AB kapısında bir utanç hikâyesi: Türkan...

AB kapısında bir utanç hikâyesi: Türkan...
T24 – Hüseyin Akkaş  [email protected]“Sendikaya üye olmak serbesttir. Hiç kimse sendikaya üye olmaya veya olmamaya zorlanamaz.” Sendikalar Kanunu'nun 22. maddesi böyle diyor. “İşçiler, sendikaya üye olmaları veya olmamaları (…) nedeniyle farklı muameleye tabi tutulamazlar.” Bu ifadede aynı kanunun 31. maddesinden alındı. “İş akdinin feshinde sendika üyeliği geçerli neden değildir.” İş Kanunu'nun 18. maddesinde de böyle yazıyor. “Sendikal haklar önündeki sınırlamaların kaldırılması yoluyla sendikal özgürlüklerin önünün açılması, ilerleme raporlarında müteaddit defalar dile getirilen elestirilerin giderilmesi amaçlanmaktadır.” Yukarıda ki satırlar da, Türkiye'nin, tam üyelik müzakereleri yürüttüğü Avrupa Birliği'ne “Sosyal Politika ve İstihdam” başlığı altında taahhütte bulunduğu belgeden alındı. 46 yaşındaki Türkan Albayrak'ın mücadelesi, örgütlenme hakkı ve özgürlüğünün, Avrupa Birliği kapısında verilen taahhütlerin Türkiye'de nasıl büyük bir utanca dönüştüğünün hikâyesi olarak 70. gününe girdi. 'Ne olursa olsun, mücadeleye devam'  2 çocuk annesi Albayrak, sendikaya üye olduğu gerekçesiyle işten çıkarıldığı Paşabahçe Devlet Hastanesi'nin bahçesine kurduğu çadırda eski işine geri dönebilmek için mücadele veriyor. Bu mücadeleyi herkes duysun diye de neler yaşadığını yazıp blogunda yayımlıyor. Günlüğünün son cümlesi hep aynı cümleyle bitiyor: Ne olursa olsun, mücadeleye devam edeceğim... Çorba kaynatmak için evinden getirdiği piknik tüpü, mücadelesine destek vermeye gelen dostlarına çay ikram ettiği bardakları ve geceleri uyuduğu çadırıyla kurduğu "direniş evi"nde taşeron şirketlere bağlı olarak çalışmak zorunda kalan işçilerin ne koşullarda yaşadığını anlatmaya çalışıyor. Basının ve kamuoyunun ilgisinden memnun görünen eski temizlik işçisi Albayrak, "70 gün geçmiş, inanamıyorum sanki 6 gün gibi" diyor. 'Buradan gitmem, bahçede oturacağım' Albayrak, hastane merdivenlerini çıktıktan hemen sonra ulaşılan kapısız 'ev'inde hikâyesini bir kez daha anlatıyor: "Daha iyi koşullarda nasıl çalışabiliriz diye mesai arkadaşlarımla sohbet ediyorduk. Sendikaya üye olup hak ettiğimiz gibi çalışmak istedik. Hastane yönetimi sendikaya üye olduğumuzu öğrenince önümüze bir sözleşme koydu. İşe başlangıç tarihinin bu yıl olduğu bir kâğıt. İmzalamayacağız dedik, baskılar başladı. 'Maaş vermeyiz, izin vermeyiz' dediler. Kimimiz baskılara dayanamayıp sözleşmeyi imzaladı. Ama ben kararlıydım. O sözleşmeyi imzalamayacağım. 8 Temmuz 2010'da işten çıkarıldım. İlk tehditler gelmeye başladığında müdür yardımcısına 'Beni işten çıkartabilirsiniz ama ben buradan gitmeyeceğim bahçede oturacağım' demiştim. 70 gündür de bahçede oturuyorum." 'Çadırın üstüne oturdum, polisler çadırla birlikte beni sürükledi' Kısa bir süre sustuktan sonra tekrar başlıyor anlatmaya: "Çadırı kurup burada yaşamaya başladığım ilk günlerde sürekli polis gelip taciz ediyordu. 