"Açılan sandıklardan gelen ilk sonuçlar..."

"Açılan sandıklardan gelen ilk sonuçlar..."

Karar yazarı Yıldıray Oğur, 31 Mart yerel seçimine giderken Türkiye siyasetinin geldiğini noktaya dair bir yazı kaleme aldı. Oğur, "Açılan sandıklardan gelen ilk sonuçlar..." başlığını verdiği yazısında, "Seçmeni sandığa taşıyan esas motivasyon artık rasyonel bir tercih olan partisini iktidara taşımaktan çok, karşıt partinin iktidarını engellemek" diye yazdı.

"Yarın akşam sonuç ne olursa olsun, Millet İttifakı’nın kampanya başlarken çok da tanınmayan İstanbul ve Ankara adayları, biri eski Başbakan olan rakiplerine ve neredeyse bütün medyaya karşı yarışı sonuna kadar başa baş götürmeyi başardı" diyen Oğur, "Sandıklar açılmadan seçimin en ciddi sonucu:Seçime bir hafta kala, iktidar sözcüleri ve medyası ülkede ciddi sorunlar olduğunu kabul edip, halkın iktidara küskün ve kırgın olması için haklı sebepleri olduğunu teslim ettiler" ifadesini kullandı. 

Oğur'un "Açılan sandıklardan gelen ilk sonuçlar..." başlıklı yazısı şöyle:

Hayır gazete yanlışlıkla seçim sonrası için yazılmış bir yazıyı basmadı. Günleri de şaşırmadınız, bugün Cumartesi. Hile de yapılmadı, aslında henüz açılmış bir sandık da yok.

Ama sandıklar açılmadan bile ortaya ciddi bazı sonuçlar çıktı.

İlk sonuç Türkiye siyasetinin tamamını ilgilendiriyor. 

Türkiye’de seçmenler artık pozitif değil negatif oy kullanıyor. Oylar gönülden değil, taktiksel.

Seçmeni sandığa taşıyan esas motivasyon artık rasyonel bir tercih olan partisini iktidara taşımaktan çok, karşıt partinin iktidarını engellemek.

Bunun farkında olan Cumhur İttifakı’nı oluşturan partiler, seçim kampanyası boyunca parti kimliğini, icraatları, vaatleri bir kenara bıraktı, bütün söylemlerini karşı ittifakı terör örgütleriyle yan yana göstermek üzerine kurdu.

İki ay boyunca kendilerine neden oy verilmesi gerektiğini anlatmak yerine karşı cepheye neden oy verilmemesi gerektiğini anlatmayı tercih ettiler.

2011 seçimlerinin meşhur “aynı yoldan gelmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz” şarkısı, bu kez karşı cepheye doğru söylenen “aynı yoldan gelmişler, aynı sudan içmişler” saldırısına dönüştü.

Seçimi yine kimlik nüfus sayımına çevirmek için, beka, bayrak, ezan gibi siyaset üstü meseleler üzerinden siyaset yapıldı. 

Kazanmak için iktidar bloğundan oy almak zorunda olan muhalefet bloğu ise kampanya boyunca dilini sertleştirmekten kaçındı, “iktidara bir ders vermek lazım”ın ötesine geçmedi. 

Ama onlar da benzer biçimde siyasetten kaçtılar. Seçim kampanyasında parti kimliği, logosu afişlerde neredeyse saklandı, siyasi tartışmalara girmeyen, parti kimliğinden bahsetmeyen adayların adları ön plana çıkarıldı.

Hatta CHP reklamlarında altı oklu logonun üstü sarmaşıklarla, çiçeklerle kapatılarak modifiye edildi.

En görünür olan adaylar İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ve Ankara’da Mansur Yavaş, neredeyse bağımsız adaylar gibi davrandılar.

İmamoğlu kampanyasına Erdoğan’la görüşerek başladı. İki aday da kendilerini siyasi tartışmalara çekecek bütün salvoları taca atarak savuşturdu.

Aslında bütün bunlar taktiksel olarak doğruydu. Ama aynı zamanda partilerin artık seçmeni heyecanlandırmadığının, hatta parti kimliklerinin siyasette bir yük haline geldiğinin de bir göstergesiydi.

Türkiye’de  mevcut partiler artık büyük ölçüde topluma söyleyeceklerinin sonuna gelmiş, ancak hasımları üzerinden kendisini tanımlayabilen, hikayesini tüketmiş partiler. O yüzden yarın akşam sandıklardan kim galip çıkarsa çıksın, kazanan bir parti ya da bir ideoloji olmayacak.

Henüz açılmayan sandıklardan çıkan ikinci sonuç da bununla ilgili.

Yarın akşam sonuç ne olursa olsun, Millet İttifakı’nın kampanya başlarken çok da tanınmayan İstanbul ve Ankara adayları, biri eski Başbakan olan rakiplerine ve neredeyse bütün medyaya karşı yarışı sonuna kadar başa baş götürmeyi başardı.

Çok tanıdık bir başarıydı bu. Sonucu bilmiyoruz ama tarih üzücü ve korkutucu bir şekilde tekerrür etti.

