*Ümit Kıvanç
Bizi ilk ilgilendiren husus, mahkemelerin, Yargıtay’ın bunları kayda geçirmiş, fakat teşkilatın ve liderinin yargıdan kurtarılmış oluşu...
Bu dizi-yazılara dair not: Adnan Oktar teşkilatına yönelik operasyonda Oktar dahil 168 kişi tutuklandı. Bu teşkilata ve operasyona dair birçoğumuzun kafasını meşgûl eden sorulara cevaplar arıyorum. Başkalarının da aradığından eminim. Bütün benzer durumlarda olduğu üzre, kaldırılan toz duman içerisinde gerçeğe ulaşmak pek zor. Gözüme kulağıma, aklıma takılanları, azıcık araştırıp edinebildiklerimi paylaşacağım. Burada her gün peşpeşe sunulacak yazılar haliyle operasyonun yaratacağı bilgi akışına yetişemeyecek. Önemli eksikler kalır, düşündüklerimizi gözden geçirmemize yolaçacak yepyeni şeyler ortaya çıkarsa bunları bilahare derleyip toplamayı umuyorum. Tabiî operasyondan doğru dürüst bilgi ve delil çıkmasını da. Adnan Oktar teşkilatına yönelik operasyon çok soru doğurdu. Herkes tabiî öncelikle, “neden şimdi?” diye soruyor. Oktar’ın yarattığı ultra-sürreel âlem ve parıltılı kitsch perdesinin ardında çevirdiği meçhul dolaplar, üstelik hiç olmayacak bir alanda öyle bir oyuna kalkışmış oluşu yıllardır başlıbaşına koskocaman bir soru işareti olarak ortada duruyordu. Ramazan’da oruç tutmadığı için bir gencin dövülerek öldürülebildiği ülkede, ağır bir dinî örtü havalara savruluyor, altında kadın oynatılıyordu. “Oynatma” kısmı söylenenlerin, “herkesin bildiği sır”ların ve ihtimal verilenlerin yüzde biri sayılmazdı. “Neden şimdi?”ye kimileri mantıklı, kimileri spekülatif cevaplar, açıklamalar getirdiler.
EuroNews’ta Melis Alphan’ın sorularını cevaplayan Tayfun Atay, “Kanaatimce,” dedi, “Adnan Hocaçevresi denilen sözde İslami oluşumun kullanım süresi 2002’den bu yana Türkiye Cumhuriyeti üzerinde hakimiyet kurmuş AK Parti iktidarı açısından dolmuştur.” Başka cemaat ve tarikat çevrelerinden daha önce de “Oktar’ın faaliyetlerine yönelik çok sert, çok düşmanca ve saldırgan açıklamalar, değerlendirmeler” yapıldığına dikkat çeken Atay, bu çevrelerin “hükümeti harekete geçirmek yolunda tazyikler” de yaptıklarını hatırlattı. Ve hepimizin dönüp dolaşıp gelip tıkandığı noktaya vardı: “Herkesçe mâlûmdu ki, Oktar’ın İslam adına ortaya koyduğu, dudakları, yanakları, göğüsleri, orası burası ‘yapılı’ kadınlar ve body building eseri erkekler, daha çarpıcı deyişle, ‘kedicikler’ ve ‘tosuncuklar’ üzerinden sergilenen ve İslâmâ bir söylem çerçevesinde sunulan tablo İslâm açısından küfürdü. Buna dokunulmadı.” Atay’ın bunun sebebine ilişkin açıklaması şöyle: “…demek ki hâlâ Türkiye’de özellikle ‘sosyetik’ çevrelerden dindarlığa eleman sağlama hususunda Adnan Oktar’a ihtiyaç vardı.”
