Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, 94 yıl önce 29 Ekim 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ilan edilen Cumhuriyet'in hangi aşamalardan geçtiğini A'dan Z'ye kadar bölümlerine ayırarak kronolojik olarak anlattı.
A-Ankara
Milli Mücadele döneminde Ankara’nın tarifi herkesi yanıltıyor. Başkentimiz, geçen asırda Anadolu’nun en Avrupai şehriydi. 19 ve 20’nci asırlarda ticari bakımdan pek çok Anadolu şehrine göre dış dünyayla çok daha fazla teması vardı. Avrupalı doktorlar, konsolosluklar, yabancı okullar, Ermeni ve Katolik cemaatiyle zengin tiftik tüccarları buradaydı. Şehir, iş ve girişim kabiliyeti olan insanlarla doluydu. Bu şehir, bu özellikleri nedeniyle İstiklal Harbi’nin direniş merkezi olmaya kendi aday oldu. Diğer şehirlere gelince... Erzurum Kongresi, bizim bildiğimizden daha az delegeyle toplandı, Sivas’ta da çok kalabalık yoktu. Orada Mustafa Kemal Paşa’yı sıcak karşıladılar ama Sivas uzaktı, bir merkez olamazdı. Mustafa Kemal Paşa’yı, en büyük destekle karşılayanlar Ankaralılardı. Üstelik bu şehir, demiryolu bağlantısıyla da Anadolu’ya hâkim bir noktadaydı. Nitekim, Meclis Hükümeti burada kuruldu ve İstiklal Harbi’nin merkezi oldu.
Cumhuriyet’e giden yolda Gelibolu, Sarıkamış ve Halep’te yaşananlar ve nihayet İstiklal Harbi, vatan savunmasını bilen nadir milletlerden olduğumuzu göstermiştir. Büyük komutanlarımız ve büyük devlet adamlarımız her defasında ortaya çıkabilmişse, işgalcilere kafa tutup bağımsızlığı başarabildiysek, bunun bu topraklarda bir geleneği var demektir.
Birinci Cihan Harbi’ndeki mağlubiyetten sonra Cumhuriyet’i kuran hareket bir direniş gösterdi ve konumunu hak etti. Oysa mağlup olan devletlerden hiçbiri böyle bir direniş gösterememişti. O ülkeler, galiplerin dayattığı anlaşmaları kabul etti ama Türkiye direndi. Bu memleket kendi isteklerinde diretti ve o direnişi örgütleyip komutayı elinde tutanlar da Cumhuriyet rejimine geçti. Cumhuriyet bugün oturmuş bir rejim ama bugün itibariyle onun mahiyetine karşı olanlar var. Üstelik içeride birtakım gruplar ve dışarıda da herkes Türkiye’nin dostu değil; onlar Türkiye’nin huzurunu bozuyor. Türkiye bunun üstesinden gelecektir. Bununla beraber, her türlü cumhuriyet fikri var olabilir. Muhafazakâr bir cumhuriyet de, çok ilerici bir cumhuriyet de; ikisinin arasında gidip gelen de... Rejim, ideoloji demek değildir. Asıl mesele ideolojidir. Yani sekülarizm, hukuk ve Batı’dır.
Her milletin tarihinde Çanakkale Zaferi gibi abideler görülmez. Bizde vardır ve bu bütün Doğu’da tektir. Çanakkale Zaferi, çok kolay organize olan, direnebilen, tahammül edebilen ve belirli bir hedef etrafında ısrar eden bir ordu, komuta heyeti ve toplum olduğumuzu gösterir. Cumhuriyet’i kuran maya budur.
1922’deki Dumlupınar Zaferi, Cumhuriyet yolunda Türklerin Küçük Asya’daki anavatanlarını savunmalarının zaferidir ve beklenen bir zaferdir. En başta başkumandanımız ve subaylarımız bunu bekliyordu. Ama Mussolini’ye karşı Yunanistan’ı savunan, Yunan ordusunun seçkin subaylarından ünlü komutan Ioannis Metaksas da “Oraya çıkmayın, iki günde Türk ordusu karşınıza çıkar, sizi mahveder” demişti. Dediği gibi oldu.
