AB Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik, Avrupa'da 'değerler krizi' yaşanı görüşünü savunarak "Cumhurbaşkanımızı iyi tanıyan Avrupalı siyasetçilerle baş başa oturduğumda kendisinin bu ülkede ne büyük dönüşümler gerçekleştirdiğini, devrimci reformlara imza attığını ve buna şahit olduklarını söylüyorlar. Bir müddet sonra çıkıyorlar basın önünde Cumhurbaşkanımızın otoriter olduğundan bahsediyorlar" dedi.
Ömer Çelik'in Akşam gazetesinden Pınar Işık Ardor'a verdiği söyleşi şöyle:
Türkiye’de en çok konuşulan şüphesiz ki; referandum süreci ve Türkiye tarihi bir dönüm noktasından geçiyor. Referandumdan “Evet” ya da “Hayır” sonucu çıkacak. Merak edilen sorulardan biri referandumdan “evet “sonucu çıkarsa Türkiye ‘nin AB’ne giriş sürecinde nasıl bir etki yapacak olması
Bunlar çok bağlantılı konular değil ama şöyle bir durum var; halkın verdiği karara herkesin bir şekilde uyması gerekiyor . Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca AB’ye girme konusundaki en yüksek reform ivmesi sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanlığı döneminde gerçekleşti. Bugün bir takım eksik değerlendirmeler yapılıyor . Cumhurbaşkanımızı iyi tanıyan Avrupalı siyasetçilerle baş başa oturduğumda kendisinin bu ülkede ne büyük dönüşümler gerçekleştirdiğini , devrimci reformlara imza attığını ve buna şahit olduklarını söylüyorlar. Bir müddet sonra çıkıyorlar basın önünde Cumhurbaşkanımızın otoriter olduğundan bahsediyorlar . Ben de kendilerine bu çifte standartlarını söylüyorum. Bu Avrupa’nın içine düştüğü değerler krizini de açık bir şekilde gösteriyor
-Nedir bu değerler krizi?
Yanlış bir iş yaptılar. Avrupa’daki aşırı sağcıların Türkiye’yi kendi ülkelerinin iç politika malzemesi yapma şeklinde kurduğu tuzağa ana akım siyasetçiler de düştü. Esasında onlara söylediğim bir şey var. Siyasi matruşkanın tuzağı içindesiniz. Matruşkanın en üst kısmına Erdoğan düşmanlığını koydular. Onu kaldırdığınızda Türkiye düşmanlığı çıkıyor. Onu kaldırdığınızda altından göçmen düşmanlığı, islamofobi ve Yahudi düşmanlığı çıkıyor ama bütün bunu kazıyıp da en dibe baktığınızda göreceğiniz şey şudur. Avrupa düşmanlığı.
Gerçek niyetlerini burada saklıyorlar. Avrupa’daki merkez sağ siyasetçilerde uzun zamandır bu ırkçı akımlara karşı ciddi bir direnç yok bünye zayıflığı var. Zaman zaman ırkçılık antisemitizm gibi konulara girmeleri mümkün olmadığı için aşırı sağcılarla ana akım siyasiler Cumhurbaşkanımıza karşıtlık ve Türkiye karşıtlığı üzerinde buluştular.
-Şu anda ciddi bir faşizm rüzgarı var Avrupa’da. Seçimler olacak. Bunun Türkiye’ye yansıması nasıl olur?
Bu bahsettiğim süreç devam ederken ana akım siyasiler aşırı sağ akımların üslubunu kullandıkça aşırı sağ akımlara oy kaptırmama stratejileri işe yaramadı tam tersine aşırı sağ akımlar daha çok büyüdüler. Bu da bahsettiğimiz ırkçılık. Yabancı düşmanlığı faşizmle bulaşık bir ivme ortaya çıkardı ve bu pek çok ülkede bunlar üçüncü ya da ikinci parti durumuna geldiler. Örneğin Almanya için alternatif, üçüncü parti durumunda. işte Le Pen ikinci parti durumunda . Tabi bu Avrupa’nın geleceği değerleri açısından bir tehdit. Dolayısıyla Türkiye ile ilgili zorluk olarak bakmamak lazım. Türkiye ile zorluk dediğimiz konu aynı zamanda Avrupa’nın kendi geleceğini kurmasıyla ilgili bir sorun.
-Siz AB bakanı olarak enteresan bir şey söylüyorsunuz . AB’nin bize ihtiyacı var bizim AB’ye değil diyorsunuz . bunu ütopik bulan çevreler var
Birbirimize karşılıklı ihtiyacımız var. Kimse dünyadan bağımsız dünyadan kendisini soyutlayarak yaşayamıyor. Burada net görülmesi gereken bir şey var. Avrupa krizleri ne zaman fırsatı çevirdi? Genişleme politikasını doğru bir şekilde kullandığı zaman. Değerler Avrupası olarak belli bir coğrafya belli ülkelere ve belli etnik gruplara sıkışmadığı zaman. Ama şimdi Kıta Avrupa’sı sınırlarının dışına pek çıkamıyor Doğu Balkanlar’a genişleme konusunda bile bir sıkışıklığı var. Bu genişleme politikasını değerler temelinde ilerletememesi içerideki faşist akımları güçlendiriyor. Dolayısıyla AB yoluna bir değerler birliği olarak devam edecekse burada nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan demokratik bir sisteme sahip olan ve laik bir yönetim biçimine sahip olan Türkiye’ye doğru genişlemek zorunda.
Bu bakımdan şöyle düşünülebilir . Türkiye’nin ekonomik olarak AB ile ilişkileri birbirine çok bağlı ilişkilerdir ama değerler dünyası açısından bir değerler Avrupa’sının geleceği açısından da Avrupa’nın Türkiye’ye çok ihtiyacı vardır bu birincisi. Diğer bir konu şu ; bakın mesela son on yılda son elli yıldaki bir takım dünyayı değiştiren politik gelişmelere bunların hepsi Türkiye’nin yakın çevresindedir doğrudan Türkiye’yi etkileyen ya da Türkiye’nin etkilendiği meselelerdir.
-Mesela
İşte son SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni tablo. Suriye, Irak gibi konular bütün bunlar temelinde baktığımız zaman hepsini birlikte düşündüğümüz zaman bunlar Türkiye’nin yakın çevresinde ve Türkiye’nin doğrudan etki alanı içinde konular. Bütün bu çerçeveyi değerlendirdiğimizde göreceğimiz şey şudur. Türkiye açısından Türkiye’nin bu bölgedeki dış politikadaki etkinliği bölgesel bir güç o olarak tartışılmaz. Avrupa’nın her zaman söylediğimiz şey şu; gerçek bir küresel güç olması için Türkiye ile bu şekilde de bir entegrasyona ihtiyacı var.
- Peki bizim için AB olmazsa olmazımız mı?