Tayfun Atay, “…anlaşılıyor ki,” diye devam etti, “yeni ortaya çıkan rejimde artık zaten İslâm sistemin dinamosu haline geldiği için, bu çevrenin daha fazla ‘fizibl’ (verimli) bir işlev taşımadığı anlaşılmıştır.” Gerçek Hayat’ta yazan Ahmet Murat ise, operasyonu, “Türk sağının (ve sağla barışık dindar çevrelerin) Harun Yahya’ya verdiği kredinin bitmesi”ne bağladı: “Son senelerdeki uygunsuz şovlar, deli saçması programlar filan gülünüp geçilecek cinsten sayıldı. Ama bu kredi tam bitmemiş olmalıydı ki, gözaltına alınması bu kadar gecikti. Bazı İslamcı/muhafazakâr gazetelerin kendisine ve kitaplarına yıllarca çarşafçarşaf yer vermeleri, kitaplarını promosyon yapıp dağıtmaları hep bu kredinin varlığından kaynaklandı. Ama artık Adnan Hoca’yı taşımanın zorluğu iyice belirdi.” Adnan Oktar operasyonunun anlamı ve zamanlamasıyla ilgili farklı bir ihtimali uzun yıllardır Türkiye’deki dinî grup ve hareketler üzerine çalışan gazeteci Ruşen Çakır dile getirdi. Çakır, 17 Temmuz günü Medyascope’taki programına “Dinî grupların devletin hedefinde olmasının derin anlamı”başlığını atmıştı ve önce Fethullahçılara, sonra Furkan Vakfı ve Alparslan Kuytul’a, şimdi de Adnan Oktar’cılara karşı yürütülen operasyonların belki de bir zincirin halkaları olarak görülebileceğini ileri sürdü. (İktidara yakın gazeteciler arasından da böyle bir ihtimali imâ edenler çıkmıştı.) Oktarcılara operasyonun böyle bir geniş ve “derin” stratejinin parçası olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Çakır’ın bu programını dinlemenizi öneririm. Erdoğan Türkiye’sinde tarikat ve cemaatlerin âdetâ kaçınılmaz olarak “bitiş”e sürükleneceğini işleyen Tayfun Atay’ın Cumhuriyet’teki yazısı da başka bir geniş bakış açısı sunuyor, onu da tavsiye ederim. Biz daha çok veriyle, ayrıntıyla uğraşacağız. Oktar ve silikonlu teşkilatını “taşımak”, hangi gün neresinden bakarsanız bakın sahiden zordu, fakat bunca sene pekâlâ taşınabildi. Bardağı taşıran damlayı merak edeceğiz elbette. Tıpkı onca sene bu yükün niye nasıl taşındığını merak ettiğimiz gibi. İlaveten, yük olmasına yüktü de, getirisi neydi, ne karşılığında taşınıyordu, diye de sormayı sürdüreceğiz: O “kredi” niye verilmişti? 1999’da Oktarcılara karşı kalkışılan operasyon ve ertesinde olup bitenleri hatırlayınca bütün bunları daha yüksek sesle sormak gerektiği sonucuna varmalıyız.
Polis, adliye ve sair devlet işlerini yakından bilen gazeteci Saygı Öztürk’ün Sözcü’deki iki yazısında, Adnan Oktar teşkilatının 1999 operasyonundan sonraki yargılamadan nasıl yırttığı anlatılıyor. Yazılardan ilki 15, ikincisi 17 Temmuz tarihli. Saygı Öztürk’ün ilk yazısında anlattıklarını toparlıyorum: Polis (Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesi Başkanlığı), 18 Kasım 1999’da Adnan Oktar ve müritlerini gözaltına aldı. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başsavcılığı, 10 Ocak 2000’de, Oktar ve otuz dört müridi hakkında, “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, örgüte üye olmak ve yardım ve yataklık etmek ve şantaj” suçlamasıyla dava açtı. Oktar’ın “tehditle menfaat sağlamak” ve “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek” suçlarından yedi ile on sekiz yıl arasında ağır hapse mahkûm edilmesi isteniyordu. İstanbul 1 No’lu DGM’de başlayan dava, sanıklar mahkeme heyetinin reddini talep ettiği ve heyet çekildiği için 2 NO’lu DGM’ye geçti. Ancak o da “görevsizlik kararı” ile davayı 3 No’lu’ya yolladı. Bu arada TCK’nın “çıkar amaçlı suç örgütüne üyelik”le ilgili maddesi DGM kapsamından çıkarıldı, dava İstanbul 7. Ağır Ceza’ya nakledildi. Bu mahkeme, “olaylar Oktar’ın Silivri’deki villasında geçiyor” gerekçesiyle görevsizlik kararı verdi, dosyayı Bakırköy Ağır Ceza’ya gönderdi. O mahkeme, “hayır, olaylar Beykoz’daki villada geçiyor” diyerek dosyayı Üsküdar’a postaladı. Villa konusunda mahkemeler anlaşamayınca Yargıtay devreye girdi, davayı 7. Ağır Ceza’ya verdi. Sanık avukatları o mahkeme heyetinin de reddini istedi, o heyet de çekildi. İş bu defa 8. Ağır Ceza’nın üstüne