Osmanlı İmparatorluğu, 1875’te moratoryum ilan etti. Osmanlı-Rus Savaşı’nda beklediğimiz destekleri alamamıştık. Zaten borcunu ödemeyen birini kim destekler ki? 1881’de Düyun-u Umumiye kuruldu. Borç ödemelerini yapmaya başladık. Bu yüzden Cumhuriyet Türkiye’sinin durumu ekonomik açıdan iyi değildi, nasıl olsun? En büyük kaybı da nitelikli nüfustu. Ne var ki İkinci Harp’e girmeme akıllılığını gösterdik. Yatırımlar için bazı gerekli maddeleri kolaylıkla temin edemedik ama en azından ithalat çok kısıldı, ihracat arttı. Taş, toprak bile sattık da 1950’lerdeki kalkınmayı yapabildik.
Fevzi Paşa, İstiklal Harbi’ne diğer büyük isimlere nazaran daha geç katıldı. İstiklal Harbi’ne katılım konusunda bayağı gecikmişti ama sonra, yaptığı işi, çok büyük sadakatle ve ciddiyetle yaptı. Onun dahli askeri açıdan Milli Mücadele’yi zenginleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci mareşalidir. Bu unvan kendisine, ‘Birinci Mareşal’ Mustafa Kemal tarafından Dumlupınar Zaferi sonrası verildi.
Türkiye’de, eğitim, tıp, mühendislik 19’uncu asra göre epey ilerledi. Ülke endüstrileşti; kırsal yapı değişti. Cumhuriyet gerekli kültürel dönüşümü, hukuk ve adalet devrimlerini tamamlayamadı ama gelecek için ümitliyim.
1924 yılı mart ayında hilafet ilga edildi ve hanedan üyeleri yurtdışına çıkarıldı. Halifelik bugün olsa, o müessese yürümezdi, bu açık. Çünkü siyasi bir konuma çevrilirdi.
Genç Cumhuriyet ışık ve ümit vermese bazı şeyleri başaramazdık. Gelin bunu sağlık açısından ele alalım. Refik Saydam gibi seçkin bir sağlık bakanının arkasında yokluklar içinde kavrulan bir sıhhiye ordusu vardı ve beraber çok şey başardılar. Penisilin ve sülfamitlerin icadından evvel frengi, sıtma ve tüberküloz gibi salgın hastalıkları önlediler.
Türkiye tarihinde bir atılımdır, Doğu dünyasında olmayan bir şeydir. İttihatçılar, yeni Türkiye’deki birtakım hastalıklara, totaliteryanizme itibar etmemeyi getirmiştir. Bununla beraber Cumhuriyet işe, İttihatçı kadroları eleyerek başladı. Yeni cumhuriyet kadrosunu İttihatçı olarak görmek bir tartışmanın konusudur.
Fransa’nın İstanbul’a giren işgal komutanı Louis Franchet d’Espèrey, “Ne varsa bu Jön Türklerde var. Bunlara dikkat edin. Bütün dinamizm bunlardadır” demişti. Jön Türkler, imparatorluğun çökmek üzere olduğunu gördü. Bunu önlemek için de kanuni ve hukuki bir idare istediler. Türkiye’yi, o kadronun öğrencileri kurdu.
Cumhuriyet’ten evvel, Türkiye’de kadın hareketlerinde, kadının aydınlanmasında bir atılım vardı. Ancak Cumhuriyet, bu hareketleri yönlendirmeyi, kanunlaştırmayı, sistemleştirmeyi başardı. Kadının toplum hayatındaki yerini, üstelik birçok Batı toplumundan önce kadınlara seçme-seçilme hakkı vererek sağlamlaştırmış olması, Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından biridir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk işlerinden biri, on ay boyunca büyük diplomatik çekişmelerle süren, ancak 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nı meclis olarak tasdik etmekti. Bize Lozan’da hiçbir şey verilmedi, biz kendimiz aldık. Lozan’a bugün ‘zafer’ diyen de var, ‘hezimet’ diyen de… Harpten yeni çıkmış bir millet olarak, çok korkunç olan eski antlaşmayı, Sevr’i kabul etmedik. Lozan, bir uzlaşmadır.
Sınırları 1912’den beri tam belli değil. Kısmen Halep’ten, hakikaten Musul’dan geçiyor. Mütareke anında ordumuz oradaydı. Oradan itilmemiz sonradan mütareke ahkâmının ihlaline dayanır. Hukuki değil ama mütareke şartlarında galipler böyle değişiklikler yapabiliyor. Halep ve Musul işte böyle birdenbire gitmiştir.
