Ergin Yıldızoğlu
Çin'de beddua edildiğinde söylenen cümlelerden biri "İlginç zamanlarda yaşayasın". Gerçekten de çok ilginç ve bir o kadar da tehlikeli zamanlarda yaşıyoruz.
Dünyanın ekonomik, siyasi ve güvenlik mimarisi istikrarını kaybediyor. Bu mimari giderek ABD ve Çin arasındaki gerginliklerin, rekabetin üzerinden yeniden şekillenmeye başlıyor.
ABD'de Trump yönetiminin Çin'den gelen mallara ek ithalat vergileri koyarak bir anlamda ticaret savaşı başlatması iki ülke arasındaki gerginliklerin arttığına işaret ediyordu.
Washington'un talebi üzerine, Çin'in en önemli teknoloji şirketi Huawei'nin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Ren Zhengfei'nin bir gün yerine geçmesi beklenen kızı, şirketin finans müdürü Sabrina Meng Wanzhou'nun Kanada'nın Vancouver Havaalanı'nda, Hong Kong'tan gelerek Meksika'ya gitmek üzere uçaktan indiğinde tutuklanması büyük bir diplomatik sarsıntı yarattı.
ABD, Huawei'nin İran'a konan ambargoyu deldiğini iddia ediyordu.
Çin yönetimi çok sert sözlerle tepki gösterdi, Wanzhou'nun hemen serbest bırakılmasını talep etti. Başkan Trump'ın, "Çin ile ABD arasında kapsamlı ve tarihsel bir ticaret anlaşmasının yapılmasını kolaylaştıracaksa devreye girebileceğini" söylemesi, yasal bir olaydan daha çok, siyasi bir satranç hamlesiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu.
TIKLAYIN - 2019'da küresel ekonomik beklentiler: Resesyon ve kriz kaygıları ne kadar haklı?
South China Morning Post gazetesinin "Çin yorumcusu" Cary Huang'a göre, Batı'nın 5 büyüklerinin (ABD, Kanada, Fransa, Almanya, İngiltere) istihbarat örgütleri Çin'in teknolojik gelişmesini, bu kez özellikle iletişim teknolojisi 5G'de dünyada liderliğe oynayan Huawei üzerinden engellemeye çalışıyorlardı. İki gün sonra, son APEC (Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Zirvesi) üzerine yazarken, Huang, "Bir savaş yönünde ilerlemekte olan ABD ve Çin arasında sıkışan Asya artık güvenli bir yer değil" diyecekti.
Çin'in, ekonomisini piyasa ilişkilerine açmaya başladıktan, özellikle Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olduktan sonra, giderek liberal dünya düzeniyle yalnızca ekonomik değil siyasi olarak da bütünleşmesi bekleniyordu. Şimdi Çin liberal ekonomik düzeni sorguluyor, ABD ile Çin arasında bir savaş olasılığından söz ediliyor.
Deng Xiaoping, Çin toplumunu piyasa ilişkilerine, dünya ekonomisine açmaya başlayan politikalarını, 40 yıl önce, Aralık 1978'de açıklamıştı. O günden bu yana köprülerin altından çok sular aktı.
Soğuk Savaş bitti, "ABD liderliğinde tek kutuplu bir dünya", bir "ABD İmparatorluğu" projesi ve yeni bir "küreselleşme" dönemi başladı. Sonra 2001'deki 11 Eylül saldırısı ile Afganistan ve Irak savaşları; ABD imparatorluğu projesinin, tek kutuplu dünyanın, 2008 mali krizi de küreselleşme döneminin bittiğini haber veriyordu.
Artık dünyanın ekonomik merkezinin Doğu'ya kaydığından, buna bağlı olarak, özellikle 2008 mali krizinin ardından yerleşen uzun durgunluk içinde Çin'in yeni bir siyasi merkez olarak yükselmesinden söz ediliyordu. Gerçekten de bu yeni dönemde, Çin kendi ekonomik ve siyasi gereksinimlerine uygun yeni ve farklı bir küreselleşme geliştirmeye, ABD liderliğinde gelişmiş küreselleşme sürecini kendi gereksinimlerine göre dönüştürmeye başlamıştı.
Bugünlerde, Çin'in dünya ekonomisinde gittikçe artan, yayılan ekonomik gücüne paralel siyasi ve kültürel etkisinin altına giren ülkelerin sayısının da artmakta olması, teknolojik gücünün etkisiyle askeri kapasitesinin giderek gelişmesi, yalnızca kendi bölgesindeki ülkelerde değil, kabaca "Batı" olarak tanımlayan ABD ve Avrupa ülkelerinde de kaygı yaratıyor.
