* İnan Kızılkaya’nın Mart/2018 tarihinde verdiği bu söyleşi, Hazal Özvarış’ın P24 Medya Kitaplığı dizisinden çıkan ‘Kayıp Medya’nın İzinde’ kitabından alınmıştır.
“Günümüzde artık dünyada meydana gelen her türlü olayı gazeteler yazmakta. Birçok şeyi gazetelerden öğrenmekteyiz. Fakat ne yazık ki o kadar cesur, yiğit ve mert olan Kürtler böyle bir şeyden mahrumdurlar. Ben de siz Kürtleri dünyadaki gelişmelerden haberdar etmek, ilim ve marifetin yollarını göstermek, Kürtçe okuma yazmaya teşvik etmek için bu gazeteyi çıkarıyorum.”
Yukarıdaki satırlar, 1898’de Kürt basın tarihini başlatan “Kürdistan” gazetesinin kurucusu Bedirhanzadelerden Mikdat Midhat’a ait. İlk 5 sayısı Kahire’de, sonraki sayıları sırayla Cenevre, Kahire, Londra, Folkstan ve tekrar taşındığı Cenevre’de hazırlanan gazetenin yayın hayatı sürgün ve yasaklar nedeniyle Osmanlı topraklarında basılamadan son buldu. 31 sayılık ömründe sadece ilk sayısı yasaksız dağıtabilen gazetenin hikâyesi, yüz yılı aşacak tekerrürlerin başlangıcı.
Kürdistan gazetesi yasaklandıktan 118 yıl sonra Kürt basınının en önemli yayını olan Özgür Gündem gazetesi, Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamasının ilanından yaklaşık bir ay sonra polis baskınıyla kapatıldı. Günlük bir yayın olmasına ve sembolik değerine rağmen, Gündem’in kapatılmasına geri kalan medyada hak ettiği ölçüde yer verilmedi. 2002’de başlayan AKP iktidarında “Darbe Günlükleri”nin 2007’deki yayınından sonra Nokta dergisine yapılan ilk polis baskını daha sonra, 2011’de gazeteci Ahmet Şık’ın gözaltına alınmasıyla Radikal’le devam etti, aynı yıl Kürt haber mecralarına yöneldi, 2014 itibarıyla, 15 Temmuz darbe girişiminin sorumlusu olarak önde gelen isimleri yargılanan Fethullah Gülen cemaati bünyesindeki Zaman gazetesi ve İpek Medya grubu baskınlarıyla sürdü, kapatılmayan gazeteler kayyum atamasıyla bitkisel hayata alındı. Ancak Özgür Gündem’in kapatılmasının vaka-i adiyeden sayılmasının belki de asıl sebebi, devletin Kürt sorununa yaklaşımı ile yaygın siyaset söyleminden kuvvetli izler barındıran Türk medyasının duruşu ve bu koalisyonun neticesinde gazetenin cinayetler, bombalama ve kapatmalarla yazılan tarihi.
Özgür Gündem, 30 Mayıs 1992’de öncülü Yeni Ülke’nin ardından yayına başladıktan 18 ay sonra çalışanlarının kaldırdığı cenazelerin sayısı 24’ü buldu. İlki 2 Haziran 1992’de PKK infazıyla gelen Kürt gazeteci cinayetlerinin devamı "faili meçhuller" olarak devleti işaret etti. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel “Bunlar gazeteci kılığında militanlar, birbirlerinin vuruyorlar... Devlet cinayet işlemez” derken TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu tutanakları yıllar sonra konuya ilişkin devlet aleyhine bir kanıta yer verdi. Tutanaklara göre, kapatmalar nedeniyle o dönem Özgür Ülke adıyla çıkan gazete için dönemin Başbakanı Tansu Çiller, 30 Kasım 1994'te “gizli” bir talimatla şunu istedi: “Başta Özgür Ülke olmak üzere bölücü örgütlere destek verici yayın yapanlarla etkin mücadele yöntemlerinin derhal uygulanması!”
Talimattan üç gün sonra Özgür Ülke’nin İstanbul Cağaloğlu ve Ankara’daki büroları ile İstanbul Kadırga’daki teknik binası bombalandı, bir kişi öldü, 23 kişi yaralandı. 1990’larda gazetenin Diyarbakır bürosunda yaşananlar, Sedat Yılmaz’ın (hem basın hem baskı anlamına gelen) “Press” filmine konu olurken gazete yayınına devam etti, ve ölümlerden geriye kalan alanı davalar, polis baskınları, süreli ve süresiz kapatmalar doldurdu.
15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL uygulaması gelirken ve sonrasında Özgür Gündem’de neler yaşandığının kaydını düşmek için polis baskınıyla gözaltına alınan ve 441 gün tutuklu kaldıktan sonra 31 Ekim 2017’de tahliye edilen gazetenin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İnan Kızılkaya ile konuştuk. 1977 Erzurum doğumlu Kızılkaya, Atatürk Üniversitesi’nde iki sene sosyoloji okuduktan sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik okuyarak devam etti. 2015 Temmuz’undan itibaren Gündem’de çalışmaya başlamadan önce Dicle Haber Ajansı ve Evrensel Kültür Sanat’ta çalıştı.
Skype üzerinden görüştüğümüz İnan Kızılkaya’ya; Kürt medyasının halet-i ruhiyesini, Türkiye basınının en çok kayıp veren, yönetici, yazar ve diğer çalışanları için müebbet hapis cezası isteminin sıradanlaştığı Gündem’de sorumlu yazı işleri müdürü olmayı, gazeteye yapılan baskını, polisin tavrını, tutukluluk sürecini ve cezaevinde yaptığı savunma hazırlıklarını sorduk. Hakkında açılan 92 davanın birleştirildiği süreçte yargının kendisine bir soru dahi sormadığını söyleyen Kızılkaya’ya daha geniş bir açıdan Özgür Gündem’in mutfağındaki gündelik işleyişi, gazetenin bölgedeki varlığını, PKK’ya karşı vaziyetini, Kürt siyasi hareketindeki yeri nedeniyle yayınlarda objektifliğin ne kadar gerçekçi olduğunu ve tartışma yaratan bazı editoryal tercihlere ilişkin sorular da yönelttik.
Söyleşiye geçmeden şu notu düşelim. Kızılkaya, sorularımızı yanıtladıktan bir süre sonra Özgür Gündem’in kapatılmasının ardından yayın hayatına başlayan Özgürlükçü Demokrasi gazetesinin binasına ve matbaasına baskın yapıldı, 20’yi aşkın kişi gözaltına alındı ve gazeteye kayyum atandı. Gazetecilerin her gün, üzerinde adeta "Dikkat ölüm tehlikesi!" yazan kapılardan geçerek mesaiye başladığı Kürt medyasına dair bu kapsamlı söyleşi için buyrun.
- Kürt medyasını konuşmaya başlamadan soralım: Sizin gözünüzden Türk medyası ne demek? İki medyanın mensupları arasındaki nasıl bir mesafe var? Hiyerarşi hissediyor musunuz?
Kürt medyası için sembolüm nasıl Musa Anter’se, benim için Türk medyası da Hürriyet demek, “Türkiye Türklerindir” logosuyla. Anam babam Kürt benim, ne yapabilirim? İnkar edilen bir kimlik. Bu yüzden Türk medyası, Türkiye medyası olamadı; farklılıkları yok saymanın kendisi oldu. Bir yerde meslektaşlarla sohbet ederken de Özgür Gündem dediğiniz durup bakıyorlar. Hiyerarşik bir dünya var tabii ki.
- O bakışın arkasında sizce ne var?
“Bana ilişmesin” hissi. Büyük çoğunluk için çünkü tehlike arz ediyor. Onlarla eşit hukuka sahip olmadığınız gerçeği var. Doğrudan bir hedef olmanın getirdiği riski, mesleklerine bulaştırmama mesafesi. Kürt meselesinin işlenmesi doğallığında militarizmi teşhir ettiğinden, bulundukları pozisyonu zorlar. Bu nedenle yan yana gelmek, temas etme beraberinde hiyerarşiyi sorgulatacağından, aradaki mesafeyi anlamsız kılacağından uzak duruluyor. Devletin çizdiği sınırın ötesinde bilgi, belge, olgu ya da haberin peşinde olanların her zaman bedelini ödemeye hazır olduğu gerçeği ile aynı noktada buluşmanın bir bedeli vardır. Devletin koyduğu sınırı ihlal edenlerle temas, sahip olunan konforu kaybetme riskini de beraberinde getirir.
- Türk medyasının içinde Hasan Cemal, Yıldırım Türker gibi Özgür Gündem’in yanında isimleri nereye koyuyorsunuz?
Benim çalıştığım dönemde Türker de gazetede yazıyordu. Az çok sistemi doğrudan onaylamayıp muhalif duran insanlar hep Gündem’de oldu. 3 Aralık 1994 yılında Ankara ve İstanbul büroları bombalandığında Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Murathan Mungan, Lale Mansur’un da aralarında olduğu birçok aydın, İstiklal Caddesi’nde gazeteyi dağıtıyorlar. Hatta gazete kapatılmadan son genel yayın yönetmeni olan yılların gazetecisi Hüseyin Aykol da aralarında. Özellikle sosyalist gelenekten gelenler hep omuz verdi ve baskıları Kürt meslektaşlarıyla birlikte göğüsledi. Bunun dışında özellikle Kürt meselesinin çözümünde devletin inkarcı ve güvenlikçi politikalarını sorgulayanlar da desteklerini esirgemedi. Dolayısıyla Gündem’de Kürt olmayanlar da hep yer aldı. Çünkü gazetenin perspektifi kendi olayını, ayağını bastığı topraklarda yaşamı birlikte örme üzerinden okudu.
- Mevzu Özgür Gündem olunca gazetecilik dernekleri veya sendikanın ayarı aynı mı, değişiyor mu?