Cumhuriyet’i kuran nesil, yani Mustafa Kemal’in nesli, 19’uncu asrın sonunda reformlar geçiren bir ülkenin insanıdır. Doğu’da ilk defa Müslüman bir ülke kendini, ordusunu ve teknolojisini değiştirdi. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve Enver Paşa bu zümredendir. Bu insanlar bu dünyayı 30 yaşında öğrendi. Suriye’de, Arabistan’da askerlik yaptılar, oradan da Balkanlar’a gittiler. Osmanlı İmparatorluğu, çökme döneminde olsa da değişiyordu. O ortamda büyük kumandanların çıkmaması mümkün değildi. Bugün Türkiye’de her nesil olumlu veya olumsuz manada eskisinden çok farklı oluyor. Türkiye kalkınıyor, sanayileşiyor ama kültürel bir dünya inşasında eski nesle göre farklılıklar var. Yapılan işte eski neslin renkliliği ve sağlamlığı kalmıyor. Daha yüzeysel bir gelişme söz konusu.
Türkiye kapalı köylerde yaşayan bir ülkeyken, İkinci Cihan Harbi’nden sonra dünyaya entegre olup bir birikim sağlayabildi. Peki bu başarıyı sağlayan elemanlar nereden çıktı? Okullar, imparatorluktan kalmaydı; Cumhuriyet, üstüne çok iyilerini ilave etti. Mesela Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Ziraat Enstitüsü... Buralardan yeni entelektüeller çıktı. Onun için Cumhuriyet bir seferberliktir.
Bu toplum, öğretmenlere çok saygı gösterdi. Cumhuriyet dönemindeki öğretmenler çok seçkindi, en tahsilli olan onlardı. Bu kadar büyük hocaların talebesi oldum, bu kadar büyük üniversitelerde okudum, hayatımdaki en iyi öğretmeni sorsanız, size ortaokuldaki öğretmenimi söylerim çünkü o, Eğitim Enstitülüydü. Cumhuriyet kurulduktan sonra, Mustafa Kemal Paşa, ordunun masraflarını kıstı, Milli Eğitim’e iyice yoğunlaştı. Bu, yüzde 90’ı okuma yazma bilmeyen bir toplum için büyük bir adımdır.
1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı ilga etti ve son padişah Vahdeddin’e şunu tebliğ etti: “Bundan sonra erşed ve eslah, ilmen ve ahlaken en önce gelen hanedan üyesi halife seçilecek ama bu halife, Türkiye Devleti’ne istinat edecek.” Bu, ‘hanedandan biri halifedir ama iktidar devletin elindedir’ demek. Yine de saltanat ilga edildikten sonra Vahdeddin, İstanbul’da hanedanın en ahlaklı ve ilmi en derin adamı olarak kendisinin seçilmesini beklememiştir. Hazineden hiçbir şey almadan Avrupa’ya sığınmak durumunda kaldı. Bazen “Atatürk istese padişah olmak ister miydi” diye soruluyor. O, padişah olmak istemedi, neden istesin ki? İran’da Rıza Şah’ı önce cumhurreisi yapmaya kalktılar, o da kabul etti. Derken vazgeçti, şah oldu çünkü şartlar onu gerektiriyordu. Cumhurbaşkanlığını krallığa çevirdi. Atatürk bu meseleden dolayı onu sevmezdi.
Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları Cumhuriyet’i ilan ederek rejimin adını koydu. Ancak bu o kadar da kolay değildi. Çünkü mebuslar (milletvekilleri) içinde hâlâ halifeyi ve padişahı isteyenler vardı. İkincisi, daha Cumhuriyet kurulmadan da önce, İstiklal Harbi’nin birçok komutanı bile İstanbul’a girmek, onu geri alabilmek ümidinde değildi. Anadolu’nun bir kısmını kurtarmak onlara göre o an için yeterliydi. Halbuki Atatürk bir dâhi olduğu için karşı tarafın açığını görmüş ve “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” demişti. Cumhuriyet’in ilanı da böyle bir uzak görüşlülüğün eseridir.
Samsun, Anadolu’ya çıkış noktasıydı. 19 Mayıs’ta Bandırma Vapuru’ndan inen Mustafa Kemal, ordu müfettişi orada karşılandı. Bu tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir. Atatürk de zaten Nutuk’u bu tarihten başlatır.