Deng Xiaoping "reformlarının" 40. yılında, "Soğuk Savaş" bittikten, yaklaşık 30 yıl sonra, Çin "hegemonyasından", Çin "emperyalizminden", ABD ile Çin arasında ikinci bir Soğuk Savaş'ın gelişmekte olmasından, hatta askeri çatışma olasılıklarından söz ediliyor.
Çin ekonomisi Xiaoping reformlarından 2007 yılına kadar yılda ortalama yüzde 9,5 büyüdü. Mali krizin patlak verdiği 2007 yılında Çin'in büyüme hızı yüzde 14'ün üstündeydi.
Mali krizden Çin'in ekonomisinin de etkilendiğini ve büyüme hızının yüzde 7 düzeyine gerilediğini görüyoruz. Yine de aynı dönemde gerek dünya ekonomisinin gerekse de gelişmiş ülkelerin derin bir resesyona girdikleri, ardından da düşük büyüme trendine oturdukları göz önüne alınırsa, Çin'in hala baş döndürücü bir hızla büyümeye devam ettiği söylenebilir.
Reformlara başladığından bu yana Çin 800 milyon insanı yoksulluk sınırının üzerine çıkartmış.
Çin'in toplam ihracatı reformlardan bu yana 1979'da 13.5 milyar dolardan 2006'da 969 milyar dolara, 2017'de 2,1 trilyon dolara çıkmış. Aynı dönemin başında dış ticaret dengesi 2 milyar dolar açık verirken, 2017'de 489 milyar dolar fazla veren bir düzeye gelmiş.
Çin'in dünya ticareti içindeki payı da sürekli artmış; toplam ihracat içindeki payı, 1983'te yüzde 1 düzeyinden 2017'de yüzde 13,5'e yükselmiş. Aynı dönemde, ABD'nin toplam küresel ihracat içindeki payı yüzde 11,2'den yüzde 9'a gerilemiş. Böylece Çin dünya ihracat klasmanında birinci sıraya yerleşmiş (Dünya Ticaret Örgütü'nün 2018 verileri).
Bu hızlı büyüme trendinin ardından, IMF hesaplarına göre, Çin'in milli gelirinin ABD milli gelirini, satın alma paritesi hesabıyla, 2013 yılında yakaladığı ve geçtiği gözlemlenirken, cari fiyatlarla ölçüldüğünde 2030'da yakalayacağı tahmin ediliyor.
IMF verilerine göre, Çin dünyanın en büyük imalat sanayine, en büyük döviz rezervlerine sahip ülke konumuna ulaşmış.
Baş döndürücü hızla büyüyen Çin ekonomisinin enerji, hammadde, gıda malları gereksinimlerinin hızla arttığı, ithalatının, toplam küresel ithalatın yüzde 10'una ulaştığı görülüyor.
Çin'in gerçekleştirdiği, hızlı ekonomik büyüme içinde 2006 yılında 893 milyar dolardan 2015'de 2,6 trilyon dolara çıkan brüt katma değerin getirdiği kaynaklar, teknolojik gelişmeleri özellikle, bilgisayar, bilişim alanlarında, haberleşme, istihbarat, izleme, denetleme, savunma, uzay araştırmaları sektörlerinde hızlandırmış.
Örneğin, 2016, 2017 ve 2018 yıllarından dünyanın en hızlı bilgisayarları yarışını Çin kazanıyor. Yakın zamana kadar Batı kaynaklı yazılımlara dayanan bu bilgisayarlar 2017'de kendi işletim sistemlerini geliştiriyor, Batı'dakinden farklı bir bilgisayar modeliyle öne geçiyor.
Dünyanın en büyük radyo teleskopunu, en uzun hızlı tren hattı ağını kuran, uzaya ilk kuantum iletişim uydusunu gönderen, kuantum interneti kurma yolunda hızla ilerleyen Çin, klonlama, embriyo ve kök hücre, virüs araştırmalarında hızla batıyı yakalıyor kimi alanlarda öne geçiyor.
Yapay zeka, özellikle bunun savunma, izleme alanlarına yönelik uygulamalarında da Çin hızla liderliğe aday oluyor. Uzay araştırmalarında, uzay istasyonu, ayın karanlık yüzüne araç gönderme, gelecekte ayda bir üs kurma çalışmalarında da Çin öne geçiyor.