Şöyle. Bunu söylediğimiz zaman diyorlar ki AB bakanı olarak siz AB’ye niye eleştirel yaklaşıyorsunuz ama temel bir şey vardır bu realitedir. Bir devlet için bir millet için hiçbir şey olmazsa olmaz değildir. AB için söylediğimiz şey de çok önemlidir bu bir stratejik hedeftir. Bizim dönemimizde AB üyeliği stratejik hedef haline gelmiştir. Dolayısıyla önemsediğimiz bu hedefe yaklaşmak için müstakil olarak bir bakanlık kurulmuştur AB ile ilgili. Ama dediğim gibi hiçbir şey devlet hayatı için millet hayatı için olmazsa olmaz değildir.
-15 Temmuz’dan sonra Avrupa’nın göstermiş olduğu o geç reaksiyon Ankara’yı kızdırdı. Sn. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere siyasi otoritelerden çok sert açıklamalar geldi... Ama gelinen süreçte AB ile ilişkiler sürecinde bir yumuşama mı var ?
Bizim oradaki duruşumuz ilkeli bir duruş. Tabii ki buradaki ilişkilerimizi karşılıklı olarak ilerletiyoruz ama çifte standartla karşı karşıya kaldığımızda tabii ki eleştiriyoruz. Sorduğumuz sorular var bu soruların net cevabı olması gerekir. Türkiye mesela bugün bütün fasılları açmaya hazırdır. AB ile ilgili bütün kriterleri yerine getirmeye hazırdır ama sadece Güney Kıbrıs’ın blokajı yüzünden şu kadar fasıl açılamıyor. Bu bizim sorunumuz değil olmaması gerekir aslında sınır sorunu olan bir ülkeyi Güney Kıbrıs’ı AB’ye almak onların hatasıydı. Şimdi bu hatanın bedeli Türkiye’nin önüne geliyor. Halbuki bu kendilerinin aşması gereken bir sorun çoğu kez de bu sorunun arkasına saklanıyorlar.
-Vize muafiyetinde de sıkıntı var
Nitekim 18 mart anlaşmasından sonra karşılıklı olarak varılmış olan bir mutabakat var. Biz bire bir anlaşmayı uygulayacaktık. Daha sonra ilerleme süreci daha canlı hale gelecekti. Bunların hiçbiri gerçekleşmiyor. Türkiye’nin gösterdiği bu fedakarlığa karşı teşekkürler diyorlar biz de teşekkürlerine teşekkür diyoruz ama bizim istediğimiz şey şudur. Somut taahhütlerin yerine gelmesidir. Bunu ötesinde değerler temelinde bir yaklaşım üretilmesini de bekleriz. 15 Temmuz darbe girişiminin sonrasında da bunu da göremedik. Burada mesele şu değil. AB’nin eksiklerini saymak ya da AB’nin yapması gereken ve yapmadığı şeyleri eleştirel bir dosya olarak sürekli gündemde tutmak değil. Burada hatırlattığımız şey şu; Avrupa’nın refahı, güvenliği ortak refahımız ve ortak güvenliğimizdir. Bunları gündeme getirirken ortak geleceğimizle ilgili yapılması gerekenlerin adını koyuyoruz.
Söylediğim bir şey var biz AB üyesi olmasak bile tarihsel olarak ve yapısal olarak bir Avrupa devletiyiz ve Avrupa demokrasisiyiz. Dolayısıyla Avrupa’nın güvenlik ve refahı ve bu bakımdan geleceği hepimizin ortak ajandasını oluşturuluyor. Bunların düzeltilmesi için çalışmalıyız.
-Türkiye olarak iyi niyetli bu açıklamaları yapıyorsunuz ama AB’nin gerçekten Türkiye’yi almak gibi bir niyeti var mı yoksa bizi el altında tutup denetlemek mi istiyorlar? Bunu bir tür sömürgeleştirme şeklinde mi yapmaya çalışıyorlar?
Bu kavramlarla yaklaşmak çok doğru olmaz. Burada şunu düşünmek lazım nihayetinde bu devletler arası ilişkilerdir bu büyük birliklerle devletimiz arasındaki ilişkiyi biz Türkiye’nin geleceği açısından kendi çıkarlarımız açısından kurguluyoruz. Burada çeşitli siyasetçilerden kendilerinin içindeki bazı siyasetçilerin niyetine dönük Türkiye’nin çok büyük, AB’ye girmesi konusunda bazılarında bir defans oluşturduğu Türkiye’nin stratejik öneminin aslında onlar açısından Avrupa içinde AB’ye girdiği zaman belirleyici bir rol oynayacağı ve temelinde belli yerlerde direnç oluşturduğu şeklinde yaklaşım var .Zaman zaman Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasının direnç oluşturduğu şeklinde de yaklaşımlar var. Ama biz bu yaklaşımların hiç birine mahkum olmadan bunları tabiî duyacağız ama bu yaklaşımları değerlendireceğiz ama hiçbir zaman da bu yaklaşımların mahkumu olmamak lazım.
Şöyle düşünmek lazım bazı çevreler de istiyorlar ki; Türkiye esasında bu sözleri duyarak reform politikasından ilerleme politikasından vazgeçsin. Bu en çok Avrupa’daki ırkçı çevreleri sevindirecektir. Bizim Avrupa’daki Türk varlığından Müslüman varlığından sorumlu bir tarafımız da var. Nitekim Balkanlar’daki barışla ilgili sorumluluklarımız var. Bu çerçevede baktığımızda meseleyi stratejik önemde görüp niyet okumaları dikkate alıp ama bunların da üstüne çıkan kendi milli çıkarlarımız açısından bir yaklaşımı sürdürmemiz lazım.
-Fransa’daki aşırı sağcı ulusal cephenin lideri Marine Le pen AB’nin öldüğünü ama bunu kendisinin bile bilmediğini söyledi. AB öldü mü gerçekten ?
Şimdi şöyle şeylerden bahsediliyor. Geçen yüzyılın yükselen kavramları demokrasi, insan hakları, özgürlükler olacaktı bu yüzyılın yükselen kavramları ise güçlü yönetim istikrar ve yeniden ulusüstü birliklerden ulus devletlerin daha güçlü olduğu bir dünyaya kayış olarak değerlendiriliyor.
Tabi bu şekilde çok kategorik yaklaşmamak lazım. Yani özgürlük, demokrasi, insan hakları bunlar sadece bir takım siyasi modeller olmanın ötesinde insanoğlunun idealleridir insanoğlunun arzularının yerine gelmesidir.
Özgürlük olmayan insan haklarının demokrasinin olmadığı hiçbir rejimde kimse yaşamak istemez. Dünya bir türbülansın içinden geçiyor yepyeni krizlerle karşı karşıyayız. İkinci dünya savaşı sonrası kurulan düzenin aynı şekilde devam etmeyeceği görülüyor. Reform ihtiyacı var. Peki reform olmazsa ne olur? Reform olmazsa doğru değerler temelinde ve stratejik yaklaşımla bir reform yapılmazsa o zaman le Pen gibilerinin daha güçlendiği bir Avrupa tablosuyla karşı karşıya kalırız. Ne diyor temelde AB bitmiştir diyor. Bizim için önemli olan entegrasyon değil asimilasyondur diyor. Ve göçmenlerin işte diğer insanların Fransız yaşam tarzı diye bir kategori belirleyerek bunun dışında kaldığını söylüyor.