kaldı. Gelin görün ki, sözkonusu mahkeme “bankacılık suçları konusunda ihtisas mahkemesi”ydi, bu yüzden bu davaya bakamazdı, dosya mecburen yine yolculuğa çıktı, 2. Ağır Ceza’ya vardı. Ağustos 2000’de mahkeme Oktar’ın tahliyesine karar verdi. Kasım 2005’te de davanın zamanaşımı süresi doldu, hepsi yırttılar. Bu “adlî” süreç nasıl böyle bir rezilliğe sahne oldu? Var mı kimsenin izahı? Kimlerdir bu işlerin sorumluları? Hâlihazırda Oktarcılara yönelik böylesine ciddî, topyekûn operasyon yapılıyorken bu sorumluların da bahsinin geçmesi gerekmez mi? Geçmiyor. Öztürk’ün ikinci yazısına gelelim. “Araştırdığımda çok ilginç bir durumla karşılaştım,” diyor Öztürk: Meğer Yargıtay’ın kararında Adnan Oktar’ın “suç işlemek amacıyla” kurduğu örgütün “faaliyetlerine devam ettiği” belirtilmiş! Yargıtay ayrıca, zamanaşımı süresinin beş değil on yıl olarak uygulanması gerektiğini de karara bağlamış. “Yerel mahkeme,” diye anlatıyor Öztürk, “hüküm kurup yeniden Yargıtay’a göndermesi gerekirken, orada takılmış ve sonrasında zamanaşımından dava düşürülmüş.”Yılların gazetecisi, ne var ki, sözü bu noktaya getirip, ortadaki büyük haltı kimlerin niye nasıl yediğini kurcalamıyor ve, “Örgüt olarak nitelendirilmesine rağmen,” diye devam ediyor, “zamanaşımının on yıl olarak işletilmemesi de manidar bulunuyor.” Bulunuyor’u vurguladım, zira merak ediyorum: kim bu manidar bulan meçhul şahıslar? Aslında Saygı Öztürk dahil hepimiz. O halde sormamız gereken başka sorular yok mu? Bunca yıl boyunca sorulmamış. Öztürk’ün o zamanki dava dosyasından aktardığına göre, “A.O. liderliğinde dinî görünüşlü bir grup olarak biraraya gelen” sözkonusu teşkilatın “zor ve tehdit uygulamak suretiyle yıldırma, korkutma ve sindirme gücünü kullanarak” ulaşmaya çalıştığı hedefler şöyle sıralanıyor: - “basın yayın kuruluşları üzerinde nüfuz elde etmek”, - “kendilerine ve başkalarına haksız çıkar sağlamak”, - “destekledikleri kişilerin ve siyasi partilerin seçimlerde oy elde etmesini, karşı oldukları kişi ve siyasi partilerin oy kaybetmesini sağlamak…”
Öztürk’ün yazısından aktarıyorum; kaydedilmiş ki: “Bazı örgüt üyeleri”, “bir siyasî partinin çeşitli kademelerindeki yönetimlerine” girmiş, o partiyi “desteklemiş”, parti içinde lidere muhalefet yapanlarla “görüşerek ikna etmeye çalışmış”lar. Muhalefetten vazgeçmeyen bu kişileri “yıldırmak ve sindirmek için hazırladıkları karalama metinlerini birçok kişi ve kuruma göndermiş”ler, “bu kişilere ait telefon kayıtlarını yasal olmayan yollardan ele geçirerek kimlerle görüştüklerini tesbit etmiş”ler, “bu kişileri takip ederek kimlerle buluşup ne konuştuklarını belirlemiş”ler. Bu takip işlerine dair “birçok evrak sanıkların evlerinde ve bilgisayarlarında ele geçirilmiş”. Öztürk’ün aktardığı resmî kayıtlarda, teşkilatın o yıllarda, özellikle kendileriyle uğraşan gazetecilere karşı kara propaganda-savaş aracı olarak kullandığı, epeyce nam salan “dosya”ları tarif ediliyor: “...fotomontaj yoluyla ürettikleri fotoğrafları da ekleyerek resmî kurumların yanında aralarında bu kişilerin komşularının ve arkadaşlarının bulunduğu birçok yere gönderdikleri, böylece bir yandan bu kişileri yıldırıp sindirerek aleyhlerine yazı yazılmasına ve program yapılmasına engel olmayı, intikam almayı, diğer yandan da diğer basın mensuplarına gözdağı vermek suretiyle basın yayın kuruluşları üzerinde nüfuz elde etmeyi amaçladılar.” Zaten bu sınıfa giren pek çok bilgiyi Oktar kendi vermişti savcılık ifadesinde. Manken Ebru Şimşek ile dansözler Leyla Adalı ve Tanyeli’ye şantaj yaptırdığını, müritlerinden biriyle evli olan kızının boşanmasını sağlayan, Club 2019’un sabihi Ceylan Çaplı’yı hedef aldığını, Tura Turizm'in sahibi Çetin Saraç'ın kızını Oktarcıların elinden kurtaran Adlî Tıp’çı Prof. Dr. Adnan Ziyalar’ı “rüşvet tuzağına düşürdüğünü”, politikacılar Mesut Yılmaz, Mehmet Ağar, Celal Adan, Meral Akşener’e, basın patron, yönetici ve elemanları Dinç Bilgin, Zafer Mutlu, Fatih Altaylı, Ayşe Özgün, Ayşe Arman ve Savaş Ay’a tezgâhlar kurdurduğunu bizzat anlatmıştı.