Çin'de yayımlanan bilimsel araştırma makaleleri 2016 yılında 409 bine karşılık 426 bin makaleyle ABD'yi geçmiş. Bunda Çin'in 1995-2013 arasında bilimsel araştırmalara ayırdığı kaynağın 30 kat artarak, 243 milyar dolara ulaşmış olmasının büyük katkısı var.
Saygın bilimsel araştırma dergilerinden The Nature'un eski editörü ve İngiliz The Guardian gazetesinin bilim yazarı Philip Ball, "Çin'in önde gelen üniversiteleri Batı'nın önde gelen üniversitelerine eşit olanaklar sunmaya, akademik araştırmalara çok daha fazla kaynak ayırmaya başladılar… Batı'daki Çinli bilim insanları ülkelerine geri dönmeye başlıyorlar" diyor.
ABD'nin savunma gereksinimlerini, teknolojik gelişme potansiyellerini irdeleyen Ulusal Bilim Vakfı (The National Science Foundation) her yılın başında bir rapor yayımlıyor. Bu yıl yayımlayan rapor, yukarda değindiğim alanlarda Çin'in ABD'yi yakalamaya, kimi alanlarda geçmeye başladığını saptıyordu.
Amerikan Washington Post gazetesi yazarı Robert J. Samuelson'un aktardığına göre, ABD savunma gereksinimlerini ve teknolojilerini tartışan uzmanlardan bilim insanlarından ve araştırmacı yazarlardan oluşan Aspen Strategy Grubu'nun bu yıl Ağustos toplantısında, Çin savunma teknolojilerinin gelişme hızı, özellikle yapay zeka, haberleşme, bilişim savaşları ve şifreleme alanlarında attığı adımlar çok kaygı yaratmış.
Büyümenin devam edebilmesi, halkın hızla artan tüketim gereksinimlerinin, refah beklentisinin karşılanabilmesi, dolayısıyla toplumsal barışın korunabilmesi için Çin'in gıda, su, hammadde, özellikle haberleşme ve savunma teknolojilerinde kullanılan değerli mineraller ve enerji mallarında ithalat gereksinimlerinin güvence altına alınması gerekiyor.
Çin'in hem bu gereksinimleri güvenceye almak hem de elinde biriken rezervleri, sanayisinde oluşan kapasite fazlasını verimli ve stratejik, biçimde kullanabilmek için dünya ekonomik coğrafyası içinde etkisini ve varlığını giderek arttırıyor, bu coğrafyaları kendi gereksinimlerinin daha kolay karşılanmasına uygun biçimde yeniden şekillendirmeye çalışıyor.
Bir başka biçimde söylersek, Çin, ABD ve Batı liderliğinde, ABD ve Avrupa ekonomilerinin gereksinimlerine uygun biçimde şekillenmiş bir küreselleşmenin hem coğrafyasını hem de kurallarını değişmeye zorluyor.
Daha önce şekillendirilmiş kimi coğrafyalarda başlayan bu yeniden şekillendirme de ister istemez gündeme jeopolitik gerginlikleri, daha açık söylemek gerekirse büyük güçler arası rekabeti ve çatışma olasılıklarını getiriyor.
Bu bağlamda, Çin'in Ortadoğu'da, Doğu Avrupa'da ve Latin Amerika'da kendine yeni etki alanları açmakta olduğunu görüyoruz.
Uluslararası jeopolitik ve rekabet söz konusu olduğunda iki coğrafya, özellikle dikkatleri üzerinde topluyor.
Birinci coğrafya, Tek Yol Tek Kuşak projesi kapsamındaki alandır. Bu proje, pazar ve mali kaynaklar olarak Çin ekonomisine bağlı bir coğrafya yaratıyor, ABD'nin üsleri ve çeşitli filolarıyla denetlediği Orta Doğu'dan Pasifik Okyanusu'na kadar uzanan deniz yolları üzerindeki hakimiyetini by-pass ederek, rakip bir kara yolları ağları kurmayı amaçlıyor.
Bu proje Çin ve Rusya gibi ABD'nin iki jeopolitik rakibinin arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirmenin uluslararası siyasi askeri ortaklıklarının zeminini güçlendirmenin yanı sıra, katılanları Çin'in ekonomik ve finansal etki alanı içine çekiyor.