2016 Şubat ayında Azadiya Welat’ın yazı işleri müdürü, 20 yaşında gencecik Rohat Aktaş haber takibi için sığındığı Cizre bodrumunda devlet güçleri tarafından katledildi. Kaç gazetecilik örgütü bunu dile getirdi? Veya buna Türk basınından kaç yayın yer verdi? Kürt basını, Türkiye basınının bir asli unsuru olarak kabul edilmedi. Herkesi eşitlemiyorum tabii ki. Normalde bütün gazeteci kurumların ayağa kalkması ve de günlük çıkan bir gazetenin sorumlusunun ölümü karşısında uluslararası kurumları da harekete geçirmesi gerekirdi. Üzerinden 2 yıl geçti, doğru düzgün Rohat’ın adı bile anılmıyor. Adeta yok sayılıyor. Aynı şey başka bir ‘Türk’ gazetecinin başına gelseydi tepki ve sahiplenme farklı olurdu.
Ben tutuklanmadan önce de, sonra da çok destek gördüm. Bu açıdan en şanslı dönemi yaşadığımı düşünüyorum. İlk defa bir Kürt gazeteci bu denli gazeteci kurumlarından değer gördü ve sahiplenildi. En başta da bunda sol siyasal gelenekten gelip bu dayanışmayı gazeteciliğe yansıtanların da etkisi oldu. Hatta Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) gerçekleştirdiği cezaevi ziyaretlerinde benimle de görüştüler. Yine DİSK Basın İş kitap kampanyasına beni de dahil etmişti. Hem duruşmalarda hem dışarıda diğer mesleki kurumlar desteğini esirgemedi.
- Sizce dayanışma OHAL vesilesiyle mi oldu?
Öncesinde başlamıştı, 7 Haziran seçimleriyle birlikte olduğunu düşünüyorum. O zamana kadar yan yana gelmemiş çok farklı kesimler bir araya geldi. Ve bu Özgür Gündem’e de yansıdı. Bizim Nöbetçi Genel Yayın Yönetmeni (NGYY) kampanyamız bunun örneği. Ben 2016 Mart’ta yazı işleri müdürlüğüne başladım, kampanya 3 Mayıs’ta başladı. Çok büyük çapta sahiplenildi. Tuğrul Eryılmaz, Ayşe Düzkan, Nadire Mater, Ertuğrul Mavioğlu, Hasan Cemal, Fatih Polat, Faruk Eren, Derya Okatan, İhsan Eliaçık, Can Dündar, Hayko Bağdat’tan tutun daha pek çok isim bu dayanışmanın örneklerinden. Doğrudan Gündem’le anılmaktan bu zor koşullarda bile geri durmayan meslektaşlarımızla dayanıştık. Öncesinde de Diyarbakır ve İstanbul merkezli farklı yayın organları için de çeşitli haber nöbetleri oldu. Ve bunların hepsi büyüdü, Cumhuriyet gazetesi operasyonuyla birlikte farklı bir ivme kazandı. Kampanyamızda dünyaya bir örnek oldu. 100’den fazla insan katıldı, 52 kişiye soruşturma açıldı, 38 kişi için mahkeme süreci başlatıldı ve bir kısmı ceza aldı.
- Sizin tutukluluğunuz, OHAL ilan edildikten yaklaşık bir ay sonra, 16 Ağustos 2016’da Özgür Gündem’e polis baskınıyla başlayan gözaltınızla birlikte 441 gün sürdü. Türkiye’de Kürt bir gazeteci için bu deneyim ne kadar sürpriz?
Açıkçası hiç sürpriz değildi. Başlı başına Özgür Gündem’de çalışmak, orayla kurumsal bir ilişkinizin olması can güvenliğinizden tutun, psikolojik saldırılara, tacize aklınıza gelebilecek ve gelemeyecek birçok badireye hazırlıklı olmanız anlamına geliyor. Benim sorumlu yazı işleri müdürü olmam bunu iki katına çıkardı. Darbe girişiminden sonra gözaltına alınmayı ben bizzat bekliyordum. Devlet de gelip selamını kendisi verdi.
- Anlatır mısınız, gazeteye polis baskını oldu?
Bir düşman kalesini muhasara altına alır gibi geldiler. Biz gazetenin kapatıldığını AKP’ye yakın yayın organlarından öğrendik ve bize tebligat ulaşmadan polis geldi. En üst kattaki yemekhanedeki kafeden baktığımızda bütün sokaklar tutulmuştu. Velev ki kaçmaya çalıştınız, şansınız yoktu.
- Gözümüzde daha doğru canlandırabilmek adına: Gündem nerede, nasıl bir binada hazırlanıyordu?
Tabii şu an hastanenin inşaatı yeni bitti, o zaman da kendisi yoktu ama Taksim İlk Yardım Hastanesi’nin acil kısmının tam karşısındaydı; İnsan Hakları Derneği’nin sokağına da yakındık. 5 katlı bir binada. Dışarıda zırhlı araçlar, farklı minibüsler, sinyal kesici araçlar vardı. Robokop, sivil polis, çevikler dâhil yüzlerce polis bütün katlara girdiler, özellikle editoryanın bulunduğu 2. kata. O esnada kapatılma haberini duyup bize gelen misafirlerimiz de vardı. Tebligatı istedik, bilgisayar ve cep telefonları dâhil bütün elektronik materyallerimize el koyacaklarını söylediklerinde “Bunların imajlarını alın ama kendilerini bizde bırakın, bunlar bizim demirbaşlarımız” dedik. Avukatlarımız geldi, aynı şeyi söylediler ama dinlemediler. Israrla “Biz devletiz” diyorlardı. Hatta bir arkadaşımız “Siz devletseniz, biz de halkız, ne olacak?” dedi, ama “Biz Abdülhamit’in torunlarıyız, size devletin gücünü göstereceğiz” diyerek devam ettiler. Arkadaş da “Sülaleni saymana gerek yok, zaten yeterince kalabalıksınız” dedi.
“Aslanların av tutma anları gibiydi, kafamıza vura vura binadan çıkardılar”
Onların nasıl geldiklerini gördüğümüz için soğukkanlı durmaya çalıştık. Ama sürekli bizi tahrik edici, devletin hükümdarlığını dile getiren sözler, zaman zaman hakaretler işittik. Özellikle kadın çalışanlarımıza belden aşağı küfürler ettiler. Editorya katında bizden daha fazla polis vardı. İnsan ister istemez “Buradan sağ çıkabilir miyim” diye de düşünüyor. Ve bu günlük çıkan, ciddi geleneği olan bir gazetede oluyor. Aradan bir süre geçti, mahkemenin aldığı geçici kapatılma kararını haber yapmaya gelen “IMC TV gizli görüntü çekiyor” bahanesiyle tekme tokat girişmeye başladılar. Aslanların av tutma anları gibiydi. Bizi 2. kattan Allah ne verdiyse kafamıza gözümüze vura vura kıra döke binadan çıkardılar.
- O gün toplam kaç kişi gözaltına alındı?
23, 24 kişi alındık. Kapıda ters kelepçe takarak Çevik Kuvvet otobüsüne bindirdiler. Araçta fiziki ve psikolojik işkence devam etti. Bir süre sonra benle yayın yönetmenliğine başlayalı bir hafta olan Zana Bilir Kaya’yı başka bir küçük minibüse bindirdiler ve bizim çilemiz o dakikadan sonra başladı. “Sizi Musa Anter gibi geberteceğiz, asit kuyularına atacağız” diyerek tehdit ettiler. 6-7 saat beklettiler, orada da çok dayak yedik. Devletin şefkatli kollarında olduğumu biliyordum ama hayatımda en çok dayak yediğim yerlerden biri orası oldu. Gece 11 gibi bizi önce Vatan şubeye, ama darbeden alınanlardan dolayı yer olmayınca Esenler şubeye götürdüler. Orada 6 gün tutulduk. Sonradan öğrendik bizimle aynı gün evine baskın yapılan Aslı Erdoğan da bir üst katımızda tutuluyormuş. Orada tutulduğumuz 6 gün o kadar kötüydü ki, oradan bir an önce çıkıp cezaevini boylamak istiyorsunuz. Çünkü hayvan barınağı gibi bir yer, yazın, tıkış tıkış. Biz 7. gün mahkemeye çıkarıldık, tutuklandık, “Oh! Allah’a şükür” dedik. Ve orada bir aya kadar tutulan gözaltılar vardı. Biz 2 gün Metris’te kaldık. Sonra geçici olarak Silivri 5 No’lu, 2 gün sonra da Silivri 9 No’luya götürüldük.
- Başka gazetecilerin su alamadıkları, tecrit uygulandığı bilgilerini duyduk, ama örneğin Kadri Gürsel’in “Dayak yedim” dediğini hatırlamıyorum; belki siz duymuşsunuzdur, Türk medyasından gazeteciler benzer dayak deneyimlerinden bahsettiler mi?
Gündem, Kürt basını başka bir şey. Özel bir hıncın sonucu olanlar. Çünkü Gündem devlete her daim kafa tutan ve onun politikalarına cepheden karşı çıkan bir yayın çizgisi takip etmiştir. Bir nevi devletin suçlarını yüzlerine haykıran bir gazetedir. Yoksa benimle veya Zana’yla ilgili değildi, Gündem’de kim çalışıyor olursa olsun muhtemelen aynı şey olacaktı. Düşman hukukunda bile olmayacak şeyler yapıldı. Kürt halkı için bir değer olan Musa Anter’i anarak, onun gibi öldüreceğiz, diyerek sevdiğinizle sizi incitmeye çalışıyorlar. 9 Nolu’ya götürüldüğümüzde de zorla, darp edilerek ve taciz edilerek çırılçıplak soyundurulduk.
“Silivri 5 Nolu fena değildi, ama 9 Nolu’ya girdiğinizde...”
- Darbe girişimi ve ardından gelen OHAL, sizin de tutuklandıktan sonra sevk edildiğiniz Silivri Cezaevi’ni Ergenekon ve KCK davalarından sonra tekrar farklı gazetelerden gazetecilerin ortak adresi yaptı. Bugün o dönemden farklı olarak Gülen cemaatinin gazetelerinde yazan gazeteciler de oradayken Silivri’de tutuklu ve hükümlüler arasında nasıl bir hiyerarşi var?