'Ne yapıyorsun burada, buraya çadır kurman yasak' diyorlardı. 27. günümde polis zabıta ekibiyle birlikte geldi. Sabah 10:00 civarıydı. Kalabalığı ve benim direneceğimi görünce çekip gittiler. 31. günümde sabah 05:00 sularında ortalıkta kimse yokken geldiler. İki kişiydik, çadırı vermemek için epey uğraştık. Çadırın üstüne oturdum. Çadırla birlikte beni de sürüklediler. 40 kişiye daha fazla direnedim. Çadırımı aldılar götürdüler. Ben yeni bir çadır bulup tekrar kurdum. Pankartları hazırladık. Daha sonra avukatım zabıta müdürlüğüne gidip konuştu. Sürükleyerek götürdükleri çadırımı kendi arabalarıyla geri getirdiler." 'En çok zoruma giden suyumu dökmeleriydi' Sesi çatallaşıyor, yutkunuyor ve devam ediyor anlatmaya: "En çok zoruma giden polislerin suyumu dökmesiydi. Biz görevimizi yapıyoruz, diyorlardı ama suyumu dökmeleri görevleri değildi. Güvenlik görevlileri buraya müthiş bir kinle gelmişlerdi." Çadırı kaldırmak çözüm olmayınca Albayrak'ın 'direniş çadırı'na bir daha da kimse gelmemiş. Çardak altında koyu sohbete dalanlar "öğle yemeğinde bari röportaj verme" deyip Albayrak'a takılıyorlar. Olan biteni anlatırken ziyaretçilerin ardı arkası kesilmiyor. Gelenler "iyi" bir haber alma umuduyla "nasılsın" deyip çardağın altına konuşlanıyor, gidenler de "yarın hayırlı haberler verirsin inşallah" diyerek direniş çadırından ayrılıyor. 'İlk işten çıkarılışı değil' "Piramit" adlı taşeron şirkete bağlı çalışırken işsiz kalan Albayrak sohbet esnasında, bunun ilk işten çıkarılışı olmadığını anlatıyor. Albayrak, Türk Telekom'un Gayrettepe'deki binasındaki işinden de "sendikal faaliyetleri" nedeniyle çıkarıldığını söylüyor. İşe iade davasını kazanan Albayrak, ilk davasının sonucunu evde beklediğini, ancak bu kez aynı yolu izlemek istemediğini, "taşeronluk sistemine neden karşı olunması gerektiğini herkese anlatabilmek için çadırı kurduğunu" söylüyor. 'Taşeronlaştıkça hijyen de azalıyor' Hemen soruyorum... Nedir anlatmak istediğiniz? "Kamu kuruluşları sürekli taşeronlaşıyor, hastaneleri ele aldığımızda, sağlığa verilen hizmet azalıyor. Asgari ücretle çalışan bir temizlik işçisi ne kadar hijyenik temizlik yapabilir ki? 500 lirayı alıp gününü geçirmeye çalışıyor. Ben çalışırken arkadaşlarımla en çok tartıştığım konu buydu." İşçi emeklisi annesi, çocukları ve çadırda yanından ayrılmayan eşi, Türkan Albayrak'a desteklerini esirgemiyor. 'Çadırı görenler artık garipseyerek bakmıyor...' "Kış geliyor soğuk hava şartlarına dayanamaz çeker gider diye düşünüyorlar, ama gitmeyeceğim. Ben bu bahçeyi işe geri dönmeden terk etmem" diyerek kararlılığını vurgulayan Albayrak, "Çadırın önünden geçen hastane personeli, hasta ve hasta yakınları ilk başlarda garipseyerek bakıyordu. Zamanla alıştılar, ben de alıştım" diyor. Türkan Albayrak, bir zamanlar beraber çalıştığı arkadaşlarıyla molalarda çay içtiği bahçede 9 Temmuz 2010'dan bu yana sadece işine dönebilmeyi amaçlamıyor. Türkan, Türkanlar "çalışma ve örgütlenme hakkı"nın mücadelesini veriyor.