Dahası Avrasya jeopolitiğinde "kritik kuşak" ve "geçiş noktaları" olarak tanımlanan coğrafyalar üzerinde, Çin'in etkisini artırıyor. Çin'in bu jeopolitik atılımları, bölgede yükselmeye çalışan bir diğer büyük güç, Hindistan'ın güvenlik sorunlarını daha da karmaşıklaştırıyor.
Çin'in bölgedeki, Pakistan, Sri Lanka, Kamboçya gibi ülkeleri alt yapı projelerinin finansmanı üzerinden geri ödenmesi çok zor, kimi zaman imkansız borç ilişkileri içine sokarak, kimi analistlere, "Bir Ekonomik Tetikçinin Anıları" kitabındaki taktikleri anımsatan borç tuzakları yaratarak, ödenmeyen borçlar karşılığında stratejik avantajlar elde etmeye başladığı görülüyor.
Örneğin 2007 yılında Çin devlet şirketi Sri Lanka'da, Çin'in verdiği kredilerle Humbantota liman inşaatı projesine başlamış. Humbantota Limanı bittiğinde ekonomik olarak yeterince kârlı olmadığı, Sri Lanka'nın aldığı borçları ödeyemeyeceği ortaya çıkınca Çin, alacağına karşılık limanı 99 yıllığına kiralayarak Hint Denizi'nde bir tesise sahip olmuş.
Birçok gözlemciye göre, Çin'in, Tek Yol Tek Kuşak projesinin önemli parçalarından, Çin Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEK) kapsamında Pakistan'a verdiği borçlar da benzer bir "borç tuzağı" yaratmaya başlamış. CPEK bağlamında Çin'in Pakistan'a verdiği borçlar 2013 yılında hızla artmaya başlamış.
Çin kısa zamanda Japonya'yı geçerek, Pakistan'ın'in birinci kredi kaynağı haline gelmiş.
Pakistan'ın Çin'e borcu 2017 yılında toplam 19 milyar dolarla, kamu borcunun beşte birine eşit bir düzeye yükselmiş.
Analistlere göre, çoğu enerji sektöründe 19 proje üzerinden Pakistan'ın Çin'e ödemesi gereken kamu ve özel sektör borcu 2024 yılına kadar 100 milyar dolara ulaşarak ülkenin ödeme kapasitesinin çok üstüne çıkacak. Böyle durumlarda Çin, ödenemeyen borçların karşılığında, ülkenin liman, yol gibi stratejik kaynaklarının kontrolünü ele geçirmeye başlıyor.
Amerikan New York Times gazetesi, ABD Pakistan'a yönelik güvenlik yardımlarını keserken, Pakistan Hava Kuvvetleri ile Çin Hava Kuvvetleri arasında, jet uçaklarının ve çeşitli ileri teknoloji silahların yapımına ilişkin bir seri yeni iş birliği anlaşmasının imzalandığını, Çin'in Pakistan'ın Basra Körfezi çıkışına yakın, stratejik Gwadar limanının yönetimini üstlendiğini aktarıyordu.
Borç tuzağına düşmekte olan bir diğer ülke de Malezya'ydı. Başbakan Necip Rezak'ın boğazına kadar yolsuzluklara batmış yönetimi sırasında "açıkları kapamak" için devreye giren Çin kredileri, Malezya'nın ödeme gücünü aşma yolunda hızla artıyordu.
Bu nedenledir ki, Malezya'da 93 yaşındaki Mahatir Muhammed yeniden Başbakan seçildikten 2 ay sonra Çin'i ziyaret ederek, Tek Yol Tek Kuşak kapsamında planlanan 20 milyar dolarlık Doğu Kıyısı Tren Yolu'nu ve iki petrol boru hattı projesini "Bunlar için alacağımız borçları geri ödememiz mümkün değil" diyerek iptal etti. The Economist dergisi, Pakistan'da da yeni bir lider, İmran Han'in iktidara gelmiş olduğuna, Malezya örneğinden ders alması gerektiğine işaret ediyor.
Çin'in, benzer borçlandırma süreçleri, halen Tacikistan, Kırgızistan, Nepal gibi ülkelerde, tarihsel olarak Avustralya'nın etki alanındaki Papua Yeni Gine'de devam ediyor.
Harvard Üniversitesi Belfer Centre for Science and Internatonal Affaires'de yapılan bir araştırma, Doğu Afrika'dan Pasifik Adaları'na kadar en az 16 ülkenin Çin'den aldıkları borçları ödeyemeyecek durumda olduğunu saptıyor.
Bu ülkelerin ABD'nin çıkarlarını tehdit edecek biçimde Çin'in etkisi altına girebileceklerinden endişe ediliyor.
