tutuyoruz. Recep Tayyip Erdoğan'ı size vermeyeceksek, kendimizi size vermek istemediğimizdendir. Meselenin Recep Tayyip Erdoğan olduğuna bizi ikna etmeye çalışırken çektiğiniz pis numaraları yemiyorsak bundandır. Ne diyordu Jack Nicholson: 'Bu pop sosyolog durmadan 'sevgisiz büyümüşler' falan diyor ya yeğenim. Bir sorsana şuna: Ulan biz sevgisiz büyüdük tamam da, sen insanları karşılıksız, beklentisiz, çıkarsız sevmeyi hangi aralıkta unuttun a ibiş? Bunca nefreti ne ara biriktirdin?'