Yukarıda sözü geçen siyasî “destek faaliyetleri”ne de açıklık getirmiş, özel olarak Tansu Çiller ve MHP İstanbul Milletvekili Mehmet Gül’e, genel olarak MHP ve DYP’ye destek verdiklerini söylemişti. “Seçim öncesinde Mesut Yılmaz’a fotomontajla mason elbisesi giydirip gazetelerde yayınlanması talimatını ben verdim,” demişti. Fotomontajla mason elbisesi giydirme talimatı vermesi anlaşılırdı da, böyle bir sahte fotoğrafın yayımlanması için talimat vermiş olması ilgi çekici değil mi? Oktar, örgütten ayrılanlara yönelik şantaj ve tehditleri itiraf etmesinin yanısıra, operasyonda “uygunsuz vaziyette” beraber yakalandığı genç kadını kendisine “birlikte olması için” mürit-teşkilat elemanlarından birinin getirdiğini de söylemişti. Bunları gözönüne alınca, bugün ortaya çıkanlar arasında yeni herhangi bir unsur bulunup bulunmadığı şüpheli hale geliyor. Ve “devlet sırları”, “casusluk” gibi iç gıcıklayıcı kavramların bu açığı kapatmak için ortaya sürülüp sürülmediği sorusu doğuyor. Adnan Oktar’ın dokuz ay hapiste kalmasına yolaçan, şikâyetçilerin çoğunun şikâyetini geri çektiği 1999 operasyonunda ortaya dökülenlerin bir bölümü için şu habere göz atabilirsiniz. O zamanlar bu teşkilatın hazırlayıp faks veya mektupla yaydığı “dosya”larda yeraldığını duyduğumuz tasvir ve anlatımlar, “iğrenç” kavramının kapsamını zorlayacak, aslında yapanın alçaklığını ve cibiliyetini gözler önüne seren şeylerdi. Hiç zorlamayın, aklınıza hayalinize gelmeyecek, gelirse kusacağınız şeyler. Bu işin mağdurlarından biri de gazeteci Fatih Altaylı’ydı. 16 Temmuz’daki Teke Tek programında Altaylı, Oktar teşkilatı kendisine “binlerce dava” açarken, “Kartal Adliyesi’nde bir mahkemenin özellikle bu davaları kabul ettiğini” anlattı. Örgütün yargıda ayağı vardı. Belli ki başka yerlerde de. Nitekim kimi mahkemeler ve Yargıtay o vakit teşkilatın marifetlerini görmüş, incelemiş, kayda geçirmiş ve fakat teşkilat ve lideri yırtabilmişti. Nasıl? Kimler kurtarmıştı? Niye? “Ellerinde kasetler vardı” cinsi açıklamalar yetmez. Kimlerin kayıtları vardı ki bunlara dokunulamadı? İlgili ve yetkili herkesin mi vardı? Bu çok önemli soru. Buradan hem Türkiye’de devletin nasıl işlediğini hem de İslâmcılar âleminin cibiliyetini gösteren cevaplara ulaşılması kaçınılmaz. Tıpkı magazinel ve simgesel değeri yüksek, muhtemel siyasî sonucu ağır olan yukarıdaki soru gibi.