Daha önce gözaltı deneyimim olmuştu ama tutukluluk olmamıştı. Silivri’deki 5 Nolu fena değildi, “Tamam, cezaevinde yatılabilir” diyorsunuz. Ama 9 Nolu’ya girdiğinizde bambaşka bir cezaevi deneyimiyle karşılaşıyorsunuz. F tipi, ama daha önce de F tipinde kalmış yan hücremde kalanlar, mimari yapısı itibariyle önceki F tiplerine benzemediğini söylediler. Teması tamamen engelliyor, duvarlar yüksek, daha kalın, bir laboratuvar gibi. Oradaki insanlar neyle suçlanırsa suçlansın, mahkûm veya değil, bir kobay olarak görülüyor. Gençliğimde biraz Foucault okumuştum, anlatmak istediği sanırım buydu. 3 kişilik hücreler, havalandırmada kamera, memurlarla doğrudan bir temas yok ama tavırları sizi çıldırtmak üzerine kurulu. Banyo dâhil her yeri gören kamera var. Buna rağmen hücrenizden çıktığınızda ayakkabılarınız çıkarılıyor. Çıkardıktan sonra ters çevirip çırpmanızı, kameraya sallamanızı istiyorlar. Tırnak içerisinde söylüyorum, maymunlaştırmaya yönelik kurallar vardı. Aile veya avukat görüşüne gidene kadar anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geliyordu. Her seferinde tacize varan üst araması yapılıyordu. Koridordan görüşe giderken komutlar ile hareket etmemiz isteniyordu. Böyle olunca hücrenizden hiç çıkmak istemiyorsunuz.
Askeri nizam içerisinde ayakta sayım dayatıldı. Kabul etmedik, 2-3 ay gerginlikle geçti. Spor hakkın yok. Ne aynı davadan yargılandığın ne de diğer gazeteciler ile görüşme şansınız yok. Haftada ortak sohbete çıkma hakkı dahil her şey OHAL gerekçesiyle rafa kaldırılmıştı. En önemlisi yayın hakkın yok. Ben kitaplarla büyüdüm, onlardan para kazandım, korsan kitap sattım, ama orada kitap yok. Size AKP ve saray eksenli gazeteler veriliyor, Cumhuriyet, Aydınlık, Sözcü, Evrensel, Birgün verilmiyor. Kütüphanede sınırlı sayıdaki kitaplardan sınırlı ölçüde yararlanabiliyordunuz. 24 saatiniz boşken ilk 40 günde 4 kitap alabildik. Kendi paranızla televizyon alamıyorsunuz. Çok sınırlı sayıda mektup alıp gönderebildik. Bir insanın sosyal yönünü kurutan bir izolasyon politikası uygulanıyor. Biz içerideyken mesai arkadaşımız, Avrupa’da uzun yıllar sürgün yaşamış çok özel bir insan Mehmet Akyol hayatını kaybetti. Bunu bile aylar sonra öğrenebildik.
Savunmanızı yazacaksınız ama materyali vermiyorlar, gazetenin davaya söz konusu edilen nüshasını vermiyorlar! Dışarıdan da o nüshayı elde edebilmen mümkün değil çünkü arşive el koyulmuş. Ben mahkemelere gidip gelirken bunları dile getiriyordum, sonuçta bizim deşarj olmaya ihtiyacımız oluyordu. Ama başta gidip gelirken gardiyanların “Gazeteci değilsin, teröristsin” gibi psikolojik tacizlerine uğruyordum. Beni adi suçlularla aynı araçla götürüyorlardı. Normalde siyasilerle diğerleri aynı araçta mahkemeye gönderilmez ama darbe girişiminden sonra 50 bine yakın tutuklu oldu ve bu kapasiteleri aştı. Ama mahkeme aşaması için şunu söyleyebilirim: Basın tarihine geçecek bir ilgi ve dayanışma sergilendi. Bu hem gazetecilik, hem Türkiye’nin geleceği için çok güzel bir haber. Büyük moral veriyordu.
- Bu hangi gazetecileri kapsayan bir dayanışma?
Bütün gazetecileri.
- Emin misiniz; dayanışma Altanları, Ilıcak’ı veya Zaman yazarlarını da kapsıyor mu sizce?
Kapsamalı ve bence kapsıyor da. Ölçüt şu: Adil yargılanma koşulları var mı? Bir insanı siz illegal veya değil, bir örgüte sempati üzerinden yargılayamazsınız. Mahkûmiyet için olgusal olarak ispatlanmış somut bir suç gerekir. Bizde yargılama aşamasında isnat edilen suçlar irrasyonel, herhangi bir olguya tabi değil. Bu isimler Cumhuriyet kadar veya Gündem kadar ön planda olmamış olabilirler ama ben dile getirildiklerini düşünüyorum. Belki parantez olarak daha çok sağ cenah üzerinden görülmelerinden dolayı Altanlar, Ilıcak, Ali Bulaç, Şahin Alpay biraz geride kalmış olabilirler. Bizim ön plana çıkma sebebimiz darbe girişiminden önce başlayan NGYY kampanyamız. O kampanya başlı başına bir mesleki ve sosyal ağa dönüştü. Bir araya kolay kolay gelemeyen gazeteci, aydın, yazarların basın özgürlüğü ve iktidarın uygulamalarına karşı ortak bir tutumuna yol açtı. Mahkeme sürecinde de devam etti.
- Savunma sürecinizin detaylarını sormadan bu noktada tekrarlasak: Silivri’de tutuklu ve hükümlüler arasında nasıl bir ilişki var?
Silivri büyük bir yerleşke ve içinde dokuz bölüm var. 9 Nolu ağırlıkta darbeden yargılananların bulunduğu bölüm. Yüksek güvenlikli üzerinde drone uçan bir cezaeviydi. Farklı davalardan tutuklularda vardı. Birbirinizi görmeniz söz konusu değil. Ya üçer kişilik hücreler ya da tekli hücreler var. Avukatla görüştüğünüz kabinden yandaki kabine bir baş selamına bile ilk başlarda gardiyanlar müdahale ediyordu. Mekânsal tasarım bir araya gelmeyi ortadan kaldıran şekilde inşa edilmiş. Tamamen izole edilmiş bir yaşam sürdürüyorsunuz. Son dört ay tek kaldığım dönemde Deniz Yücel’in yanıma verilmesi için yaptığım görüşme de sonuç vermedi. Aynı şekilde Deniz de benimle kalmak için defalarca idareye iletmiş talebini ama gerçekleşmedi.
- Yönetimle tutukluların ilişkisinden öte, farklı cenahlardan tutuklarının kendi aralarındaki -insani ilişkiler veya başka bir gerekçeyle- ilişkiyi merak ediyoruz, nasıl bir atmosfer var?
Temas olmadığı için bunun imkânı yoktu. Görüşme şansınız olmadığından insana hasret kalıyorsunuz. Açık görüşte bile görüşçünüz ile aranıza masa konularak temasınız engelleniyor. Darbeden dolayı tutuklananların hücrelerinin tepesinde ise demirden kafes vardı, gökyüzünü öyle görüyorlardı. Bizim şansımıza o yoktu. Bir de benim avantajım, yan hücremde 30 yıllık ceza alan müebbet yemiş, 25. yılını bitirmiş İmralı’dan gelmiş tutsaklar olmasıydı. Nasrullah Kuran ile Çetin Arkaş. Onların desteğini çok gördüm. Ya birbirinize gazete kağıdı veya ekmeğin içini çıkarıp plastik soda şişeleriyle mesaj yazıp haberleşirsiniz ya da havalandırmanın ortasında bulunan logardan komşularla birbirinize seslenirsiniz. Bir de hücre kapısından bağırarak birbirinize seslenebilirsiniz. Mesela tanıdığım 3 HDP’li vekil de 9 Nolu’ya getirildi. Dışarıdan tanıştığım, koridordan geçen Nursel Aydoğan “Selam” dedi, tam “Selam” derken gardiyanlar araya girdi. Selam vermeye bile izin vermiyorlardı. Bunlar 4-5 ay sonra esnemeye başladı. Tutuksuz yargılandığım duruşmalarda tecrit koşullarını dile getirmem basında yer alınca ve de Cumhuriyet gazetesinin yazar ve çalışanları geldikten sonra bir rahatlama oldu, özellikle kütüphane zenginleşti.
- Altan kardeşler/Nazlı Ilıcak davasının temel meselelerinden biri; TCK uyarınca somut suçun maddi unsurlarını barındırmamasına rağmen iddianamede ağırlaştırılmış müebbet hapis talep edilmesi ve hükmün de aynı doğrultuda kurulmasının yanı sıra savunma hakkının alabildiğine kısıtlanması oldu. Hatta sürekli avukat atılan duruşmaların sonunda kapatılan Zaman gazetesinin bir çalışanı ‘son söz’ünde savunmasının yaptırılmadığını söyledi. Cumhuriyet gazetesi gibi diğer davalarda da farklı ölçülerde de olsa benzer görüntülere tanık oluyoruz. Sizin davalarınızda savunma süreci nasıl cereyan etti?
Tamamen intikam hissiyle verilen cezalar. Bahsedilen isimler AKP’nin son dönemine kadar destekçi konumdalardı. AKP liberal çizgisinden sapmasıyla hem sağdan gelen hem de soldan gelen liberal aydınların desteğine artık ihtiyaç olmadığını düşündü. Kendisinden önceki hükümetlerinde yaptığı gibi AKP, devlet içine çöreklenmesine göz yumduğu cemaat ile girdiği kavgada kendini koruma refleksiyle demokratik alanı yavaş yavaş daraltan bir çizgi izlemeye başladı. Ki cemaatin sinsice ürettiği tezgah da hukuki bir meşruiyete dayanmadığı gibi doğrudan bürokratik sistemi ele geçirmeye yönelikti. Mevcut iktidar ise bu durumda geçmişte özellikle kendisine entelektüel zenginlik katan kesimler kendisini eleştirmeye başlayınca darbe girişiminden sonra bu kesimleri doğrudan cemaatin destekçisi olarak yaftaladı. Dallı budaklı bir yapı olan cemaate yakın basın yayın organlarında gazetecilik ve yazarlık yapanları da ‘hain’ olarak görmesinin sonucu, iktidar kara listeye aldığı bu kişilere yargı eliyle en büyük cezayı kestiriyor. Bir diğer sebebi de iktidar artık meşruiyetini hukuki zemine yaslanmak ve demokratik eksenden ziyade yeni ittifak ilişkisine uyma üzerinden tarif ediyor. Bu ultra milliyetçi koalisyonda tamamen boyun eğdirme ve nefessiz bırakmayı öngörüyor. Eğer darbe girişimi püskürtüldükten sonra iktidar, demokratik zemini güçlendirmeye çubuğu bükseydi bunlar olmazdı. Ama mevcut uygulamalara itiraz edebileceğini düşündüğü herkesi bir şekilde bertaraf etme politikasını güdünce bu cezalar sürpriz olmuyor.
