12 Eylül 1980’de asker darbe yapıp yönetimi devralınca Meclis feshedilmiş, yerine Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve dört kuvvet komutanından oluşan Milli Güvenlik Kurulu geçmişti.
Yasama organı mensupları Meclis’ten atılmış, açıkta kalmışlardı.
Bazılarına ‘on yıllıklar’ bazılarınaysa ‘beş yıllıklar’ denmişti. Bu, siyasi yasaklarının süresini belirten bir tanımlamaydı. Beş yıllıklar beş, on yıllıklar on yıl boyunca siyaset sahnesine çıkamayacaklardı.
İşi gücü siyaset olanlar, işsiz ve güçsüz yıllar geçireceklerdi.
Altan Öymen bir ‘on yıllık’tı. CHP’nin milletvekili ve aynı zamanda partinin Genel Sekreter Yardımcısıydı. Yöneticiliği sebebiyle de eski siyasetçilerle beraber, on yıllığına yasaklanmasına karar verilmişti.
Altan Öymen’in şansı, gazeteci olmasıydı.
Siyasete atılmadan önce yazılar yazdığı Cumhuriyet gazetesine geri dönmüş, ilk sayfadan duyurulan yazılarıyla eski köşesine yerleşmişti. Uğur Mumcu’yla köşe komşusu olmuştu.
Siyasi yazılarına da hızla başladı.
Darbeciler, her ne kadar otoriter ve baskıcı bir yönetimle ülkenin başında dursalar da yasaklı siyasetçilerin basında bulunmalarına önce ses etmediler.
Bülent Ecevit, CHP’yi bırakıp Arayış dergisini kurmuştu. Dönemin önde gelen akademisyenlerini Arayış’ta buluşturmuştu. Söyleyeceği sözü dergiden söylemeye koyulmuştu.
Ancak askerin ‘tahammül dönemi’ çok uzun sürmedi.
Arayış’ın on beşinci sayısı toplatıldı. Ve meşhur 52 sayılı bildiri, 1981’in baharında yayınlandı.
Bu bildiriyle eski siyasetçilerin Türkiye’nin hukuki yahut siyasi durumuyla ilgili yazı yazmalarının, toplantı düzenlemelerinin, bir araya gelip rakı sofrasında memleketi kurtarmalarının, hatta aile arasında muhaliflik oynamalarının bile önüne geçiliyordu. Altan Öymen, ‘eski siyasilere yeni yasak’ olarak tanımlıyordu bu durumu.
Bildiriden ilk haberdar olduğunda da tek yorumu, bu bildirinin ‘Türkiye’nin geldiği noktayı belirttiği’ olmuştu.
Böylelikle Altan Öymen birkaç ay içinde ikinci kez mesleksiz kalmıştı. Artık Cumhuriyet’te siyasi yazılar yazamayacak, kendi bildiği anlamıyla gazetecilik yapamayacaktı.
Ancak bir yerden, bir şekilde hayatını kazanması gerekiyordu.
Gazete yönetimiyle ‘devam etme’ kararına vardılar. Fakat Öymen, siyasi yazılar yazmak yerine geziler yapacak, Türkiye’yi anlatacak, söyleşiler yayınlayacaktı. Yazı dizileriyle şehirlerin panaromalarını çıkartacaktı.
İlk durağı Adana oldu.
O zamanlar -ne kadar kaliteli olurlarsa olsunlar- gazetelere fotoğraf basılamadığı için, daha doğrusu basılan fotoğrafın çekilenle alakası kalmadığı için yeni bir formül buldular: Altan Öymen’e karikatürist Tan Oral da eşlik edecekti. Fotoğraf çekilmeyecek, karikatürler çizilecekti.
15 Eylül 1981 günü, gazetenin yedinci sayfasında ’01 Adana’ dizisi tam sayfa yayınlanmaya başlandı. On bir gün sürdü.
O yazı dizisi, yapılışından tam 37 yıl sonra ‘geç kalmış bir kitap’ olarak Doğan Kitap’tan çıktı.
Yaşar Kemal, dizinin ilk yazısında, Adana denince aklına ilk ‘masmavi deniz gibi bir ova’ geldiğini söylemiş.
