Eski DİSK Genel Başkanlığı Baş Danışmanı Faruk Pekin, DİSK'in kurucu genel başkanlarından Abdullah Baştürk'ün 25 yıl önce bugün hayatını kaybetmesi sebebiyle 'İşçilerin işçi başkanı: Abdullah Baştürk' başlıklı vir yazı kaleme aldı. "1978 başından itibaren 14 yıl boyunca Baştürk’ün en yakınında olan kişilerden biriyim. Bu süre içinde onun danışmanlığını yaptım, tüm konuşmalarını, demeçlerini, savunmasını hazırladım" Pekin, "İşçilikten gelme bir işçi lideriydi. Sendikacı ve siyasetçi kişiliğinin ötesinde öncelikle güzel bir insandı. Sendikacılık dünyasında bir bilge kişiydi" diye yazdı.
Faruk Pekin'in Cumhuriyet gazetesinin bugünkü (21 Aralık 2016) nüshasında Olay ve Görüşler köşesinde yayımlanan 'İşçilerin işçi başkanı: Abdullah Baştürk' başlıklı yazısı şöyle:
Eski Genel-İş Sendikası Genel Başkanı, Uluslararası Kamu Çalışanları Federasyonu PSI Yönetim Kurulu’nun eski üyesi, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ASK/ ETUC Yönetim Kurulu’nun eski üyesi, üç dönem milletvekili, Halkın Emek Partisi (HEP) kurucusu Abdullah Baştürk’ün eksikliğini 25 yıldır acı bir biçimde yaşıyoruz.
Türkiye sendikacılık hareketine değerli katkılarından sonra, Türkiye işçi sınıfının demokrasi, özgürlükler ve sendikal haklar savaşımına daha da önemli katkılar sağlayacağı bir dönemde kendisini yitirdik.
Ortaöğrenimini tamamlayamadan işçilik hayatına atılan Baştürk, daha genç yaşlarda örgütçülüğünü kanıtladı. Genel-İş Sendikası bir yerde onun ürünüydü. Yaklaşık 30 yılda, binlerden başlayan bir sendikal yapıyı yüz binlerin üstüne taşıdı. O dönemin belediye başkanlarına sendika gerçeğini öğretti. Belediye işçileri işyerlerinde onunla kimlik kazandı, saygınlık gördü, farklı olanı yaşadı.
Türk-İş’te bugünlere kadar yansıyan muhalefetin en önemli unsurlarındandı. Bu muhalefetin ilkelerini belirleyen Dörtler Raporu, Onikiler Raporu, aynı zamanda Türkiye’deki sendikal mücadele sürecinin önemli noktalarını sergiliyordu.
Türk-İş’teki uzun muhalefet yıllarından sonuç alamayınca, mücadelesini DİSK ile bütünleştirdi. 27 Aralık 1980’de DİSK’in 5. genel kurulunda DİSK Genel Başkanlığı’na seçildi. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi'ndeki faşist katliam üzerine ilk kez Türkiye’de iki saatlik bir “genel grev”i başlatan oydu. 1 Mayıs 1977 katliamının getirdiği yılgınlık, 1 Mayıs 1978’de onunla aşıldı. Tutukluluğu ilk kez 1961’de Balmumcu’da yaşamıştı. Ardından 1 Mayıs 1979 ve 1 Mayıs 1980 tutuklulukları geldi.
12 Eylül darbesinin ilk hedefi DİSK ve Abdullah Baştürk oldu. Ama gözlerinde korkunun zerresini göremediler. İşkence yaptılar. Horlamak istediler. O, inatçı ve bilge duruşuyla dimdik durdu. Geriye adım atmadı. Arkadaşlarını kucaklayarak yoluna devam etti. Davutpaşa ve Metris hapishanelerini gördü. Direttiği için, “Evet, işkence yaptınız” dediği için, mahkemede askeri hâkimi reddettiği için, Sultanahmet ve Metris cezaevlerinin hücrelerini de yaşadı.
Daha darbeden birkaç ay sonra, yılgınlığın kol gezdiği bir ortamda, sıkıyönetim yargılamasından önce, Bakırköy’de görülen “DİSK’i Kapatma Davası” sırasında tok bir sesle darbenin hukuk dışılığını tüm dünyaya ilan ediyor, “zaman DİSK’i ve bizleri haklı çıkaracaktır” diyordu.
İdamla yargılandığı sıkıyönetim askeri mahkemesindeki sorgusu, dünyanın gelmiş geçmiş en uzun sorgularından biri olarak 109 günde 21 celsede tamamlandı. DİSK davası sırasındaki kararlı tavrıyla halkımızın ve dünya halklarının saygısını kazandı. DİSK davasında yaptığı savunma kitaplaştırılıp “Yargı Önünde Savunma” adıyla basıldı (Cumhuriyet, Çağdaş Yayınları). PSI tarafından İngilizceye çevrilerek tüm dünyaya dağıtıldı.