Güçler ayrılığının yarım yamalak da olsa işlediği bir düzen ayak bağı görüldüğünden yeni bir süreç örülüyor. Artık iddianameler hukuki gerekçelere dayandırılmadan tamamen siyasi saiklerden hareketle hazırlanıyor. Ceza alan gazetecilerin darbecilerle organik bağı nasıl gerçekleştiğini tarif etmeye lüzum dahi görülmüyor. Biraz da şu an iktidar ortağı olan ‘eski devletin’ artıklarının bu cezalara, ‘mağduru olduklarına’ inandıkları Ergenekon tutuklamalarının intikamını alacak fırsat olarak bakması da etkiliyor. Bu isimlerin kendi mahkumiyetlerinde rol oynadığını düşündüğünden ağırlaştırılmış müebbet alkışlanıyor.
Kendi adıma tutuksuz yargılandığım ilk duruşmalarda gözaltına alınma sürecinden, cezaevinden yaşadığımız hak ihlallerini dile getirdim. Hakimlerden buna yönelik ‘bunlar bizim sorunumuz değil’ azarı işitiyordum. Bir iki sefer Sedat Peker’in aydınları ve akademisyenleri hedef alan “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” sözünü hatırlattım. Gazeteciliğin yargılanması karşısında böyle bir tehdit dilini kullananın elini kolunu salladığını söyledim. Memleketin geldiği noktaya dikkat çekmeme, hâkimler rahatsız olup konu dışı diye tepki gösterdi.
“Zana hiç mahkemeye çıkarılmadan tahliye edildi”
Özgür Gündem ana davası dışındaki bütün davalarda tutuksuz yargılandım. 29 Aralık 2016’da da ana davanın duruşması vardı. Zana Bilir Kaya, Necmiye Alpay, Aslı Erdoğan tutukluydu, Ragıp Zarakolu, Filiz Koçali ve Bilge Aykut Contepe’nin de tutuklanma durumları vardı. O yüzden biz 29 Aralık’ı iple çektik ama ben mahkemeye çıkarılmayacağımı tahmin ediyordum. Onlarca davaya katılmam için araç ve personel sağlayan cezaevi yönetimi, o gün ne hikmetse, ‘eleman ve personel yetersizliğinden’ beni ve Zana’yı götürmedi. Hücrede bırakmanın ‘mükafatı’ olarak Zana, hiç mahkemeye çıkarılmadan tahliye oldu. 4 gün sonra 2 Ocak’a ertelenen davaya yine aynı gerekçeyle götürülmedim. Böylece tutuklu olduğum tek dosyada savunma hakkım gasp edildi. O gün iç ve dış kamuoyunun yoğun ilgi gösterdiği bir davanın ‘esas oğlanı’ bendim ama götürülmedim. Özellikle Aslı Erdoğan’ın edebi kimliğinin dünyada kabul görmesinin sonucu olarak yan yana gelmemizi istemediler. Yine tutuksuz olduğum davalarda götürüldüğüm Çağlayan Adliyesi’nin nezarethanesinde gün boyu bekletilip, mahkemeye çıkarılmadığım günler de oldu.
- Çok yazıldı ama bu söyleşiye de not düşelim: Hakkınızda toplam kaç dava var, nelerle suçlanıyorsunuz, suçlamalara dayanak olarak hangi “deliller” öne sürülüyor?
İşin tuhaf tarafı hâlâ ana davada savcı mütalaasını vermiş değil. Gazete kapatıldı, 441 gün tutuklu kaldığım davada hala ne savcı ne de yargıçtan tek bir soru işitmedim. Toplam 92 dava birleştirildi, tek davaya dönüştü. İddianamede yargılandığım diğer tüm sanıklar içinde TCK’nın “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” başlıklı 302/1, “Silahlı örgüt” başlıklı 314/2, “Suç işleme amacıyla örgüt kurma” başlıklı 220/1,2,8 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) örgüt propagandasını düzenleyen maddelerinden hapis cezası isteniyor. Delil olarak varsayımlar üzerinden PKK/KCK’nin hiyerarşik bünyesinde faaliyet gösteren bir yayın olduğu iddia ediliyor. Ama bu iddiayı destekleyecek en küçük bir veri bile gösterilemiyor.
- Bu kez genelleştirerek soracağız; Kürt gazetecilerin soruşturma, gözaltı, dava süreçlerinde neler yaşanıyor? Aklınızda kalan çarpıcı örnekleri paylaşır mısınız?
Kendi davamdan örnek vereyim. Gazetenin İmtiyaz Sahibi Kemal Sancılı 5 Ocak 2017’de Urfa’da tutuklandı ve İstanbul’a Silivri 5 Nolu’ya getirildi. Aynı dava ve dosya ama kampüs içinde ayrı cezaevlerinde tutulduk. Birlikte kalma isteğimiz bile fazla görüldü. Bu bile başlı başına bir cezalandırma yöntemi.
Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabiri Nedim Türfent Hakkari’de yaptığı haberlerden dolayı 2 yıla yakındır tutuklu ve 8 yıl ceza aldı. Şehirlere sıçrayan çatışmalarda geçtiği haberlerden dolayı güvenlik güçlerince defalarca tehdit edildi. Cezaevine girmesiyle canını kurtardı sayılır.
Trajikomik bir durum, Jin Haber Ajansı (JİNHA) muhabiri Beritan Canözer mesela. Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağını protesto etmek için yapılan yürüyüşü takip ederken ‘heyecanlı’ olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Polisin yaptığı açıklama, “Yakalandığınız esnada heyecanlı tavırlarınızdan dolayı alındınız” şeklindeydi.
DİHA Haber Müdürü Ömer Çelik, 2016 Aralık ayında Redhack olayında gözaltına alınırken evinin balkonunda saatlerce kar suyuna yatırıp işkence edildi.
Sınır haberleri yaptığı için ‘casus’ ve ‘örgüt üyesi’ olmakla suçlanan ve 45 yıl hapsi istenen Dihaber muhabiri Erdoğan Alayumat, tutuklandıktan sonra geçen Ekim ayında Tarsus cezaevinde işkence gördü ve Samsun-Bafra’ya sürgün edildi.
Mehmet Güleş, Meltem Oktay, Zehra Doğan bölgede çalışan ve mahkumiyet alan gazeteciler. Gazetecilik dışında suçlanabildikleri hiç bir veri, bilgi, kanıt olmadan ‘adil’ yargılanıp zindanı boyladılar.
- Filmi geriye saralım; madem gözaltı ve tutukluluk sürpriz değildi, en başta neden Özgür Gündem’in sorumlu yazı işleri müdürlüğünü kabul ettiniz? Teklif nasıl geldi, değerlendirme sürecinde aklınızdan geçenler neler oldu?
Bu işin okulunu okumama, farklı basın kuruluşlarında çalışmama rağmen Özgür Gündem’de çalışmamış olmak benim içimde yaraydı. Ben o eksiği tamamlamak istedim. O dönemki Yazı İşleri Müdürü Reyhan Çapan’a açılan yüzü aşkın dava vardı. Savcılar artık kendisini görmek istemediğini kibarca söylemiş! Yani ‘tutuklarım’ demiş. Ben de gazeteye gönüllü olarak desteğe gidiyordum. Boşluk olunca kendim talip oldum. Saha deneyimimin yanında mesleğin özgürlüğünü hukuksal olarak da savunmayı istedim.
- Erzurum’da sosyoloji okurken 3. senenizde bırakıp gazetecilik okumaya başlıyorsunuz. Bu ani değişim neden oldu, bahsettiğiniz eksiklik hissi ne zaman oluştu?
Çocukluğumdan itibaren babamla birlikte tartışma programlarını izlerdim. Sorularla politikacıları sıkıştıran gazetecileri hep takdir ederdi. Bu yönlü bir arzum da vardı. Ama asıl içime kurt düşüren olay Musa Anter’in 92’de katledilmesidir. Ben o olaydan sonra gazeteci olmak, hep Özgür Gündem’de çalışmak istedim. Memleketimde de olsa siyasi nedenlerden dolayı üniversiteye devam etmemin koşulları da iyice zorlaşınca yeniden sınava girdim. Kafamda hep İletişim Fakültesi’nde okumak vardı. İlk tercihimi olan Gazetecilik Bölümü’nü kazanınca da muradıma kavuşmuştum.
Bir de anım var. Sanırsam lise 2’deydim. Kahvede okey oynarken kimlik araması için içeriye giren polis, cebimde gazeteyi buldu. Yaşım tutmuyor bahanesiyle karakolu boyladım. ‘Bu gazeteyi niye alıyorsun, kim sana tavsiye etti’ diye epey hırpalanmıştım. Yani Özgür Gündem’i okumanın cezası da etkili oldu...
- Neden Anter cinayeti sizi bu kadar etkiledi?