1994’de devletin yargısıyla, medyasıyla Refah Partisi adaylarına yaptıklarını, bu kez o Refah adaylarının hakim olduğu devlet, yargısı ve medyasıyla CHP adaylarına karşı yaptı.

94 seçimlerden önce kaçak gecekondu haberleriyle hem medya hem yargı tarafından sıkıştırılmaya çalışılan Erdoğan’ın başına gelenlerle, Mansur Yavaş’ın başına gelenler arasındaki benzerlik, 94’te  Ecevit’in Erdoğan’a yaptığı adaylıktan çekilme çağrısını, 2019’da  Bahçeli’nin Yavaş’a yapmasıyla bir dejavuya dönüştü.

90’larda laik seçmen, “eğer oy vermezsen gelirler” diyerek Erdoğan’ın, Şevki Yılmaz’ın eski kasetleriyle korkutulurdu, 2019 yılındaki seçimlerin son günlerinde muhafazakar seçmen fanatik laiklerin başörtülü kadınlara hakaret videolarıyla korkutuldu.

Toplumun ‘bug’ını bulmuş siyasetçiler çeyrek asır sonra da “Eğer uslu bir çocuk olmazsan öcüler seni yer” taktiğini kullandılar, yaramaz çocukları öcülerle terbiye etmeye çalıştılar

Bu talihsiz değiş tokuşta sabit kalan sadece Hürriyet gazetesi oldu.

Sandıklar açılmadan kaybedenler listesinin başında o yüzden yine geleneksel medya var.

Medyayı bir siyasi propaganda aracı olarak kullanmak, propagandanın ve tarafgirliğin gözünü çıkarmak, medyanın bir haber, bilgi ve yorum kaynağı olarak en çok ihtiyaç duyduğu güvenilirlik ve itibarını bir kere daha örselemekle kalmadı, bu itibarı çok umursamayanların beklediği siyasi faydayı da sağlamadı.  

Çok daha az paralara, Temel fıkraları anlatan bir komedyeni, üniversite, belediye dolaşan bir dava adamına çevirmek siyaseten daha etkili oldu.

Ve daha sandıklar açılmadan seçimin en ciddi sonucu:

Seçime bir hafta kala, iktidar sözcüleri ve medyası ülkede ciddi sorunlar olduğunu kabul edip, halkın iktidara küskün ve kırgın olması için haklı sebepleri olduğunu teslim ettiler. 

Hatta “seçimlerde iktidara ders vermek” sözüne karşı “ders verecek bir şey yok” demek yerine,  “ders vermenin zamanı değil” dendi.

Hatta daha ileri gidip, şimdiye kadar pek de dillendirilmemiş, dillendirenlerin başına pek hayırlı işler gelmemiş şikayetler, eleştiriler, sonu “ ama şimdi ders zamanı değil” diye biten paragraflarda ard arda sıralandı.

Demek ki Türkiye’de ciddi sorunlar varmış.

O ciddi sorunlar, eleştiriler halkı ders vermek noktasına getirmiş.

Her hatayı hararetle savunmak ya da susmak marifet değilmiş.

Her eleştiriye de algı operasyonu, algıya oynamak, algı yapmak dememek gerekirmiş.

Seçimin son haftası değil, zamanında bunları dillendirenler de hain, şahsi hesaplarıyla hareket eden, birilerinin adamları olmayabilirmiş.

Tabii sandıklar açıldıktan sonra, yine atı alan Üsküdar’ı geçmiş olabilir, bu sözler, eleştiriler unutulabilir, her şey eskisi gibi devam edebilir.

Ama açılmayan sandıktan bile çıkan bu sonuçlar, gardı düşen siyasetler, hesap soran buyurganlıkların yerini ricalara bırakması, eleştirilere hak verilmesi sandığın ve demokrasinin sihirli gücünün bir sonucu.

Sivil toplumun, siyasi partilerin çok güçlü olmadığı Türkiye’de toplum iktidarlara mesajını hep sandıkta, sessizce ve gizlice vermeyi tercih etti.

Maalesef bugünkü şartlar çok daha kısıtlı.

Türkiye’de güçlü bir muhalefet yok. Meclis hesap sorma, denetleme kabiliyetlerini kaybetti. O yüzden vekiller arkalarına bakmadan belediye başkan adaylıklarına koştular.

Yargısal denetim ve bağımsızlık artık uzak diyarların henüz ithal edilmemiş tropikal meyvesi hükmünde.

Geleneksel medyanın hali ortada. En ufak eleştirilerin sonu bile işinden olmakla, ekran yasakları ile bitiyor. 

Sivil toplum zaten hep zayıftı, şimdi daha da zayıf, etkisiz, korkutulmuş durumda. 

Bugün sandık toplumun elinde kalmış son koz. Bir milletin sesini yukarıdakilere duyurabileceği son imkan. 

O yüzden bu topluma en azından sandığı çok görmeyin. 

Son beş yılda yedinci seçimini yapacak ülkede diyeceği olan, Pazar günü sandığa gidip söylesin.

Çünkü bundan sonra 4.5 yıl boyunca seçim yok, tekrarı yok, telafisi yok.

Daha sandıklar açılmadan bizi demokrasiye yaklaştıran, toplumun sesini iktidarlara duyuran seçimin kıymetini bilelim...