Araştırma, Çin'in, borç bağımlılığını kaldıraç olarak kullanıp, Güney Asya'da güç yansıtmasına olanak verecek bir limanlar zinciri ile ABD'nin stratejik üstünlüğüne son verebileceğini iddia ediyor. New York Times'da bir yorumda da, "ABD ile olası bir savaş dışında, Çin'in Güney Asya denizlerindeki kontrolü çoktan inkar edilemez bir realitedir" deniyordu.
Çin'in şekillendirmeye ve kendi gereksinimlerine tabi kılmaya çalıştığı ikinci önemli coğrafya da doğal ve mineral kaynakları son derecede zengin olan Afrika'dır.
Çin'in Afrika yatırımları 2007-2017 arasında artarak 125 milyar dolara yükselmişti. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping Eylül ayında, Pekin'de Afrika ülkeleri liderleriyle yapılan bir toplantıda ek olarak 60 milyar dolarlık yatırım vadetti, özel sektörü 10 milyarlık ek yatırım için teşvik edeceğini açıkladı.
Ciddi ekonomik zorluklardan, sık sık patlak veren sosyal istikrarsızlıklardan sıkıntı çeken Afrika liderleri bu kaynakları sevinçle karşıladılar. Ancak birçok gözlemci daha şimdiden bir çok Afrika ülkesinin borç ödeme sıkıntısı içinde olduklarını, yeni borçların bu yükü daha da ağırlaştıracağını savunuyordu.
Çin kredilerinin, Çin şirketi kullanma, hızlı tren ve internet gibi araçların teknik özelliklerini bu şirketlerin gereksinimlerine göre düzenleme zorunlukları getirmesinin, piyasaları ABD şirketlerine kapatmasından ABD yönetimi ve iş çevreleri kaygı duyuyorlar.
Çin'in Afrika ülkelerine altyapı projelerini finanse etmeleri için bolca verdiği krediler, olası sonuçları, İngiltere'de The Daily Telegraph, Almanya'da Der Spiegel gibi yayınların araştırmalarında, zaman zaman "yeni sömürgecilik" olarak nitelenen ilişkiler olarak çokça tartışılıyor.
Bu kredilerle finanse edilen projelerin, ekonomik ve siyasi imtiyazları, stratejik bağımlılıkları gündeme getiren aşırı borçlanma olgusuna yol açtığı ileri sürülüyor. Örneğin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin toplam borcu milli gelirinin yüzde 25'ine ulaşmış. Bu oran, Zambia ve Mozambik için sırasıyla, yüzde 10 ve yüzde 25. Çin Afrika'ya yalnızca kredi vermiyor önemli ölçüde nüfus transferi de gerçekleştiriyor.
The Asia Times'ın aktardığına göre Güney Afrika'dan, Tanzanya, Zambiya, Gana, Nijerya, Angola, Mauritius, Madagaskar'a, Cezayir'e kadar, Afrika'da toplam yaklaşık 2 milyon Çin göçmeni yaşıyor. Bu Çin diasporasının yerel ekonomiler içinde önemli bir etkisi ve gücü olduğuna dikkat çekiliyor. Halen kimi hesaplara göre Afrika'da 10 binden fazla Çin şirketi faaliyet gösteriyor.
Bu gelişmelerin stratejik sonuçları da dikkat çekiyor. Örneğin, Çin'in Etiyopya, Eritre ve Somali arasında sıkışmış Cibuti Cumhuriyeti'nde kurduğu ilk deniz üssünün arkasında benzer bir aşırı borçlandırma hikayesi var.
Çin geçtiğimiz Eylül ayında, ABD'nin Cibuti'deki ünlü Camp Lemoniere üssünün hemen yanındaki Darelah limanının işletmesini ele geçirmeye bir adım daha yakınlaşınca aniden ABD ve Avrupa'da stratejik alam zilleri çalmaya başladı.
Çin hedefine ulaştığında, Camp Lammoniere'i denizden kuşatmış, ikmal kanallarını denetler bir konuma gelmiş olacak.
Afrika mineral kaynaklarını Okyanusa bağlayan, Nirobi Mombasa ve Adis Ababa Cibuti tren yolu projelerinin de borç ödenemediği durumlarda kontrolünün, mineral işletme haklarının, limanların vb., kullanım haklarının Çin'e devredilmesine yol açabilecek aşırı borçlandırma örnekleri olduğu ileri sürülüyor.