15-16 yaşındaydım, Musa Anter’in yazılarını okuyordum. Bana bilge bir dede gibi geliyordu. Anladığımız anlamda ‘politik’ bir dili yoktu ama çok keskin, çok vurucu bir dili vardı. Hiçbir tarafı kayırmaz, doğrudan dalardı; Orta Doğu tarzı, içinde kendisiyle dalga geçme de bulurdunuz. Şiddetle kurduğu ilişkide çok daha sivil, insancıldı. Angajmanı yoktu, herhangi bir insan gibiydi. Bence özel bir insandı. Çok ölüm gördüm, ama hayata bu kadara tutkuyla bağlı bir insanın ölümüne hep isyan ettim. O yüzden onun gazetesinde Özgür Gündem’de çalışmak istedim. Ama yıllarca mümkün olmadı. Koşullar doğunca da talip oldum. 7 Haziran’dan sonra iktidarın Kürt meselesini çatışma sürecine sokmasıyla onları en çok zorlayan Özgür Gündem oldu. Hatta Bülent Arınç 2015 Temmuz’unda Hükümet Sözcüsü olarak doğrudan Gündem ve Evrensel’i hedef gösterdi. Benim için Türkiye’de gazeteci olmanın onuruydu Gündem’de çalışmak.
- Vurgunuzu anlamakla beraber bu tartışmalı bir değerlendirme, farklı gazeteleri de farklı dönemlerde iktidarın söyleminde hedef olarak gördük. Örneğin, Erdoğan Cumhuriyet ve Hürriyet’i bizzat kendisi farklı zamanlarda işaret etti.
Gazeteler, daha önce akıllarının ucundan geçmeyecek bir muamele gördü, doğru. O anlamda gazeteciliğe ortak bir baskı oldu. Ama sermaye gruplarının gazetelerinin kurtarabilecek bir noktası var, bizim öyle bir noktamız veya bu konuda derdimiz yok. Kürt meselesi ve insan hakları konusu bizim ana konumuz olduğu için, 7 Haziran’dan sonra iktidar Kürt meselesinde makası daraltarak şiddet ve askeri bir konsepte sokunca ve savaş eskiden farklı olarak kırsalda değil, şehirlerde yaşanınca farklı bilgilerin yansıtıldığı ana yayın mecrası olarak Gündem iktidarı zorluyor oldu. Bu meselenin çözülmesine dair bir görüşü, enformasyonu olan bir yayın Gündem. En azından bizim kadar Kürdistan’da doğrudan haber akışı sağlayan DİHA muhabirleri de gözaltına alındı, tutuklandı. Türkiye’deki ilk kadın haber ajansı JİNHA da bu yüzden kapatıldı. Türkiye’de Kürtçe çıkan tek gazete Azadiya Welat da darbe girişiminden sonra kapatıldı.
Cumhuriyet’te merkez medyanın yapamadığı muhalefeti yapınca kaçınılmaz olarak şimşekleri üzerine çekti. Ulusalcı çizgiden daha farklı olarak muhalif bir habercilik sergileyince hedef tahtasına konuldu. Geri adım atmadı. Ama Hürriyet için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, hemen teslim oldu. Hatta Sözcü bile iktidarın gadrine uğradı.
- Cumhuriyet gazetesinin Türkiye’nin tek patronsuz, vakıfla yönetilen basılı gazetesi olduğunu okuyucular için not düşerek soralım: Gündem’in geliri, giderini karşılayabiliyor muydu?
Muhasebede olmadığım için bilmiyorum. Ama insanlar dediğim gibi cüzi koşullarda çalışıyorlardı. Gazete abonelik üstünden dağıtılıyordu, esnaftan zaman zaman da ufak ilanlar alıyordu. Bazen de bölgedeki belediyelerin reklamları da az da olsa gelir sağlardı.
- Ortalama maaş ne kadardı?
Asgari ücret aşağı yukarı, o dönem 1400 liraydı.
- Sıkışıklık, maaşları ödeyememe gibi bir durumla siz karşılaştınız mı?
Hayır, ama daha önce karşılaşanlar olmuş.
- Türkiye’de gelirin gideri karşılayabildiği sayılı gazete var. Özgür Gündem’in bunlardan biri olması şaşırtıcı olur. Mali açık durumunda sorun nasıl gideriliyordu, kaynaklar ne kadar şeffaftı?
Siz de takdir edersiniz ki Gündem’de kayıt dışı bir şey bulunursa gazetenin yaşama şansı olmazdı. Devlete vergi veren bir tüzel kişilik. Dağıtımını Turkuvaz’ın yaptığı bir gazete. Yani en ufak bir açık durumunda göz yumulması mümkün müdür? Hatta mahkeme dağıtım şirketinden tirajına ilişkin bilgi istemeyi bile gerek görmedi. Mali kayıtlarında bir sorun görülse en başta kapatılma davasında önümüze konulurdu.
- Gazetenin ilk imtiyaz sahibi merhum Yaşar Kaya’ya gazetenin kuruluşunu sorduğumuzda bize şunu dediğini hatırlıyoruz: “Gazetenin yüzde 25 hissesi bana aitti. Behçet Cantürk’ün yüzde 5 hissesi vardı, ilgilenmedi, bana devretti. PKK’nin de burada yatırımı vardı.” Bu “Sermaye gruplarının gazetelerinin kurtarabilecek bir noktası var, bizim öyle bir noktamız yok” sözlerinize bir soru işareti koymuyor mu?
Siz Gündem’in evveliyatına dair müdahil olmadığım bir beyandan söz ediyorsunuz. Eğer yasadışı bir durum tespit edilmişse ve bunu bilen bir devletin yasaları bu duruma müsaade eder miydi? Yaşar Kaya da ilginçtir bu beyanı politik bakışı değişince söylüyor. Kanımca bu söylem meseleyi kriminalize eden ve gazetenin ödediği bedelleri perdeleyen bir işlev görüyor. Onlarca çalışanı katledilmiş ve son çeyrek yüzyılın sanığı, tanığı ve mağdurluğuna rağmen mağrur durabilmiş bir yayın. Gözlerimle gördüğüm ve tanık olduğum durum ise, insanların mesleklerine olan aşkı ve bunun yaratacağı sonuçları bile bile orada çalışmayı seçmesi. Yani fedakarlık günümüzde pek demode bir tutum olabilir ama insanlar hâlâ ancak en acil ihtiyaçlarını giderecek bir meblağla çalışıyorlar.
- Gündem kapatılmadan önce kaç çalışanı vardı, gündem toplantısı nasıl yapılırdı, hangi şehirlerde büronuz/temsilcilikleriniz vardı, neredeki muhabirlerle nasıl ve ne sıklıkla iletişim kuruyordunuz?
30’a yakındı çalışanı. Sayfa sekreteri, editör, aşçısı, bekçisi, görevlisi. Bu sayı içinde yarım gün, gönüllü ve dönemsel çalışanlarda bulunuyordu. Mesaiye 09.30-10.00 gibi toplantıyla başlıyorduk. Editörlerle, sayfa sekreteri ve tashihçilerle oturuyorduk tüm gazetelerin yapması gerektiği gibi. Bizim bir farkımız, okuyucuların da bazen toplantılara katılmasıydı. İlkin, önceki gün çıkan gazetenin eksikleri tartışılır. Hangi manşeti attık, olanı ne kadar verebildik, Türkiye’nin ana gündemi miydi, değil miydi, eleştirisi, özeleştirisi olurdu. Tashihinden fotoğrafına tartıştığımız tatlı gergin bir atmosfer olurdu. Neyi kaçırdık, neyi az gördük, neyi ön planı çıkarabilirdik. Ve de o gün çıkarılacak gazetenin ana haberleri üzerinde tartışma olur. Öğlen sonrası da manşet toplantısında konular netleştirilmeye çalışılır. Akşama doğru da çıktılar alınır ve eğer acil bir durum yoksa yani manşeti değiştirecek bir haber yoksa olanla baskıya yetiştirilir.
- Sokakta, bölgede çalışan kaç kişi var? Diyarbakır’da büronuz var mıydı?
Büro değil ama muhabirler vardı. Gündem bir gazetecilik okulu, onun tezgâhından geçen çok fazla insan var. Ama sahada daha çok JİNHA ve DİHA vardı. DİHA’nın bölge büroları vardı. Biz hiç yok muyduk, vardık ama bizim en büyük haber kaynağımız bu ajanslar dışında halktı. Cizre’de, Sur’da, çatışma bölgesinde yer alan bir sivil de, anne de, amca da arayıp “Şu, şu oldu” dediler.
- Sorumuz çatışma olmayan alanlar için de geçerli.
O kısım için şunu söyleyeyim: Gündem’in bir geleneği, kimliği vardır ama aynı zamanda Gündem alanı hep daraltılan da bir gazetedir. Bunu hep hissedersiniz. Sayısı az da olsa farklı basın kurumlarında çalışıp bizimle kendi yayınlarına girmeyen bilgileri de paylaşan meslektaşlarımızda olurdu. Veya görsel, işitsel ve sosyal medyada yayınlanan haberlerin ters okuması üzerinden de kendinize veriler bulup farklı bir yerde yayınlanan habere başka bir görünüm de kazandırabilirsiniz.
- Açar mısınız, bir Gündem muhabirinin alanı nasıl kapatılır? Örneğin, İsmet Berkan’ın girdiği Sur’a sizin girişiniz ne kadar mümkündü?
Akreditasyon sorunu tabii ki var. Müzakere sürecinde biraz daha rahatmış, ama çatışma başladığı anda size izin verilmesi imkânsız. Çünkü Gündem çalışanı doğrudan taraf olarak görülür ve güvenlik görevlilerince hedef seçilmesi olağandır. Örneğin, son dönem DİHA’dan Mazlum adlı muhabir Sur’da çatışma bölgesinde mahsur kalmıştı. Ona ilişkin haberler bizde ve sol demokratik gazetelerde ses getirince çocuk cezaevine girdi. Yoksa haber takibi yaptığı bodrumda öldürülebilirdi. Kürt basın geleneğinden geliyorsanız ve bölgede çalışıyorsanız hedefsiniz. İnsanların ekonomik olarak da geçim sıkıntısı var, verilen maaş çok cüzi olunca imkanlar da kısıtlı oluyor. Yani çoğu sigortasız çalışıyor.
- Sahada güvenlik güçlerinin Özgür Gündem çalışanlarına ayrı tavrını biraz daha ayrıntılandırabilir misiniz?