Zaman zaman Türkiye’de de AB konusunda eksik değerlendirme yapan bazı çevreler AB bitmiştir gibi bir cümleden büyük bir memnuniyet duyabiliyorlar. AB bitmiştir diyenlerin kafasının arkasındaki şey Le Pen gibilerinde çok açık gözüküyor. Müslüman göçmen düşmanlığı, ırkçılık ve entegrasyon yerine asimilasyon. Dolayısıyla bitmiştir diyenlerin yerine koyduğu şey tasvip edebileceğimiz bir şey değil. Ama bu net bir şekilde realist bir değerlendirmeye de ihtiyaç duyuluyor. O zaman da gözüken şey şudur. Eğer AB dediğim temelde bu temel bir takım reformlara imza atmazsa o zaman bu Le Pen gibilerin ya da Hollanda Almanya’daki ırkçıların güçlendiği bir Avrupa ile karşı karşıya kalınacak. Sanki 2. Ve 1. Dünya savaşından hiç ders çıkarılmamış gibi yeniden devletlerin korumacılığa yöneldiği bir tablo çıkacak. Mesela bu sene enteresan bir tartışma izlendi. Trump’un başkan oluşundan sonra ABD’nin daha korumacı politikalar yöneleceği tartışılırken Çin Devlet başkanı Davos’ta küreselleşmeden yana olduklarını söylediler. Şimdi orada güzel bir cümle var. Çin Devlet başkanı tarafından ifade edilen çok doğru bir cümle. Ticaret savaşlarının kazananı olmaz diyor. Dolayısıyla bugün hem dünyada barışı sağlamak için hem de refahtan yetirince pay alamayan kesimlere refahı ulaştırmak için ticaretin küreselleşmesinin korunması çok önemlidir.
Bu küreselleşmeyse karşı çıkanlar nasıl çıkıyor. Aslında bugün AB sayesinde refahı elde etmiş ülkeler şimdi bu refahı başkalarıyla paylaşmamak, karşı sorumlulukları yerine getirmemek ya da kendi dışındakilere karşı sorumluluklarını yerine getirmemek için AB karşıtlığı yapıyorlar. Bizim bu tabloyu net görmemiz lazım. AB’nin bazı çifte standartlarına kızarken AB bitmiştir diyenlerin kafalarının arkasındaki amacı görmemiz lazım. O amaç karanlık bir amaç
-Çin dediniz. Şangay İşbirliği Örgütü konuşuldu bir dönem Sn. Cumhurbaşkanı işaret etti. Bir gün AB Bakanlığı Şangay İşbirliği Bakanlığına dönüşür mü? Çok mu iddialı bir soru?
Bu şekilde değil de Türkiye’nin dış politikası çok boyutlu bir dış politika. İktidara geldiğimiz andan itibaren Türkiye’nin varlık gösteremediği yerlerde Afrika’da çok sayıda büyükelçilik açtık. Latin Amerika açılımı yaptık şöyle prensibimiz var. Dünyadaki bütün örgütlerde olmamız lazım. Bazılarında üye olarak bulunuyoruz bazılarında gözlemci olarak bulunuyoruz. Bu çerçevede bütün bu alanlara bakmak lazım. Diğer bir konu da şu kuşkusuz; bizim pasifik bölgesiyle daha çok ilgilenmemiz lazım. Şimdi mesela nasıl bir tartışma yürüyor. Trump Trans Pasifik Ortaklık Anlaşmasını iptal ettikten sonra Avustralya Başbakanı ilginç bir açıklama yaptı. Dedi ki; Amerika olmazsa yerine Çin’i koyarız.
Amerikan başkanına şimdiki Başkan Trump’un yakın çevresindeki yaklaşım şu. TPP konusunda Çin’in Amerika’ya kurduğu bir oyun olduğundan bahsediliyor. O sebeple Amerika’nın buradan çıkması gerektiği söyleniyor ama buna karşı yine Trump’la aynı partiden olan Cumhuriyetçi senatör John McCain TPP’den ayrılmanın çok yanlış olacağını söyledi. Bütün bu tartışma bize neyi söylüyor? Atlantik’teki ticari hayatı siyasi hayatı ve bir takım ittifakları herkes tutarken aynı zamanda pasifikteki dinamizme de kimse sırtını dönmemelidir. Dolayısıyla Türkiye açısından da budur.
Türkiye Avrupa ilişkilerini koparacakta Şangay İş Birliğine yönelecek ya da pasifikle ilişki kurmak için Trans-Atlantik bağlantılarını koparacak diye bir şey yok.
Türkiye bulunduğu coğrafyada Türkiye’nin tam ortasına pergelin sabit ayağını koyun üç saatlik mesafede büyük potansiyeli var.
Bu arada Beyaz Saray’dan açıklama geldi... Amerikan Başkanı Donald Trump’ın NATO’nun kuruluş amacına uygun hareket etmediğini düşündüğünü ifade ettiler. NATO’da mı bitiyor?
Öyle değil tabi şöyle. NATO ile ilgili eleştirileri var. Bu sene Avrupa’da yine bu canlandı bir Avrupa ordusu kurulması ya da Avrupa’nın savunma misyonlarının tek bir komuta altında birleştirilmesi gibi güvenlik ve savunma temelinde bir yapı ortaya çıkması gibi . Bu olmadı hatta bu tartışılırken bile bunun NATO’ya alternatif olmayacağı açık bir şekilde ifade edildi. Dolayısıyla batı ittifakı açısından NATO merkezi yapısını kuruyor nitekim başkan Trump’un eleştirilerinin NATO’yu dışlamak ya da yok saymak anlamına gelmediğini yeni savunma bakanı ifade etti. Ama ihtiyaç duyulan şeyin şu olduğu anlaşılıyor. Soğuk savaş bittikten sonra NATO’nun yeni hedefinin işte bir takım “fundamentalist İslam” denilen bir takım yaklaşımlar olduğu söylenmişti. Tabi bunlar bu şekildeki yaklaşımlar dünyanın çeşitli yerlerinde başka travmalar yaratıyor. Yani terör örgütüne karşı olmak başka bir şey ama belli bir dinin adıyla anarak beli kesimleri hedef alması başka bir şey. Bu NATO’nun resmi politikası değil ama böyle şeyler söylendi.