Fransız Haber Ajnsı AFP'nin bir araştırmasında aktarıldığına göre, Katar'daki George Town Üniversitesi'nden Profesör Harry Verhoeven, Çin'in Afrika yatırımlarından yılda 180 milyar dolar gelir elde ettiğini söylüyor.
ABD, Çin'in ekonomik ve teknolojik gelişmesini, atmaya başladığı jeopolitik adımları sınırlamak için, Çin'e karşı ticaret savaşlarını, Huawei'nin finans müdürünün tutuklanması da olmak üzere yeni hamleleri devreye sokmaya çalışıyor.
Trump yönetiminin ulusal güvenlik danışmanı John Bolton'un 13 Aralık'ta açıkladığı yeni Afrika İnisiyatifi de, bir New York Times yorumuna göre, kıtaya yönelik yeni bir ilgiden, yeni harcamalardan ve yatırım olanaklarından söz etmesine karşın aslında Çin'in etkisini kırmayı amaçlıyor.
John Bolton, Heritage Foundation'da yaptığı konuşmada, Çin'in Afrika'daki yatırımlarını ABD'ye karşı rekabet üstünlüğü kazanmak amacına göre yönlendirdiğine işaret ettikten sonra, "Çin'in Afrika ülkelerini, rüşvet, şeffaf olmayan anlaşmalar, borçların stratejik amaçlarla kullanılması yoluyla kendisine bağımlı bir konuma ittiğini, gelişmelerini engellediğini" ileri sürüyordu.
Bolton, "ABD bu durumun uzun dönemli sonuçlarına karşı sessiz kalmayacak" diyor.
Amerikan Wall Street Journal gazetesinin yorumuna göre "ABD Afrika ülkelerine, 'Ya bizi seçeceksin ya da Çin'i'" diyordu." Ancak Bolton'un "Afrika'ya refah" başlıklı planını açıklarken itiraf ettiği gibi ABD, Çin'in elindekiyle karşılaştırılabilecek mali kaynaklardan yoksun.
Peki ABD, Çin ile rekabet edecek mali kaynaklardan yoksunsa geriye ne kalıyor? "Yumuşak Güç - Sert Güç" ikileminin perspektifinden bakarsak, kültür ve askeri güç kalıyor.
Kültür alanında ABD ve Batı yakın zamana kadar küresel düzeyde, kültür endüstrisindeki egemenliklerinden kolaylıkla emin olabiliyorlardı. Çin'in elindeki büyük mali kaynaklarla bu alana hızla girmeye başlaması bu güveni de sarsıyor.
Genel ekonomik durgunluk ve mali kriz ortamında, küresel kültür endüstrisi için Çin pazarı ve Çin'in sunduğu mali olanaklar vazgeçilemez bir kaynak. Ancak bu pazara ve kaynaklara ulaşmak için kimi koşullara uymak gerekiyor.
Bu alanda bir New York Times makalesi söze "En son ne zaman herhangi bir filmde bir Çinli kötü adam karakteri gördünüz?" sorusuyla başlıyordu.
Çin piyasasına girmek için Çin'i olumlu imajlarla sunmak gerekiyor, yoksa bu piyasa hemen size kapanıyor. Buna karşılık, Çin'in mali kaynaklarının, bu formül üzerinden Hollywood'a girmesi giderek hızlanıyor. 1997-2013 arasında gişede iyi iş yapan Hollywood filmlerin yalnızca 12'si Çin'in mali kaynaklarından yararlanabilmiş. New York Times, bu sayının 2013-2018 arasında 40'ı geçtiğini bildiriyor.
Çin'in, kendi bakış açısını sunmak amacıyla birçok dilde yayın yapan, radyo televizyon ve kablo kanalları, Asya, Avrupa ve Afrika coğrafyalarında da hızla yayılıyor. The Guardian gazetesinin aktardığına göre, ekonomik durgunlukta zorlanan Batılı gazeteci ve yayıncılara bu yayılma yeni olanaklar sunuyor. Çin, Konfüçyüs enstitüleri ağının de katkısıyla, küresel kültürel alanda, kültür endüstrisinde giderek daha etkili bir biçimde var oluyor; Batı'nın kültürel egemenliğini aşındırmaya başlıyor.
O zaman geriye, ABD ve Batı için "sert güç" ve askeri araçlar kalıyor… Sanırım tarih içinde dünya "ilginç zamanlardan" daha "ilginç zamanlara" doğru gidiyor!