Pek insancıl davrandıkları söylenemez. Bir haberi takip ederken bile polisin gözleri hep üzerinizdedir. Hep olağan şüphelisinizdir! Tenhada kıstırılırsanız vay halinize! İki yıl önce Taksim Galatasaray Medyanı’ndaki Cumartesi Anneleri’nin eylemini takip edip yine Taksim’deki gazeteye geri döndüğümüzde birkaç yüz metrelik mesafede iki defa kimlik aramasına takıldık. Yani, hep ‘gözüm üzerinizde’ hatırlatması bile nerede çalıştığınızı bilmeniz açısından hayli öğretici. Gazeteyi bastıklarında da polisler sürekli “Biz devletiz, devlet” diyorlardı. Hep tehdit dilinin argümanlarıyla kodlanırsınız.
- Bu koda dair bir soru: Özgür Gündem’in mutfağı, Türk medyasına kıyasla hayli genç. Bu her ne kadar övünülecek bir şey olsa da Türkiye’de bu çalışma koşullarının zorlaması demek. Mevzu Özgür Gündem olunca bu genç istihdamının Kürt meselesine özel sebepleri var mı? Özgür Gündem’den emekli olmak ne kadar olağan? Çalışanların Gündem’den sonraki olası adresleri ne?
Emekli olmak değil ama Kürt meselesi çözülürse onun moral değeri ile yaşlılığında insanlar ancak torunlarına övünecek bir mirasın parçası olduğunu anlatabilir. Birçoğu ekonomik nedenler mesleği bırakabiliyor. Sektör değiştirebiliyorlar. Yasal sorunları çıkanlar da ülkeyi terk ediyor. Ama Türkiye’de basında bugün var olan çok insan bu gazetede mesai harcamıştır. Gültan Kışanak gibi siyasete girenler de oluyor.
- Özgür Gündem hiçbir resmi makamdan davet aldı mı?
Ben çalıştığım dönemde rastlamadım. Hayır, mümkün de değil.
- CHP’den?
Hayır, hiçbir kanal yok.
- Gündem çalışanlarının sarı basın kartı var mıydı?
Hayır.
- TAK’ın 13 Mart 2016 Ankara saldırısından sonra Gündem’de atılan “Newroz’un ayak sesleri” sürmanşetinin dava sürecinde sarı basın kartları iptal ettiğini okumuştuk. Yanlış bilgi mi?
İki arkadaşın vardı, iptal edildi.
- Onların dışında sarı basın kartı olanlar var mıydı?
Ben sadece o arkadaşları biliyorum. Çok da sorulmaz öyle şeyler.
- Neden sorulmaz?
Çünkü o kart elinde olsa da çok işlevsel değil.
- Gündem, Basın İlan Kurumu’ndan ilan alıyor muydu?
Hayır.
- Gerekçe neydi?
Emin değilim, kurumun bazı kriterleri var, onlardan biri gerekçe olarak gösterilmiştir.
- Kriterlerinden biri 50 binin üstünde tiraj, ikinci eşik 100 bin. Gündem’in kapatılmadan önce tirajı ne kadardı?
Abonelik sistemiyle dağıtılıyordu esas olarak Gündem. 17-18 bin civarındaydı yanlış hatırlamıyorsam. Tahminim bunun yarısından fazlası elden, abonelik sistemiyle olabilir. En çok bölgede, İstanbul’da, sonra Adana, Mersin, İzmir, Ankara gibi büyükşehirlerde. Dağıtımcılar Gündem’in görülmeyen yüzü, çok zor koşullarda karın tokluğuna dağıtıyorlar. Ve onlarda güvenlik görevlilerin keyfi ve haksız saldırılarına maruz kalıyorlar. Musa Anter’in dağıtımcılar için, “küçük general” dediği söylenir.
- 1. sayfayı hazırlarken öncelikleriniz neydi? Örneğin, Öcalansız 1. sayfa, sizin için eksik bir 1. sayfa mıydı?
Hiç öyle değildi, biz olabildiğince haber verirdik. Siyasal angajmandan öte bir haberin bir karşılığı var mı, yok mu, manipülasyona uğramış mıdır diye tartışıyorduk ve manşetlere ortak karar veriyorduk. Muhabirlerin, haber kaynaklarının aktardıklarını kendi aranızda zaman zaman gergin bir şekilde tartışırsınız. “The Post” filminde “Basın yönetenler için değil, yönetilenler için vardır” diyordu, dolayısıyla biz de haberlerin toplumsaldaki karşılığını önemsiyorduk. Bu Öcalan da olabilir, başka bir insan da olabilir. Olumlu ve olumsuz bakışla milyonları ilgilendiren bir aktörün söylediği şeyin doğrudan bir yansıması var ise pek tabii ki haberleştirilir.
- 1. sayfaya ortak karar veriliyorsa TAK’ın Ankara’daki bombalı saldırısından sonra atılan “Newroz’un ayak sesleri” sürmanşetini konuşurken aranızda kimse diğerlerini uyarmadı mı? Yoksa uyardı ve es mi geçildi?
Orada çok zorlama bir yorum var. Birbirinden bağımsız, üst üste gelen sütunlardan dolayı niyet okuma çabası yapılan. Yani insanların ölümünden sevinilen bir durum olarak sunulması başlı başına bir ayıp.
- Türkiye’de çıkan günlük bir gazete hazırlanırken gün içinde olan ve 40’a yakın kişiyi öldüren patlamanın 1. sayfaya nasıl, neyin yanına yerleştirileceğinin önemsenmemesi sizce sorun değil mi?
Bu bakış açısıyla ilgili. Bunlar editoryal tercihle ilgili. Ama yanlış bir anlamaya yer vermeme adına daha itinalı olunabilirdi de. Olayı kendi kaynaklarımızla ne olduğuna dair sağlıklı bilgi alınamadığı içinde küçük görmüş olabiliriz. Ama farklı toplumsal hassasiyetleri de tahmin edebilmeliydik. Burada birazda ölen insanların anısına saygıdan daha farklı görebilirdik. Çünkü barışa yönelik çabamızın bu tür olaylar ile sınandığını da bilmeliydik.
- Aynı şekilde Türk medyası da Uludere katliamını görmeyince “Bakış açısıyla ilgili” diyor musunuz?
Biz görmemezlik etmedik. Hassaslık noktasında birinci sayfada iki haberin verilişinde en uzak okumayı hesaba katmada daha itinalı olunabilir miydi? Evet, ama size karşı pusuda bekleyenleri sürekli akılda tutma da politik ortamın ne kadar paralize olduğu gerçeğiyle birlikte değerlendirmeli.
- Evet, saldırı görüldü ama sürmanşetinde “Newroz’un ayak sesleri” ve manşetindeki “Baharı erteleyemezsiniz” haberlerinin arasında. Başka türlü soralım. Şiddetin kaynağı PKK’ysa saldırıların ‘eylem’e dönüşmesini biraz önce saydığınız prensipler içine nasıl oturtuyorsunuz? Bu örneklerden yola çıkarak Gündem’i, Türk basınına dair çatışma zamanlarındaki militarist tavrı için yapılan ‘Türk Basın Kuvvetleri’ eleştirisini Kürt medyası için söz konusu eden biri sizce tamamen haksız mı olur?
Dışarıdan farklı değerlendirilebilir ama ben kendi yorumumu söyleyeyim. Benim çalıştığım dönemde, yazılan bir şey hiçbir şekilde eleştirilmeyecek, tartışılmayacak gibi bir durum hiç olmadı. Ben Gündem’de şiddetin özendirildiğini veya şiddete referans verildiğini düşünmüyorum. Ama habercilikle siyaset arasında, kime nasıl yarayacak sorusunun ucu çok açık. Ezilenlerin kategorik olarak kendisini savunma hakkıyla, ezenlerin kendisini savunması birbirinden ayrılır.
Mahkemelerde de söyledim talimat ile gazeteciliği kişiliğime ve mesleğime hakaret kabul ederim ve orada bir saniye bile durmazdım. Ancak fikirsel ve mesleki ölçülerde gazetecilik yapıldığını sanırım kampanyamıza gelen insanlarda gördü. Eğer bir haberin bulguları sağlamsa yani somutluğunda bir sorun yoksa ondan sonrası yoruma girer. Mesela bizim hiçbir haberimize ‘yalan’dır suçlaması yapılmadı. Ama bahsedilen ‘yerli ve milli’ basın için bu ne kadar gerçeği yansıtır? Sürekli insanları hedef gösteren, aynı tornadan çıkmış şişirme haber onlarca gazete, TV ve sitede yayınlanabiliyor. Ya da şöyle söyleyebilirim Afrin işgali başladığında Başbakan Binali Yıldırım gazetecileri toplayıp haberlerin nasıl yayınlanması gerektiğine dair bir talimat listesi sundu. Bunu çağrıştıran bir uygulamayı Özgür Gündem’in kimliği müsaade etmez.
- Kıyastan ve ezilenin şiddetinin meşruluğu referansınızdan bağımsız, bir gazeteciye soruyorum: “Vahşetinizde boğulacaksınız,” “Saray çıldırdı,” “Abluka kırılana kadar durmak yok” gibi Özgür Gündem manşetlerini art arda koyduğunuzda “gazetecilik” dışında bir misyon çabası da görmüyor musunuz?
Bu yoruma açık. Şahsen ben misyon kelimesinden hoşlanmam. Sert, radikal, toplumsal bir öfkeyi taşıyan ve bu kümenin sorunlarını da dile getiren bir tavrımız olabilir. Belki de bir şeyi harekete geçirmek istiyorsunuz. Meselenin ne kadar sıcak olduğunu, kızgın demirler üzerinde yüründüğünü göstermek istiyorsunuz. Bu da bir yöntem, bu da gazetecilik.
- Mevzu Özgür Gündem olunca, soru şu oluyor: Harekete geçirmek isteyen kim?