Adana’dan başlayıp İstanbul’a, oradan bütün Türkiye’ye başarısı yayılan Sakıp Sabancı’ysa ‘Kaliforniya…’ cevabını vermiş: ''Orada Kaliforniya’nın bütün özellikleri vardır. Onu o hale getirmeliyiz…''
Enerjici Turgut Yeğenağa, Adana’yı Texas’a benzetmiş: ''Onlarda petrol varsa bizde de pamuk var…''
Aslında Adana, hayli ‘ilginç’ bir noktaya kurulmuş. Denize uzak, ovalara uzak ve bu yüzden de hep sıcak. Yaşar Kemal’in deyimiyle ‘sarı sıcak’, hem de sapsarı… Serinlemek için arabaya binip bir yerlere gitmek şart.
‘Soğuk hava araçları’ da henüz yaygınlaşmamış. Adlarına ‘klima’ denmiyor oluşundan belli.
Sorup soruşturuyor Altan Öymen ve Tan Oral, Adana’nın nasıl, kim tarafından kurulduğunu.
Şehrin mitolojisinin başında Herkül varmış. Güneşin altında saatlerce, günlerce, ince işçilikle pamuk toplayan teyzeleri, amcaları ve torunları Herkül getirmiş bu coğrafyaya.
Çukurova ve çevresi o kadar bereketli, verimli topraklar ki yüz yıllardır insanlar Adana’yı ev belliyor. Şehir hiç boş durmuyor.
Adana ilk defa ‘Adiana’ adıyla, Hitit arşivlerinden çıkmış. Hititlerden önce de Kızzıvatna Krallığı ‘Adiana’yı mesken bellemiş.
Bir ‘onlar’ istila etmiş, bir ‘diğerleri’ fethetmiş. Adana hep meşhur kalmış.
Şehir sürreal olaylara ev sahipliği yapıyormuş. Ortak bir su sistemi kurulamadığı için insanlar kuyular kazıp suya ulaşırmış, devlet de pek denetleme ihtiyacı duymazmış. İşin kötüsü, şehrin altından geçen su, pis, kanalizasyon suyu.
Kanallardan da o su akıyor ve o kanallarda çocuklar her gün yüzüyor, kimi zaman da boğuluyorlarmış. Yine devlet pek denetleme ihtiyacı hissetmemiş. Sebebiyse ‘sıcak’. Ne yapsın çocuklar?
Altan Öymen ve Tan Oral’ın bizzat yaşayarak keşfettikleri bir diğer Adana hadisesi de ilginç:
Kiraladıkları arabayla hafta sonunda Akdeniz’e inmişler. Tan Oral biraz yüzmüş, sonra arabaya geri döndüklerinde Adanalıların sıcaktan bunalıp ovalara çıkmalarını sorgulayarak ‘Bu insanlar neden denize inmiyorlar yahu?’ diye tartışmaya başlamışlar.
Adanalıları anlamanın yolu, onların yaptıklarını yapmaktan, gittikleri ovalara çıkmaktan geçiyor elbette. Onlar da daha Tan Oral mayosunu değiştirmeden ovalara çıkmışlar.
Hava birden öylesine soğuklaşmış ki ‘Biraz daha serinler de üşür müyüz?’ diye düşünmeye başlamışlar.
Ovalardan sonraki duraklarıysa tarlalar… Şehrin ekonomisinin döndüğü yerler… Pamuk işçileri…
Yaşar Kemal ve Ferdi Tayfur’la yaptıkları söyleşiler epeyi gırgır.
Meğer Adana’da pamuk toplayanlar birbirleriyle yarışırlarmış. Kemal ve Tayfur da o günlerden akıllarında kalanları, pamuk çekme yarışlarını anlatmışlar. İkisi de birinciliğe oynayamayan ama sonuncu da olmayan ‘pamuk çekici’lermiş.
‘Pamuk çekici’lerin haklarını savunan hiç kimse yok. Ne sendika, ne bir örgüt… Hiç kimse.
Altan Öymen ve Tan Oral’ın sözde ‘siyasetten uzak’ dosyaları, onların da sesi olmuş bir noktada.