Amerika açısından bakıldığında yeni yönetimin Avrupa’nın savunmaya daha çok pay ayırması elini taşın altına daha çok sokması niyeti görülüyor. Burada BM’den başlayarak AB, NATO gibi bu 20yy’ı tanımlayan büyük ulusüstü birliklerin önüne yeni reform ajandaları gelecektir. Bu sağlıklı reformlar ortaya koyulamazsa bu maalesef 2. Dünya savaşı öncesine dünyayı döndürecek bir takım reflekslerin daha da güçlü olması anlamına gelecektir. Aslında söylenen şeyin çoğu Cumhurbaşkanımızın söylediği cümlede ifadesi bulunan şeyin bir açıklamasına dönüşüyor Dünya beşten büyüktür
-Bunu biraz daha açar mısınız ?
Bakın mesela Suriye krizinde görüldüğü gibi biz Türkiye olarak içindeyiz. 1295 km’lik sınırımızda terör örgütleriyle savaşıyoruz . Bir sürü güvenlik riski ile karşı karşıya kalıyoruz ama buna karşılık BM Güvenlik Konseyi’nde bazı ülkelerin veto etmesiyle herhangi bir şekilde bir karar tasarısının geçmesi engellenebiliyor. Bu karar tasarıları oradaki bütün bir küresel inisiyatifi yansıtmıyor. BM’ye üye ülkelerin ezici çoğunluğunun kanaatini de yansıtmıyor sadece o beş ülkenin çıkarlarının bir şekilde kesişme noktasını yansıtıyor.
İkinci Dünya savaşı sonrasında böyle bir düzen ortaya çıkmıştır. O günün şartlarında ama bugün dünya çok değişti. Örneğin niçin herhangi bir şekilde bir İslam ülkesi BM Güvenlik Konseyinin daimi üyeliğinde yoktur ya da niye beş tane olsun bu sayı niçin daha fazla olmasın. Bütün bu açılardan baktığınızda bunun değerlendirilmesi gerekiyor. Bu reform ihtiyacı aslında çoğu kez ifade edilmiştir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanımızın dünya beşten büyüktür demesi dünyanın vicdanını, dünyanın aklını dünyanın o beş güvenlik konseyi üyesinin yansıtamadığı ama mutlaka yansıması gereken büyük çoğunluğunun talep ettiği reform ihtiyacının altını çiziyor. Kurumlar niye doğarlar? Kurumlar belli bir konjonktürde belli bir zaman diliminde stratejik olarak dünyadaki çoğunluğun arzusunu ifade eden bir düzenin kurulması için kurulurlar. Ama bir müddet sonra o çoğunluğun arzusunu yansıtamaz hale geldiklerinde reforma ihtiyaç duyulur. Eğer reformu zamanında ve kapsayıcı şekilde yapmazsanız o kurum ihtiyacı karşılayamaz ve o zaman kilitlenir
-Ortadoğu Birliğine nasıl bakıyorsunuz? Bugünkü konjoktürde bu mümkün mü? Doğabilir mi?
Bugün için hayal gözüküyor ama nedir burada düşünmemiz gereken şey bu kadar etnik çatışmaya ve mezhep çatışmasına bölünmüş bir dünyada özelikle dünyanın kalbini oluşturan Ortadoğu bölgesinde refahın ve barışın nasıl tesis edileceği konusunda kapsayıcı birliklere ihtiyacımız var. Bu da bugün açısından bırakın ulus devletleri yani mevcut devletleri yan yana getirmeyi mevcut devletlerin atomize olduğu küçük parçalara ayrıldığı etnik ya da mezhep temelinde küçük parçaların ortaya çıktığı bir yapıyla karşı karşıyayız.
Dolayısıyla birlik fikri ve birlik ideali yerine örneğin şöyle bir birlik fikri ortaya çıkabilirdi. Ortak Pazar oluşumu gibi ekonominin daha güçlü ilişiklerle sağlanması gibi sınırlara saygı duyan ama ekonomik ilişkiler karşısında sınırları alabildiğine şeffaflaştıran insanlar arasındaki ilişkilerde sınırları alabildiğine şeffaflaştıran bir yapı ortaya çıkabilirdi. Ama bugün için hayal.
Bu kadar büyük terör örgütleri varken bugün için bunu düşünmek çok realist olmuyor ama netice itibarı ile Ortadoğu dünyanın kalbidir. Ortadoğu’da huzur olmazsa dünyanın hiçbir yerinde huzur olmaz. Bu herkesi ilgilendirir. Ortadoğu’daki bir gelişmeye kimse sırtını dönemez dolayısıyla orada refahın nasıl daha çok üretileceği refahın nasıl daha çok paylaşılacağı güvenliğin nasıl üretileceği konusunda kuşkusuz çok güçlü tartışmalara güçlü fikir alışverişlerine ihtiyaç var. Ortadoğu tanımlaması batılılara göre bir tanımlama .Bizim açımızdan oryantalist bir tanımlama. Bizim açımızdan orta ya da yakın ya da uzak doğu temelinde bir tanımlama değil . Ortadoğu dünyanın kalbi bizim açımızdan.
Cumartesi günü İngiltere Başbakanı Theresa May Türkiye’ye bir ziyarette bulundu. Bu ziyaret önemli bir ziyaret. Siz İngiliz mevkidaşlarınızla da bir araya geldiniz. Bu anlamda Türkiye İngiltere ilişkilerinde farklı bir yere doğru gidiyoruz diyebilir miyiz? Bu bir mesaj mı? İngiltere önemli bir ülke
Aslında tabi Brexit kararı herkes için şaşırtıcı oldu ama halkın iradesine saygı duymak gerekiyor. Şu sık söylediğim bir şey var AB’den çıksa dahi İngiltere Avrupa’dan çıkmış olmuyor. Nitekim Avrupa’nın Atlantik’e açılan kapısı. Biz de Avrupa’nın aslında Pasifiğe doğru açılan kapısıyız. Biz de AB üyesi olmasak da yapısal olarak Avrupa devletiyiz ve yüz yıldır Avrupa demokrasisiyiz.
İngilizler tarihlerinden gelen özellikle de dış politika konusunda kıta Avrupa’nın merkezindeki bazı ülkelerin katılığına sahip değiller. Daha esnek ve zaman zaman da diğerlerinden farklı yaklaşım gösteriyorlar.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra da ilk ziyaret İngiltere’nin AB Bakanı tarafından oldu. Daha sonra Dışişleri Bakanı geldi. Geçenlerde Dış ticaret bakanını ağırladık ben yakında İngiltere ziyaretinde bulunacağım. Theresa May ile New York’ta önemli bir görüşme gerçekleştirmişti Cumhurbaşkanımız. Türkiye’ye gelmesini bekliyorduk. Bu ziyaret önemli bir ziyaret. Bu kadar dünyanın içine girdiği türbülansta İngiltere ve özellikle dış ticaret konularında belli konularda yapacağımız çok iyi iş birlikleri var. Şu net bir durumdur. Burada resmi sıfatımla çok konuşmuyorum ama benim analizime göre bazen şöyle bir yanlış yapılıyor. Küreselleşme ile neo-liberal politikalar ya da vahşi kapitalist politikalar özdeşleştiriliyor. Küreselleşme illa neo-liberalizm politikalar demek değildir. 1. Dünya Savaşı öncesi küreselleşmeyi inceleyenler o zaman ki küreselleşmenin şimdikinden daha fazla olduğunu söylerler. O zaman pasaportsuz olarak tüm dünyayı dolaşabiliyordunuz hiçbir ülkeye kayıt olmadan sermaye hareketleri yapabiliyordunuz. Bugün öyle değil. Bugün 19. yüzyıldaki o küreselleşmeden daha geride olduğumuzu söyleyen bazı analistler de vardır.