Biz siyaseti bir aktörden okumaktan ziyade toplumsaldan okuyoruz. Kamuoyunu, o kümeyi ilgilendiriyor mu, ilgilendirmiyor mu sorusuyla ilgileniyoruz. Bir gün önce yaptığınız haberin hesabını hem vicdanen, hem mesleki olarak verirsiniz. Gündem’de militarizm propagandası yapıldığı yorumu çok ucu açık ve siyasal bir okuma olur. Basitçe ifade edeyim: Bir gazete bir eylem haberini nasıl verir, “Eylemciler toplandı, sonra sessizce eylemlerine son verdiler.” Bu kulağa sade gelse de aslında orada “sessizce son verme” ifadesi, o insanların kavga ve gürültü çıkarabileceğine dair bir imada bulunuyor. “O küme toplumsal huzuru bozuyor” iması topluma karşı bir güvensizliktir. Bu basit örnekte bile yorumlar arasında büyük bir fark var. Yani haberin maddi bulguları doğruysa şok edici ve birilerini huzursuz edecek şekilde verebilirsiniz. Ayrıca toplumsal taleplerde duyarlılık neden egemenin süzgecinden geçirilsin ki!
- Elbette ama süzgeçler egemenlerinkiyle sınırlı değil. Eski ama önemli bir haber: Namık Durukan İmralı Zabıtları’nı Gündem’e getirseydi basar mıydınız?
Her yiğidin yoğurt yiyişi ayrıdır derler ya, ben bunun toplumsal yararı ne diye sorgulardım. Düğüm hâline gelmiş Kürt meselesinin çözümüne yarar mı, yaramaz mı üzerinden bakardım.
- Sorunun cevabını bilemeyeceğiniz için gazeteciliği ön plana almanız gerektiğini düşünmez misiniz?
Bu gazetecilik ile siyaset arasındaki ilişkiyi nereden okuduğunuza göre değişir. Sadece sansasyonel bir haber patlatma olayı gibi görmem. O haberin kangren olmuş bir meseleyi ne ölçüde aydınlattığı gerçeği de es geçilmez.
- Bir siyasetçiyle mi, gazeteciyle mi konuşuyoruz?
Ben bir denge tutturmaya çalışıyorum, bu denge size veya başka bir yayın organının bakış açısına uymayabilir. Elbette İmralı Zabıtları’nın haber değeri vardır, Namık Durukan bu haberi vererek kötü bir gazetecilik yapmadı.
- Ama sizin yanıtınız “Ben yayımlamazdım” mı?
Siz evet ve hayır üzerinden keskin bir cevap bekliyorsunuz.
- Gazetecilik acil bir iş. Gazete saatler sonra çıkacak ve matbaaya gönderilmeden önce yanıtlanması gereken bir soru.
Ben buna evet veya hayır diyerek yanıt vermeyi doğru bulmuyorum. Ben o dönemki dengeler üzerinden bakarım. İnsanın eline bazen çok iyi bir bilgi gelir, diyelim ki erkek şiddeti haberinde eğer bir bilgi kadını savunmasız bırakacaksa o bilgiyi vermem çünkü eşit olmayan koşullardaki bir tartışma. Bu yüzden benim anladığım gazetecilik, muhalif bir gazetecilik. Bir işçi haberinde işçiden yana bakarım. Kürt meselesinde de müzakere sürecine yarar mı, yaramaz mı, ben buradan bakarım. Hatta örneğin ekonomide, resmi kurumların verdiği işsizlik oranlarının gizli işsizliği örtme işlevi gördüğünden dem vurup rakamların ne kadar yanıltıcı olabildiğinden girer sınıfsal bir yorumla haberi kurarım.
- Türk medyasından pek çok isim de Kürt meselesi dâhil pek çok kronik problemde taraflı yaklaşımını benzer şekilde savunabilir. Türk medyası deyince Hürriyet’i düşündüğünüz ve Hürriyet’i 20 yıl yönettiği için oradan örnek vereyim; Ertuğrul Özkök’ün “Türk milletinin bekası için sansürledik” diye başlayacak herhangi bir savunmasına “Evet, yoruma açık” diyerek hak verir misiniz?
Ben de o zaman size şunu sorabilirim, bütün toplumsal değerlerden, beyninden, yüreğinden azade bir şey var mı bu hayatta? Hatta dili ‘bilinmeyen dil’ ve etnik kimliği ise ancak ‘terör’ ile anılan bir topluluğun var olma mücadelesini nereye koyacağız. Hak talebini arkalayacak bir bakış açısı ve muktedirin bekası, iki ayrı dünya ve toplumsal tutumu ifade eder. Bunları sıfırlayan bir yayıncılık kendini aldatmaktır. Onların ‘beka’ dediğinin içinde başkalarının imhası yatar. Türkiye’de ‘apoletli medya’ kavramını da aşan bir durum var artık. Savaşın doğrudan bir parçası gibi davranan bir gazetecilik almış başını gidiyor.
- ANF’de Maxime Azadi imzasıyla çıkan “Kendisini yaratan bir gelenek” başlıklı yazıdan bir alıntı: “Kürt medyasının içinden çıktığı koşullar, gazete ve gazeteciyi sık sık birer militan haline getirdi. Bu açıdan Kuzey Kürdistan ve Türkiye’deki Kürt medyasını Kürt militanlığının bir parçası olarak ele almak anlaşılır bir durum.” MED TV’den başlayarak 20 yılını Kürt medyasında geçirmiş Reşat Sorgul da “Tarafsızlık Kürdistan’da gerçekçi değil” diyor. Bu alıntılar sizce ne kadar gerçeği yansıtıyor?
Bu o isimlerin kendi yorumları. Objektiflik görece mümkündür ama tarafsızlık çok zor bir şeydir. Gazetecilik kutsal değil, herhangi bir meslek ama bir sorgulama yönü, kamu yararı tarafı var, iktidarı denetleme özelliği var. Her gazeteci de bunu farklı yapıyor, bir homojenlik yok. Ama Ortadoğu’da herkesin kendi kutsalına taptığı bir yazgısı olduğunu da kabul etmek lazım. Bir parça da olsa insana özgürlük alanı açabilecek bir umudu barındırıyorsa o ışığa yaklaşılmalı diye düşünüyorum. Kendi gerçekliğinizi hayattaki tek gerçek ve ‘sadece ben acı çekiyorum’a kendinizi kaptırırsanız körleşirsiniz. Bunu da gözden kaçırdığınızda yanlı bir çizgiye teslim olabilirsiniz. Böyle bir handikap olduğunu aklınızdan çıkarmadan gazeteciliğinizi sorgulayabilmelisiniz. İçinde olduğunuz toplumsallığa örülen duvarları aşmaya çalışırken elbette çuvaldız olmasa bile iğneyi de kendinize batırabilmelisiniz. Aktardığınız tespitlerin görece haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Ama homojen olarak budur demek haksızlık olur. Bu durumla baş etmeye çalışan gazetecilerin çabasını da hatırlatmalıyım.
- Sizce Özgür Gündem, Kandil’e ne kadar iğne batırabiliyor, daha genel ifadeyle, Gündem Kandil’den ne kadar bağımsız?
Tabii ki bağımsız. Birileri Özgür Gündem talimatla bir merkezden yönlendiriliyor diyorsa, ben buna tabii ki de karşı çıkarım. Böyle bir şey olmadı, ben bunu kabul de etmem. Geçmişine dair de Kandil’den emirle bu gazetenin çıktığını gösteren bir olgu var mı? Mahkemede de söyledim bir iddianız varsa bu iddiayı kanıtlayabilecek nesnel bir veri gerekir. Biz haberler üzerinden gerçeği tartışıyoruz. Ben terör kelimesini kullanmıyorum, IŞİD için bile. Sistem dışı ya da devlet dışı aktörlerin kullandığı şiddet doğrudur gibi bir yaklaşımdan bahsetmiyorum. Gündem’de o şiddetin kullanımına sebebiyet veren tarihsel ve sosyolojik zeminle ilgili bir bakış açısı koyuluyor, ve bu da olabildiğince habercilik diliyle geliştiriliyor. Propaganda çok ucu açık bir kelime. Şöyle boyutlandırılması lazım: Şiddeti özendiriyor mu, yaşamı mı, savaşı mı savunuyor, bir etnik grubu veya cinsiyeti küçümsüyor mu? Görülmeyen ve yok sayılan kesimlere öncelik tanıma gazetecilik açısından bir tercihtir.
- Aklımızdaki nüansı başka bir açıyla soralım: Duran Kalkan’ın köşesinde yayımlanması için gönderdiği bir yazıya editörler ne kadar müdahale edebiliyorlardı?
Gazetede Duran Kalkan’ın bir köşesi yoktu.
- Adil Bayram adıyla yazan kişi kendisi değil miydi?
Bahsedilen kişi o mu değil mi bilmiyorum. Ama Duran Kalkan’ın yazısı güncelse, bir şeyi açıklıyorsa ben onu yayımlayabilirim. Eğer kamuoyunun ilgilendiği ve benimsemese de önemsediği aktörler ve kişilerin görüşleri gazetecilik ölçülerinde yayınlanabilir. Kürt meselesinin tarafı olan bir yapının ne düşündüğü toplumsal zemin açısından da dikkate değerdir. O fikri doğrudan desteklediğiniz anlamına gelmez bu durum.
- Peki, tashih edebilir misiniz? Bir kısmı çıkarıp düzeltebilir misiniz veya problemli deyip geri göndermek ne kadar mümkündü?
Gazetede karar verici, o gazetenin çalışanları, editörleridir. Birileri ne der, siyasal örgüt ne der üzerinden bakılmaz. Aksi olsa doğrudan örgütün gazetecisi olursunuz. Gündem’in böyle bir derdi yok. Biz Kürt meselesindeki farklı aktörlerin görüşlerinin yansıtılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu yüzden Kürt hareketine yarar mı, yaramaz mı üzerinden değil, müzakereye yarar mı yaramaz mı, çözüm üzerinden düşünüyorum dedim. Artı olarak bir yazı hukuki olarak da yayını zorlamamalı.
- Bu da bir çeşit misyon gazeteciliği değil mi?