Atatürk sokakta milletin ayrılmasını, kafa yapısının anlaşılmasını istemiyordu. Yani ‘Şapka Devrimi’ bir şekil devrimi değildi. Birdenbire kasabanın ortasında şapkalı adamlar belirdi. Bunlar kıyafettir. İnsana temel bir şey gibi görünmez ama zihni meşgul eden unsurlardır. Şapkaya karşı bir direniş vardı. Mesela senin kızını, bir oğlan istiyor. Oğlan için “Nasıl biri” diye sorduklarında, “Şapkalının biri” diyorlar. Bu çok önemli. “Şapkalının biri” demek, “Dini, imanı, ananeyi, sana saygıyı unut” demekti. Neticede bugün kimse şapka takmıyor.
Demiryolları, son devir Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in tarihidir. Anadolu çok büyük, çok kurak, ulaşım yollarına kapalı bir yerdi; dünyayla ulaşım Karadeniz üzerinden sağlıklı bir şekilde sağlanamayacağı için bizi Akdeniz’e işte bu demiryolları bağladı. Demiryollarının fonksiyonu İkinci Cihan Harbi’nin sonrasına kadar devam etti. Bana sorarsanız, tekrar büyütmemiz gereken bir sistemdir.
‘Ulus’ demek, ‘millet’ demektir. Bu kavram Fransız İhtilali’nden sonra çıktı. Ulus-devlet tam olarak nerede kuruldu, o tartışılır ama ‘ulus-devlet’ demek, aristokratik veya dini değerler değil, vatandaşlık, ırk ve kan bağı değerleridir. Halbuki şu açık ki, Türkiye’de bir ırk birliği yok. O zamanlar bu, vatandaşlık şeklinde telaffuz edildi, bunun oturtulması lazım diye düşünüldü.
Ülkü, ideal, vatan yolunda ölmek ama aynı zamanda onun için var olmak demektir. Atatürk’ün “Milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirle besleyerek geliştirmek milli ülkümüzdür” sözü her şeyi açıklıyor.
Cihan Harbi’nde biz bir vatan ve millet olduğumuzu ispat ettik. Vatan için savaşan, millet için ölen insanlar, başka yerde yoktur. Gençlerimiz şehit oldu. Zanaatkârlar, çiftçiler, eli ayağı tutan herkes… Dört yıllık bu savaş, bize milli bir bilinç kazandırdı. Cumhuriyet’i bu bilinçle kurduk.
1923 yılında gelen yenilik Meclis’ten ibaret değildir, rejim değişti. Saltanat bitti, Cumhuriyet geldi. Devlet ortadan kalkmadı, bir devamlılık içinde sadece rejim değişti. Başkaları bize ‘Türkiye’ diyordu; ilk defa biz de kendimize Türkiye dedik. Ama 1923 sonrası yaşananlar 1923 kadar önemlidir. Mustafa Kemal Paşa, Medeni Kanun’u getirdi, hukukun romanizasyon sürecini tamamladı. O dönemde iktisadi sistemin ıslahına geçildi ve köyden aşar kaldırıldı. Eğitim ve sağlıkta da ciddi reformlar yapıldı. Her toplumun yenilenmesi gerekir. Yenilenme olmadan hiçbir kurumu yaşatamazsınız. Türkiye Cumhuriyet’le değişti. İkinci Cihan Harbi’ne girmedik, birikim yaptık. O birikimle yeni endüstriye girdik. İki asırdır Batı orduları karşısında savaşabilmek ve direnebilmek için yeni ilimleri, teknikleri öğrenmek zorundaydık. Öğrendik, onları geliştirdik. Batılılaşmak için Batılılaşmadık, ayakta kalmak için Batı’nın kurumlarını aldık ve devam ediyoruz. Bugün de bu kurala uymak, Batı-Doğu kavgasından kaçınmak zorundayız.,
Vatan için çarpıştık ve kazandık. 1922’de padişah gitti, monarşi lağvedildi. Biz, Cumhuriyet’i kurarken daha çok Lozan’ın havasındaydık. Lozan’dan sonra Cumhuriyet ilan edildi ama o ara, ‘Meclis hükümeti’ dönemidir. 23 Nisan 1920’yle Temmuz 1923 arası, Türkiye, ‘Meclis hükümeti’ olarak devam etti. Çünkü daha cumhuriyet ilan edilmemişti. Bu çok önemli. Bu bir bağımsızlık savaşı, işgalcilere karşı bir direnişti. Bizim zaferimizdi. Zafer denince, “Hükümdarı kovduk, cumhuriyet olduk” diye düşünülmesin. Üç senelik ‘Meclis hükümeti’ dönemi zaferin yapıtaşıdır.