Küreselleşmenin bitmesi demek devletlerin korumacı politikaya yönelmesi demek ticaret savaşlarını korumacı politikalarla eşleşmesi demek dünyada yeni bir faşizm dalgasını ortaya çıkarır. Ticaret fazlası olan ülkeler ne yapacaklar bunu ya ticaret üzerinden tüketecekler tüketemezlerse savaş üzerinden tüketecekler.
İkincisi gelişmişlik farklarının ortadan kalkması için de küreselleşmenin imkânlarını doğru bir şekilde kullanmak gerekir. Kuşkusuz buna ahlaki boyut katılması gerekir eşitlik temelinde daha güçlü mekanizmaların oluşturulması gerekir ama geçen gün İngiliz Bakan arkadaşı ziyaret ettiğimde söyledim. Örneğin dedim Zimbabve’de köyde doğmuş bir kız çocuğu, bu kız çocuğu Türkiye’ye gelse Türkiye’de lisans okusa İngiltere’de yüksek lisans yapsa Hindistan’da iş bulsa bu ne sayesinde mümkündür küreselleşme sayesinde mümkündür. Tabi sağlık konusunda insanların iyi sağlık hizmetlerine ulaşması konusundaki fonların dünyanın vahşi kapitalizmin kara vicdanını aklayan bir takım yaklaşımları üretmiyor olması lazım. Bunların gerçek mekanizmalar olması lazım. Ahlaki temeldeki mekanizmaların çok güçlü siyasi kurumlara bağlanması lazım. Bunun farkındayız. Yoksa insanların sadece kirli ellerini temizlediği kara vicdanlarını temizlediği ya da kirli paralara botoks yapılan şey olmamalı bu yardım mekanizmaları ve benzeri konular. Daha doğru bir küreselleşmeye ihtiyacımız var. O sebeple de öteden beri dış ticarette bu küresel ilişkilerde önemli bir yeri olan ülkelerle kuşkusuz İngiltere olduğu gibi Amerika ile Çin ile benzer şekilde Almanya ve benzeri ülkelerle daha güçlü ilişkiler kurmamız gereken bir dönemden geçiyoruz.
-FETÖ meselesine dönersek hala daha Avrupa’dan meseleyi anlamadıklarına dair raporlar geliyor. Avrupa’nın 15 Temmuz’da veremediği o ilk tepkiler ve şuanda da geldiğimiz noktada hala daha Türkiye’yi anlamamış bazı çevreler var mı? Bu noktada sizin Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarından diğer bakanlıklardan istekleriniz oluyor mu?
Devletin imkanlarını kullanarak Avrupa ülkelerinde yerleşmiş bir örgüt FETÖ. Çeşitli devlet bürokrasisinin içine yerleşerek devletin imkanlarını kullanarak burada uzun yıllarda dayanan ilişkiler kurmuşlar. Nitekim bu son Cumhurbaşkanımızın seyahatinde görüldüğü gibi Tanzanya, Mozambik ve Madagaskar gibi yerlere uzanmışlar. İşte Asya içerisinde Kırgızistan gibi yerlerde güçlü etkinlikleri var Avrupa için de de var sadece Avrupa ile sınırlı değil o vicdan. Burada Türkiye gibi bir ülkeye bu örgüt bir işgal girişiminde bulundu .Bunun tehlikeli bir örgüt olduğunun altını çiziyoruz. Anlatılması gereken hususlar var. O sebeple çeşitli bakanlıklar devletin çeşitli birimleri çalışma yapıyor. Biz bakanlık olarak şöyle bir şey başlattık. Bunu Bern, Brüksel ve Londra’da yaptık diğer başkentlerde yapmaya devam edeceğiz.
Sivil toplum inisiyatifi başlatıyoruz .Gazetecilerin gazetecilerle konuştuğu akademisyenlerin akademisyenlerle konuştuğu işadamlarının işadamları ile konuştuğu bir hareket. Türkiye’nin sahip olduğu büyük potansiyelin doğru anlatılması şeklinde bir yaklaşım benimsiyoruz. Bizim devlet görevlisi olarak siyasetçi olarak söylemimizin dışında STK’ların işadamlarını akademisyenlerin gazetecilerin kanaatlerinin meslektaşları ile paylaşılmasının çok daha verimli sonuçlarını görüyoruz. Ama şunun anlatılması konusunda ısrarcı olmalıyız.
Karşımızdakiler anlamasa da zaman zaman hakikaten anlamıyorlar yani anlatmaya ihtiyaç duyuluyor. Zaman zaman da tabi Türkiye’nin menfaatine bir durum ortaya çıkmasın Türkiye’nin aleyhine bir durum olsun diye anlamamazlıktan geliyorlar. Ama bu konuda ısrarcı olmalıyız. Biz FETÖ gibi bir terör örgütüyle mücadeleyi birinci madde haline getirmezsek hiçbir kazanımımızı kalıcı hale getiremeyiz. Bakın Ak parti Türkiye’ye çok şeyler kazandırdı ama Allah korusun 15 temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı bunların hepsi sıfırlanırdı.
-En çok merak edilen sorulardan biri de tehlike bitti mi sorusu şüphesiz ki
Tehlike bitmemiştir bu konuda kuşkusuz devlet hayatının bütün ayarlarını bunlar bozmak istiyorlar. Ve bir takım şehir efsaneleri ile herkesi korku içinde yaşatmak istiyorlar. Bu şekilde paranoyaya düşmeye gerek yok. 15 Temmuz’da Türkiye başta halkımız olmak üzere kurumlarının nasıl güçlü olduğunu Cumhurbaşkanımızın nasıl önemli bir liderlik yaptığını göstermiştir. Başbakanımızın hükümetimizin aynı şekilde nasıl bir sağlam duruşu olduğu görülmüştür. En büyük iradede halkımızındır ama bu örgütün en büyük özelliği başka kimlikler altında uzun vadeli saklanabilme ve belli bir zamanlamaya göre hareket edebilme yeteneğidir.