Ben militanlık, misyon gazeteciliği ifadelerine mesafeli yaklaşıyorum. Benim kendi adıma eleştirim şu: Zaman zaman çok rijit bir dil kullanıyor muyuz? Bu tartışmayı hem kendi içimde, hem arkadaşlarımla yürüttüm. Gazetecilikte duygusal özdeşlik kurmak kötüdür, zaman zaman duygularımızı yönetemediğimiz, mantık süzgecinden yeterince geçiremediğimiz olaylar bu nedenle olmuştur. Kendimi bu açıdan eleştiriyorum. Haberi daha soğukkanlı, daha doğru verebilirdim, diyebiliyorum.
- Aklınızda spesifik örnekler var mı?
Çatışmaları verirken, devletin politikasını teşhir ederken kullandığımız görsellere daha dikkat edebilirdik. Zaman zaman Kürt siyasal aygıtının şiddet kullanan yapılarının görsellerini fazla mı kullandık diye düşünüyorum. Onları biraz daha az kullanarak, haberi ve kurguyu ön plana çıkararak bir gazetecilik yapılabilir miydi diye içimde tartışıyorum. Bunun etiğini oluşturmaya çalışan yazıları da hem uluslararası alandan hem Türkiye’den okumaya çalışıyorum.
- Bu tartışmalar ne kadar yüksek sesli yapılabiliyor? Kürşat Bumin, Ümit Kıvanç, Alper Görmüş gibi isimlerin Türk medyasını haberler ve gazeteci tavırları üzerinden eleştirdiği Medyakronik benzeri bir mecra Kürt medyası için ne kadar mümkün?
Kürt medyası adına değil ama kendi adıma şunu söyleyebilirim: Kürtçe konuşabiliyorum ama yazamıyorum. Dünyayla iletişimimi zorla öğretildiğim dil olan Türkçe üzerinden kuruyorum. Bunun için Türkçeye kızmıyorum, onu seviyorum, Türkçe yazdığım yayımlanmamış kitaplarım var ve bunun neden Kürtçe olmadığını sorguluyorum. Bunun getirdiği bir gerilim var. Ben 4 yaşında, 1980 darbesi sonrasında askerin kafasına silah vurduğu bir insanım. Biz böyle bir sosyolojiden geliyoruz ve kişisel hayatım da tırnak içinde bir travmanın parçası. Ve Kürtler kadar, Kürtçe de darbe görmüş bir dil.
Ama şunu söyleyebilirim bütün dezavantajlı koşullara rağmen verileri daha soğukkanlı bir bakışla değerlendirip, bilgi ile yorum arasındaki mesafeyi çok açmadan bir gazetecilik noktasında eksiğimiz var. Bir de hem devlet hem de büyük basın zaten sizi lokal bir zemine mahkûm etmek istiyor. Bunun farkında olarak Kürt gazeteciler cesaretle kendi pratiğini de gözden geçirebilmelidir.
- Kürtçe çıkan Azadiya Welat sizce Kürtçe darbe aldığı için mi bir Özgür Gündem olamadı?
Bilemem, kendi özgün kimliğini oluşturma anlamında Gündem’le karşılaştırılamaz. Ama dil dirayetlerini hürmetle karşılamak lazım. Çok sıkıntılar da olsa, Kürtçenin baskı gören bir dil olmasına, okulunun olmamasına rağmen, asimilasyonun sistematik olarak uygulandığı bir coğrafyada olmasına rağmen Kürtlerin anadiliyle gazete çıkarmaya çalışması takdire şayan.
Bir diğer özeleştirim: Yeteri kadar mizah vermiyoruz. Çatışma, savaş var, evet, ama hayat da devam ediyor. Daha renkli, daha ironik, zekâ kokan, parıltılı şeyler verebilmeliyiz. Kürt medyasında da daha sivil ve demokrat bir birikimin oluşma sıkıntısı var, bunu kabul ediyorum. Daha çoğulcu ve daha renkli olabileceğini, özellikle mizah ve ironiyle bunu başarılabileceğini düşünüyorum.
- Kemal Burkay dâhil isimlerin işaret ettiği Kürt hareketi içerisinde Kandil’in baskısı. Bahsettiğiniz “sivil ve demokrat birikimin oluşma sıkıntısı,” çoğulcu olamamasının sebeplerinden biri hareket içindeki bu baskı olabilir mi?
Bir insan önce kendi üstüne düşeni yapar, bunu yapmadan başkalarını kötüleyen bir yaklaşım kendi çapsızlığını gösterir.
- PKK’nın çeşitliliğe izin vermediği eleştirisine vereceğiniz yanıt hakaret mi?
Çapsızı bir hakaret olarak görmeyin. Elbette herkes kendi deneyiminden çıkarak eleştiride bulunabilir. Geçmişte sıkıntılar, yaşanılan politik tartışmalar, fiziki ve sosyal gerginlikler yaşanmış olabilir. Ama başkalarını angajmanla suçlayan kendi angajmanlarını ne kadar açıklayabiliyorlar. Kürt aydınları dediğiniz kişiler, son dönemde gördük ki Türk devletiyle ne kadar haşır neşir tarzda onun politikalarının taşıyıcısı oldular. Bu kadar iddialı olanların devlete yaslanarak Kürtler arasında karşıtlıkla prim yapmayı marifet sayması da ne denli sağlam bir duruşları olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu sorunun cevabı biraz da Kürt sivil toplumun çapı ile ilgili. Eğer toplum kendi içinde, siyasal güçler dışında da, sesini duyurabileceği alanları yaratabildiği oranda gelişebileceği gerçeğini de ekleyelim.
- Sivil toplumun yaratma gücü, baskı/şiddet olasılığıyla arasındaki mesafeye de bağlı değil mi? Liste farklı açılardan örneklerle uzatılabilir ama daha başlangıçtan bir örnek: Özgür Gündem 30 Mayıs 1992’de yayına başladıktan 8 gün sonra Yeni Ülke muhabiri Mecit Akgün PKK tarafından ‘ihanet’ gerekçesiyle öldürüldü.
Ben bu olayı bilmiyorum. Siyasal hareketlerin doğal olarak toplumsal alanda bir baskınlığı vardır. Bunu iyidir anlamında söylemiyorum, ama siz de o toplumsal alana girmeye çalışıyorsanız bir şey koymaya çalışmalısınız. Tek taraflı olarak “Ben yapacaktım ama birileri izin vermedi” sözü bence gerçeği yansıtmıyor.
- Soruyu Kürt hareketi tarafından bakarak yanıtlıyorsunuz, biz yazı işleri müdürüne sorsak: Burkay Gündem’de köşe yazarı olabilir miydi?
Çok siyasal bir cevap vereceğim. Burkay’ın yazarlığını ve şairliğini çok beğenirim, eski yazılarını da okudum, siyaseten ise AKP’nin dediklerini birebir kabul etti. Özellikle son birkaç yıldaki politik pozisyonu çok pespaye. Ben bu pozisyondaki biriyle aynı yerde yazmak istemem.
- Kürt medyası daha çoğulcu olabilirdi derken bir çeşitlilik ihtimaline olumsuz yanıt veren siz oldunuz. Harekete eleştirel bakan biri bu ‘çeşitliliğe’ ne kadar dâhil olabilir? Aklınıza ‘evet’ diyeceğiniz bir isim geliyor mu?
Çok farklı, özgün bir dil olan Aslı Erdoğan geldi ve yıllarca yazdı.
- Evet, ama hareketi eleştiren yazılar yazmadı.
Gündem’in çizgisine uymayan yazıları oldu. Geçmişte Gündem’de Murathan Mungan dâhil çok farklı kalemlerde oldu. Fikret Başkaya’da İslamcı çevrelerden gelenler de oldu. M. Ender Öndeş, Ayşe Düzkan’ın zaman zaman yazılarında eleştiri vardır. Ama özellikle korumacı refleksle davranıp içe kapanıldığı için kendi dışındaki hayatla yeterince çoğulcu bir ilişki kurulamadığı tespitini ben de yapıyorum. Ve bunu NGYY kampanyasında gördük. Farklı olan ile temas sizi de besliyor. Ve bizimde çıtamızı yükselttiğimiz ve ezberimizi bozduğumuz bir dönemdi.
- Bir varsayım: Hasan Cemal öldürülen HADEP Genel Başkan Yardımcısı Hikmet Fidan’ın, -ki yıllar önce PKK tarafından öldürüldüğünü yazmıştı- infazının yıl dönümünde konuya dair bir yazı kaleme aldı ve Gündem’e yolladı, bu yazı yayımlanır mı, geri mi çevrilir?
Gündem’in kendine göre bir çizgisi var. Bu çizgiye uymayan, bunu zorlayan yazı yayımlanmaz. Bu da bir yayının hakkıdır. Elbette bir siyasetçinin öldürülmesi kabul edilemez. Buna ışık tutacak farklı yayınların olması zenginliktir. Fakat gazetenin asıl odaklandığı ve sistemi ters yüz eden yayınında toplumu asıl meseleden uzaklaştırılacak bir duruma yol açılmaması da gözetilir.
- Söyleşinin bir amacı da bu çizgiyi netleştirmekti. Siz Fidan yazısını elediğinizde altını çizdiğiniz haberlerle yapılan gerçeklik tartışmasına ne oldu?
Gündem’in hazır bir kalıbı yok ve bu kalıp üzerinden şekillendirilmiyordu. Ben bunun böyle olmadığını söylüyorum. Türkiye söylediğiniz görüşlerin yayımlanabildiği gazetelerle dolu. Yayınların da ideolojik çizgisine uymayan yazı ve haberleri yayımlamama hakkı olduğunu düşünüyorum. Ama başkası yayınlar diye de onu suçlamam.
Bir de Gündem’i sadece ilk akla gelen siyasi bir okumasının yanında mesela ekoloji, kadın, ekonomi, kültür vs. üzerinden neden hiç tartışılmaz! Burada da bir önyargı ve sınırlara hapsetme tarzı var. Yani Kürtlerin ve ezilenlerin de günlük hayatlarına ne kadar ışık tutabildiği sorusu hep es geçiliyor.