Abdullah Baştürk, 12 Eylül öncesinde Türkiye’- de ve uluslararası sendikal harekette bilinen bir kişilikti. Ama onu asıl “büyük” kılan, 12 Eylül hücrelerindeki, hapishanelerindeki, mahkemelerindeki tavrı oldu. Mahkemede yalnızca kendi dönemine değil, alınmasından sorumlu olmadığı kararlara da, kaleme alınmalarından haberli olmadığı yayınlara da sahip çıktı. Korkarak yurtdışına kaçan sendikacılara hiçbir gönderme yapmadan DİSK’in tüm geçmişinden sorumluymuş gibi DİSK’i sahiplenerek, DİSK’e ait ne varsa tek tek savundu.
Önceleri uluslararası düzeyde belli bir tanınmışlığı vardı. Ancak 12 Eylül sonrasında DİSK davasındaki savunması, tutarlı ve kararlı tavrıyla Batı’da devleşti. Bazı yabancı sendikacılar 1985’te onu Lech Welesa ile bir tutuyor, Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermek istiyorlardı. 1987’de İsveç Sendikal Hareketi’nin verdiği “Özgürlük Ödülü” ile Mandela’dan sonra ödüllendirilen ikinci kişi oldu.
1978 başından itibaren 14 yıl boyunca Abdullah Baştürk’ün en yakınında olan kişilerden biriyim. Bu süre içinde onun danışmanlığını yaptım, tüm konuşmalarını, demeçlerini, savunmasını hazırladım. Yurtdışında yıllarca çevirmenliğini yaptım.
Hayatta hiçbir şeyi zor görmedi. Engel tanımadı. En zor anlarda meşhur deyişiyle “goley” (yani kolay) derdi. Yürür giderdi. Zamanın askeri savcısı daha ilk günlerde “İdam edileceksiniz” deyince kendisine “Siz benim ancak ceketimi asarsınız” demişti. İşçi sınıfının kurtuluşunun siyasi mücadeleyle olacağına, bu mücadelenin de bağımsız bir sınıf partisiyle ve işçi sınıfı ideolojisiyle yapılacağına inanıyordu. Vizyonu, gelecek sezgisi, siyasi feraseti olağanüstüydü.
“Beşer nisyan ile maluldür” derler. Zaman geçince unutulur. DİSK’lilerle birlikte hapis yattığım ve hapishanedeki DİSK davası savunması mimarlarından biri olduğum için rahatlıkla söyleyebilirim ki, o olmasaydı, DİSK davası bu düzeyiyle sona ermezdi. DİSK davasının kaderini belirleyen ilk 21 celse kahramanca savaştı. Tüm DİSK’e sahip çıkarak, hiçbir şeyi inkar etmeden, dobra dobra konuşarak, zaman zaman ince alaylara girişerek.
Birlikteki son altı ayımız DİSK’in yeniden inşasını, tıkanan sendikacılığı aşma yöntemlerini tartışmakla geçmişti. Ayazağa’ya taşınma, şeffaf sendikacılık, çağdaş yardımlaşma sandıkları, araştırma enstitüleri, işçi okulları, hatta işçi üniversitesi, DİSK Vakfı, DİSK Radyosu, genç işçilerin ve özellikle emeklilerin sorunlarını aşma, yeni toplusözleşme görüşme yöntemleri geliştirme... Beyin kanaması geçirmesinden birkaç gün önce arkadaşlarımızla birlikte içki içerken de bu konular gündemimizdi.
İşçilikten gelme bir işçi lideriydi. Sendikacı ve siyasetçi kişiliğinin ötesinde öncelikle güzel bir insandı. Sendikacılık dünyasında bir bilge kişiydi. Özellikle 12 Eylül sonrasında yaşadığı ihanetleri bu bilge kişiliğiyle aştı. Onda karamsarlığa yer yoktu. Her zaman pozitif enerjiyle doluydu. Çevresinde gördüğü karamsarlara söylediği söz “Güzel bak, güzel” olurdu. Onca yoğun işler arasında her zaman ailesiyle, dostlarıyla paylaşacak, dostlarının sorunlarını çözmeye ayıracak bir zaman bulurdu.
1991 sonrasında, genel olarak her alandaki küreselleşme, neo-liberalizm yaklaşımları, kamunun tasfiyesi, özelleştirmeler, sosyal devletin daraltılması gibi olumsuzlukları yaşayan dünya koşullarında ve ihracata dönük birikim modelinin zorunlu kıldığı sendikasızlaştırma, düşük ücret, yedek işçiler ordusunu ve kayıt dışı istihdamı genişletme, işçilerde sınıf bilincinin doğmasını engelleyecek yoğun ideolojik saldırı uygulamalarını içeren Türkiye koşullarında, DİSK yöneticileri ne yazık ki gerekli “yeniden yapılanma”yı gerçekleştiremedi.
İşçilere yönelik her türlü saldırının artırıldığı, herkesin susturulmak istendiği, gazetecilerin bile hapse atıldığı günümüz koşullarında Abdullah Baştürk’ün vizyonu, kararlı, direnişçi, mücadeleci tavrı hâlâ işçilere, DİSK yöneticilerine yol gösterebilir. Bugün adı, “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülleri”nde yaşıyor.