Buna göre oluşmuş dolayısıyla bu konuda uyanık olma halini sürdürmemiz lazım. FETÖ söz konusu olduğunda aklımıza gelmesi gereken ilk cümle “su uyur düşman uyumaz” bu hassasiyet içinde olunması gerekir. İkincisi bunların asıl amacı nedir? Kendileri başarısız olduktan sonra Türkiye ekonomik olarak bir krize girsin, Türkiye’de demokrasi sakatlansın, Türkiye’nin dış dünyayla ilişkileri bozulsun ve Türkiye terörle mücadelede başarısız olsun. Tam tersine bu darbecilerin varlıkları kurumları ve şahısları ile mücadele edeceğiz. İkincisi de bunların amaçlarına ulaşmasını engelleyecek şekilde Türkiye’nin ekonomisini güçlendirmek terörle mücadeleyi daha güçlü şekilde yönetmek ve dış dünya ile olan ilişkilerimizi daha güçlü temellere oturtmak asıl bu darbecilerin kafasındaki ideolojik yapının yıkılmasının şartıdır.
-19 sene önce Sn. Erdoğan Belediye Başkanıyken başkanlık sisteminin gelmesi gerektiğini söylediniz. Tam paralellik gösteriyor mu o dönemle bu dönem arasındaki söylemleriniz?
Evet bana sorulan şey şuydu niçin Tayyip Erdoğan’a dava açıldı. Ben de iki gerekçe söyledim.
Birincisi tekrar İBB başkanlığı için çok güçlü bir aday. İBB Başkanlığı bazı odaklar tarafından bir kale olarak görülüyordu. Erdoğan gibi müesses nizama karşı, statükoya karşı halkın muhalefetini temsil eden birinin oraya ikinci kez yerleşmesini istemiyorlardı. Diğer bir konu da şu; Başkanlık meselesi. Türkiye’nin aslında çok derinden yürüyen ama hiçbir zaman sona ermemiş tartışmasıydı. O zamanda tartışılıyordu. Erdoğan gibi halkta güçlü karşılığı olan bir siyasetçi tehdit görülüyordu. Aslında bu tartışmayı 200 yıldır yapıyoruz. Meşruiyet tartışmaları yaptık. O zaman ki tartışmalara bakın. Meşruiyetle ilgili tartışmalar veya zaman içindeki sistem içindeki tartışmalar devletin nasıl kurtulacağı ya da devletin nasıl güçleneceği ile ilgili tartışmalar. Cumhuriyetin çok partili hayata geçmesinden beri de bu görüldü esasında.
Hep bize bizim çok iyi bir parlamenter sistem geleneğimiz var derler ama parlamenter sistem geleneğimiz yok. Başkanlık sisteminde de parlamento var. Parlamenter sistem her zaman sakatlandı. Darbelerle sakatlandı bir türlü yerleşmedi. Darbelerin ötesinde şöyle bir şey oluşturulmuştu. Bir takım Cumhurbaşkanlığı makamı sivil siyaset üzerinde bir vesayet kurumu. MGK sivil siyaset üzerinde bir vesayet kurumu. Nitekim kırmızı kitap denilen MGK siyaset belgesi anayasanın üstünde bir vesayet yazılımı olarak her zaman konumlandırıldı. Bunları yaşadık gördük. Dolayısıyla rejim tartışmasının kolaylıkla yapıldığı ve vesayet çıkarıldığı bir kültürün içinden geliyoruz.
Bir tek AK Parti döneminde parlamenter sistem düzgün işledi o yüzden de neredeyse AK Parti’yi kapatacaklardı. Kapatma davası açtılar.
-Peki düzgün işliyorsa neden Cumhurbaşkanlığı sistemine gerek duyuldu?
Bu çok net bakın. Burada aynı siyasal kültür içinden gelmiş bir Cumhurbaşkanı ve Başbakan söz konusu olduğu için bu çatışmalar olmuyor. Ama farklı siyasal kültürlerden gelmiş Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar söz konusu olduğunda bunu görüyoruz.
Nitekim yine aynı siyasal kültür içinden gelmelerine rağmen silah arkadaşı olmalarına rağmen Atatürk ve İnönü arasındaki tartışmaları da biliyoruz. Onlar bu tartışmaları devletin kabuğunu çatlatacak bir noktaya götürmediler ama ortada bir tartışmanın olduğunu hepimiz biliyoruz. Kimisi bunun dozuna az der kimisi çok der ama bu hep böyle olmuştur.
Cumhurbaşkanı halk tarafından seçildikten sonra bu zaten fiilen yarı başkanlık sistemidir halk tarafından seçilme kararı alınması bile. Nihayetinde Cumhurbaşkanı çıktığında ne söyleyecek halka bir şeyler vaat edecek. Rakip adaya karşı. Bu zaten fiilen bir hükümet sorumluluğu almaktır. Tarafsız ve sorumsuz Cumhurbaşkanını halka seçtireceksiniz neye göre halk karar verecek o Cumhurbaşkanı bir şeyler vaat etmek zorunda bir takım siyasi projeleri olmak zorunda. Kendi döneminde halkın hayatını daha iyiye gideceği konusunda bir takım fikirler söylemesi gerekiyor. Bütün bunlara baktığınızda fiilen tarafsızlık ve sorumsuzluk gibi kavramların aslında çalışmayacağını başka bir şekilde konumlandırılması gerektiğini görüyorsunuz. İkincisi bakın görüyorsunuz şimdi bu tartışmalar bize sürekli olarak içeride enerji kaybettiriyor.
Dünyanın biraz evvel de konuştuk yepyeni bir döneme girdiği bir noktada istikrar meselesini riske atamayız. İstikrar meselesini riske atarsak yani mesela şöyle; 15 Temmuz darbe girişiminde Türkiye’de bir koalisyon olsaydı hükümetin bir kısmı farklı şekilde düşünseydi ya da yeterince refleks veremeseydi büyük zaaflar ortaya çıkabilirdi. Nitekim koalisyon dönemlerinin Türkiye’ye nelere mal olduğunu görüyoruz.
Burada şöyle bir şey söyleniyor deniyor ki başka ülkelerde olmuyor ileri bazı ülkelerde örneğin Almanya’da koalisyon kültürü var ne yapalım bizde koalisyon kültürü yok olmayan bir şeyi laboratuvarda mı yetiştireceğiz?
- İki ay sistem değiştirme tartışmaları için kısa bir süre diyerek eleştirel yaklaşımlar geliyor?
Birincisi biz sistem değişikliğini iki yüz senedir tartışıyoruz ikincisi bakın çok beni şaşırtan bir şey oldu. İyi ki bunu sordunuz. CHP’nin bir milletvekili çıktı. Anayasayı değiştirecek meclis kuralım. 2011’den sonra sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakan olarak talimatıyla benim başkanlığımda bir heyet partileri ziyaret ettik biz. Bütün partilere yeni bir anayasa için gelin çalışma başlatalım dedik. Bizim çalışmalarımız 2007’den beri devam ediyor ama gittiğimizde dört partiye de bir komisyon kuruldu. O komisyon uzlaşma komisyonu olarak bilinir kamuoyunda çalışmadı. Yani konu yeni değil.
Bu meclisin anayasa yapma hakkı var mıdır yok mudur denilerek biz de şunu söyledik bu Meclis’in görev gününün son dakikasına kadar anayasa yapma hakkı vardır diye. Bir kere biz anayasa için ayrı bir meclis kuralım demek TBMM’nin anayasa yapma iradesini tanımamak demektir bu vesayetçi bir yaklaşımdır.
İkincisi bütün bu uzlaşma komisyonları olmamış gibi iki ayda bu sistem değişikliğini nasıl yaptınız ya da gelin bir daha bir şey kuralım Meclis kuralım. Bakın Türkiye 200 senedir bu meseleyi tartışıyor hele son on yılda. Bu günlerde çıkıyor Rahmetli Özal’ın Demirel’in Erbakan’ın Türkeş’in açıklamaları başkanlık sistemiyle ilgili bu hep kaynamıştır. Ben kahin değilim 19 sene evvel niye Türkiye’nin esas gündeminin başkanlık sistemi olduğunu ve Cumhurbaşkanımızın o zaman belediye başkanı iken burada favori olduğunu söyledim
- Ama sizi tebrik etmek gerek yine de. Büyük bir vizyon bu.
Siyasetin derinden kaynayan tartışmasının bu olduğunu ben siyaset bilimci olarak siyaseti gözlemleyen biri olarak bir kişi olarak işte 20’li yaşlarımda biliyorum o zaman söylediğim bir laftır analizdir o kahin değilim. Burada şu olsaydı çok iyi olurdu. Bunu açık ve net söyleyeyim. Bana derseniz ki Türkiye’nin en büyük ihtiyacı nedir? Sağlıklı demokrat sivil siyasete inanan bir Ana muhalefet partisine ihtiyacı vardır. Bizim demokrasiye ve sivil siyasete inanan halka güvenen bir ana muhalefet partimiz yok. Keşke böyle olsaydı yani bir iktidar partisi mensubunun iyi bir muhalefet olması demesi çelişki gibi gözükebilir ama ben bunu özgüvenle söylüyorum keşke bizim karşımızda daha zinde bir rakip olsaydı. Ama bunun yanında diyoruz ki peki başkanlık sistemini beğenmiyorsunuz parlamenter sistemi savunuyorsun o zaman parlamenter sistem ile ilgili bize modern bir teklif getir onu da yapamıyorlar. Sürekli olarak Türkiye’yi eskide yaşatmak eski Türkiye’nin son vesayet belgesini ortaya çıkarmak şeklinde bir şey önümüze getiriyor bundan bir türlü vazgeçemiyorlar.
-Tek adam otoriterleşme eleştiriler var
Şu anda cumhurbaşkanımızın yetkileri yeni düzenlemeden daha fazla. Şu anda icranın başıdır ve inanılmaz yetkilere sahip üstelik sorumsuzdur üstelik vatana ihanet dışında hiçbir konuda yargılanamaz. Halbuki yeni düzenlemede yargı yolu açılıyor her yaptığı işlemden sorumlu olacak.
Burada ki mesele şudur bir şeye karar vereceğiz devletin sahibi halk mı değil mi? Burada amalı cümle kimse kuramaz bakın burada siyasi iki yüzlülüğün kilit kelimesi ‘ama’dır. Biz diyoruz ki devletin sahibi halktır birileri diyor ki devletin sahibi halktır ama ondan sonra başlıyor bir takım gerekçeler.
- Egemenlik milletten alınacak diyor CHP? Bu söylemlerinde neye dayanak yapıyorlar?
Öyle bir şey yok. Kim seçecek hükümeti yani başkanı? Kim seçecek? Başkan hükümet demek. Seçilen Cumhurbaşkanı da işte bakanları yardımcılarını atayacak atanmışlar olacak, seçilmişler olmayacak. Bu tabi biraz bilgisizlikle ilgili bir şey. Örneğin ne oluyor şimdi Amerika’da başkan kendi kabinesini atıyor. Başkan orada neyi temsil ediyor hükümeti temsil ediyor dolayısıyla bizde nasıl oluyor şu anda hükümet dolaylı meşruiyete sahip oluyor. Bu ne demek önce milletvekillerini seçiyor meclis çoğunluğu içinden de hükümet çıkıyor bu dolaylı meşruiyettir. Bizim getirdiğimiz Cumhurbaşkanlığı sisteminde doğrudan meşruiyet söz konusudur. Başkanı onunla birlikte hükümete yetkiyi doğrudan millet veriyor parlamentoyu da doğrudan millet seçiyor. Burada siyaset felsefesi açısından tartışma yapacaksak yapalım. Açık mesele net.
- Tek adam eleştirisi de var
Tek adamlık meselesi ben söylemiyorum bakın tek adamların otoriter figürlerinin temel özelliği vardır. Halkına karşı tankın arkasına saklanır onlar. Bizim Cumhurbaşkanımızsa 15 Temmuz’da tankın ve savaş uçağının önüne halkından önce çıktı halkıyla birlikte çıktı. Şimdi de basit bir şey söylüyor. Diyor ki; benim Cumhurbaşkanı olacağıma benim hükümet kurup kurmayacağıma ya da benim rakibimin Cumhurbaşkanı olup olmayacağına halk karar versin diyor bu kadar basit. Tek adamlık nerede olurdu halk karar vermesin dediğinde olurdu. İstiyorlar ki halk bir şeylere karar versin ama kafalarının arkasında şu var. Halk yeterince onlar açısından olgunlaşmadığı için sürekli yönlendirilmesi gereken bir kitle olduğu için halkın verdiği kararın doğru olup olmadığına da yukarıda bir politbüro karar versin. Tek adam rejimi diyenlerin açık ve net söylüyorum siyaset felsefesi açısından savundukları şey politbüro felsefesidir. Demokratik bir yaklaşım değildir. Halkın doğru karar veremeyeceği doğru kişiyi seçemeyeceği halkın sürekli olarak bir vasiye , ebeveyne ihtiyaç duyduğunu düşünen bir politbüro mantığıdır.
Bu politbüro mantığını CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bütün sözlerinde bir yazılım olarak görüyoruz. Şöyle bir şeyden bahsederlerdi. Egemenlik Kayıtsız Şartsız Millete aittir lakin millet bu egemenliğini Cumhuriyet halk Fıkrası eliyle kullanır şeklinde bir mantık bu. Bunu benzerinin Sovyet anayasasında olduğunu söylerlerdi. Egemenlik kayıtsız şartsız Sovyet halklarına aittir ama Sovyet halkları egemenliği politbüro eliyle kullanır gibisinden bir yaklaşım.
Burada bir takım eleştirileri varsa eleştiriden çekinmemek lazım. Hiçbir sistem mükemmel değildir. Eğer denetleme konusunda başka konularda eleştirileri varsa o zaman problem şu elinizi taşın altına sokaydınız uzlaşma komisyonunu kilitlemek yerine bu önerilerinizle yola çıksaydınız parlak bir siyasal düzeleme getirseydiniz. O zaman uzlaşma komisyonunda şu imkan var mıydı vardı. Dört partinin de eşit temsil edildiği ortaya konulacak bir metnin kabul edileceği bir şey var mıydı vardı. Cumhurbaşkanımız bu uzlaşma komisyonunun çabalarına ne kadar önem verdiğini söyledi. Hatırlayınız daha sonra uzlaşma komisyonunda elli civarında bir madde üzerinde uzlaşılmıştı. Gelin bunları geçirelim dedi. Burada tek adam dedikleri kişi o uzlaşma komisyonunda dört partinin ortak bir anayasa çıkaramasalar bile uzlaştıkları o elli maddenin anayasanın o şekilde değiştirilmesini söyledi ona da yaklaşmadı CHP.
CHP’yi ve HDP’yi yeni tartışmalar yapmaya davet ediyoruz. Tek adam tartışması, eksen kayması tartışması önce Batı’da çıkıyor altı ay sonra bunlar ithal ediyorlar. Bunlar orijinal laflar değil tüketilmiş laflar. Yani hakikaten derinlikli bir fikir yapısı derinlikli bir yaklaşım bekliyoruz CHP’den ama umutsuzca.
Federalizmi de açalım mı? Üniter devlet tehlike altında argümanını Chp’nin referandum kampanyalarında göreceğiz.
Federalizm meselesi bu devletlerin kuruluşu ile ilgili bir şeydir. Burada da pek çok hata yapılıyor örneğin ABD kurulurken zaten ayrı federe devletlerin ortak iradesiyle kuruldu o zaman hatta belli federe devletler belli miktarda arazi vererek Washington’un kurulmasını sağladılar. Orada kurucu idare zaten başta federe devletler olduğu için o federe devletler genel idare yetkilerini Washington’a devrettiler. Baştan bu şekilde olduğu zaman böyle bir federalizm yapısı ortaya çıkıyor. Örneğin İngiltere’de farklı farklı devletçikler olsa da oraya federe devlet diyemiyoruz orası aslında üniter devlettir. Niye geçen de bir TV yorumcusu bir şey söyledi çok şaşırdım İngiltere için federal devlet gibi bir şey söyledi. Orada da ayrı ayrı devletler olduğu için ABD’deki eyaletlere benzetip bu analizi yaptı ama doğru değil.
Orada ABD’de tek tek federe devletler yetkilerini bir üst iradeye devrediyorlar halbuki İngiltere’de çeşitli devletçiklere yetkiyi merkezi irade veriyor. Dolayısıyla oradaki merkezi iradenin yetkisi çeşitli devletler tarafından oluşturulmuş bir yetki değil. İskoçya’ya verdiği yetki ya da Kuzey İrlanda’ya verdiği yetki merkezi iradenin kendi yetkisi. Oradaki merkezi irade bir takım parçaların bir araya gelmesiyle oluşmuş değil tam tersine bir takım parçalara o yetkiyi veren merkezi idare olduğu için üniter devlet olarak adlandırıyoruz. Buradaki şey şu; bunlar aslında bir takım federe devletler idari ya da bir takım siyasi ihtiyaçlarla ilgili olarak ortaya çıkar.
Bizim demokrasimiz açısından bir federe devlet yapılanmasına ihtiyacımız yok. İdari yapılanma açısından da buna ihtiyacımız yok. Dolayısıyla şu anki üniter devlet yapısı demokrasimizin de sağlıklı işlemesi bakımından bizim değerlendirmemize göre isabetlidir. Bu çerçevede bakmak gerekir. Bunun tersini savunanlar başka yerlerden alıp kopyalayarak bu şekilde bir noktaya getirmeye çalışıyorlar ama o yaklaşımlar doğru değil.
Tek Millet Tek devlet Tek Bayrak bu vurgu hükümetin kırmızı çizgisi değil mi zaten? MHP seçmenini biraz daha etkilemek adına mı yapıyorlar bu tartışmayı?
MHP seçmenini tedirgin etmeye çalışabilirler AK Parti seçmeni de çok tedirgin olur bundan tabii ki .Orada da tek millet kavramını da mesela totaliter bir yaklaşım herkesi tek tipleştiren herkesi düzleştiren birbirine benzeyen bir yaklaşım olarak görüyorlar hayır biz diyoruz ki bütün farklılıklarımıza rağmen farklı kültürlerimize farklı kimliklerimize farklı yaklaşımlarımıza rağmen kaderdaşız, tarihtaşız ve ortak vatandaşız. Bu şekilde kaderdaş, tarihdaş , duygudaş ve vatandaş şeklinde bir şey yoksa bu kimsenin farklılığını yok etmek değil ama şunun da altını iyi çizmek gerekir yine bir takım ezbere konuşmalar yapılıyor gece gündüz .Bizi birbirimizden koparan bir radikalleşmeye dönüştürmeye çalışıyorlar. Farklılıklar ne zaman kıymetlidir ortak bir çatının altındaysak farklılıklar kıymetlidir. Ama ortak bir çatıyı yok ediyorsa farklılıklar birbirinden radikalleşerek uzaklaşıyorsa o zaman Irak’ta Suriye’de gördüğünüz gibi tablo olur. Ona da çoğulculuk denmez o bir çoğunluluk olur. Çok şey yan yana ama hiç bir şey üretemiyor. Biz çoğulculuk temelinde tek milletten bahsediyoruz. Yoksa herkesin ne tek başına düzleşmesinden bahsediyoruz farklılıkları yok eden ne de farklılıkların radikalleşerek tarihdaşlığı ,kaderdaşlığı , duygudaşlığı bu vatandaşlık duygusunu yok ettiği bir kutuplaşmadan bahsediyoruz. Bunun doğru anlaşılması lazım.
-15 Temmuz’dan sonra idam konusu gündeme geldi tabii akabinde AB müzakereleri devreye girdi... AP başkanı Martin Schulz “İdam gelirse AB müzakereleri durur” dedi. Önümüzdeki günlerde idam tartışmaları yeniden gündeme gelecek mi?
Burada tartışmanın ortaya çıkmasının sebebi şu. Esasına bakarsanız 15 Temmuz darbe girişiminden sonra vahşi darbe girişimiyle karşı karşıla kalmış milletimizin son derece doğal isteği bu. Dünya tarafından yalnız bırakılmış kendi ordusundaki bazı kişiler tarafından üniformasına layık olmayan bir takım katiller tarafından bir katliam işgal girişimi ile karşı karşıya kalmış. Bu bir tepki olarak ortaya gelmiş. Dolayısıyla her siyasetçinin görevi halkın yaklaşımını dikkate almaktadır. Buradaki mesele şununla ilgili bir meseledir tartışma yapılsın yapılmasın meselesinden ziyade halkın talebi olarak bu gündeme geldiği anda siyasetçi buna dikkat eder. Bunu dikkate alır.
-Siz Ömer Çelik olarak idam yasası geri gelsin der misiniz?
Dediğim gibi tartışmaları izleyelim