Ümit Kıvanç*
BU DİZİ-YAZILARA DAİR NOT: Adnan Oktar teşkilatına yönelik operasyonda Oktar dahil 168 kişi tutuklandı. Bu teşkilata ve operasyona dair birçoğumuzun kafasını meşgûl eden sorulara cevaplar arıyorum. Başkalarının da aradığından eminim. Bütün benzer durumlarda olduğu üzre, kaldırılan toz duman içerisinde gerçeğe ulaşmak pek zor. Gözüme kulağıma, aklıma takılanları, azıcık araştırıp edinebildiklerimi paylaşacağım. Burada her gün peşpeşe sunulacak yazılar haliyle operasyonun yaratacağı bilgi akışına yetişemeyecek. Önemli eksikler kalır, düşündüklerimizi gözden geçirmemize yolaçacak yepyeni şeyler ortaya çıkarsa bunları bilahare derleyip toplamayı umuyorum. Tabiî operasyondan doğru dürüst bilgi ve delil çıkmasını da.
Adnan Oktar teşkilatına yönelik operasyonu konu etmeye başladığım ilkinde, devlet içinden birileri tarafından, Oktar teşkilatını kollama amacıyla kasıtlı olarak akamete uğratılan 1999 operasyonunu hatırlatmıştım. O operasyonun en önemli ismi eski içişleri bakanı Sadettin Tantan, yeni operasyon dolayısıyla kendisine mikrofon uzatılan kimselerin başında yeraldı, doğal olarak. Tantan, hem o zaman Oktarcıların korunup kollandığı “çember”in en azından bir kısmı hakkında somut sözler etti hem de üstünde durulmayan, hattâ konu edilmesin diye gayret gösterilen önemli bir soruna işaret etti. Hürriyet’ten İpek Özbey, Tantan’a sordu: “İki dil bilen, iyi yetişmiş, eğitimli, varlıklı ailelere sahip gençler… Peki niçin Adnan Hoca gibi birinin kölesi olmayı seçiyorlardı?” “Asıl araştırılması gereken bu,” dedi eski bakan. “Vaktimiz olmadı. Meselâ Hizbullah terör örgütü insanları evlerin bahçesine gömdüğünde, o konudaki tüm yetkin insanları toplayarak araştırma başlatmıştık. Bu insanlar nasıl oluyor da amcasını, dayısını, babasını yargılıyor, bilgisayar ortamında arşivliyor ve gömüyordu? Bunu yapmıştık. Bizim vaktimiz olmadı ama şimdi Adnan Hoca konusunda da aynı çalışmayı yapmak gerekiyor. Bu insanlar neye kanıyor? Acaba geçmişten kaynaklanan muhafazakâr bir yapıdan dolayı birtakım zafiyetlerini Adnan Hoca’nın sunduğu yakışıklı erkekler ve güzel kızlarda mı kullanıyorlar? Bu şekilde insanların kaydedilmesi, arşivlenmesi sayesinde büyüyen bir şantaj ağı çalıştırıyorlar” (vurgu benim -ük). Adnan Oktar'cıların marifetleri ve onlara yönelik operasyon konusunda, farkındaysanız, iki mevzuya hiç yaklaşılmıyor: Biri, geçmiş uzun yıllar boyunca bu teşkilatı kimlerin neden, nasıl kolladığı; öbürü, sahiden iyi eğitimli ve akıllı, becerikli, parlak genç insanların, kofluğu ve dünyanın en güvenilir kişisi olmadığı her halinden belli birinin kurduğu saçmasapan dünyaya nasıl kapıldıkları. Bunlar, sorun edildikleri yerde bile yeterince incelenemiyorlar, çünkü bizzat sorunun özüne değinen Tantan da, “Böyle bir ağ iç ve dış odaklar tarafından desteklenmeden oluşamaz,” gibi sözleriyle, mütemadiyen “dış güçler” bağlantısına vurgu yaparak, meselenin bu taraflarının örtülmesine yardımcı oluyor. Tantan kendi değindiği hayatî noktanın daha da silikleşmesi için gayret gösterir gibi, “Adnan Hoca bir tarikat değil,” diyor, “dinle falan da ilgisi yok.” Eski polis-bakan ayrıca, “Neden 19 yıl beklediler?” sorusuna “takılmamamızı” istiyor: “Şu anda bu operasyonu yapan yetkililere destek vermemiz gerekir. Kamuoyu oluşturmamız lazım, halk bu operasyonu sahiplenmeli. Kimse siyaseten engellemesin diye sahip çıkmak gerekiyor. Çok zor bir operasyon. İçten, dıştan müdahale gelebilir.” “Neden beklediler?” sorusuna elbette takılacağız. Ama şu son noktada Tantan’ın telaşını ve hayatî noktaları es geçmeye bizi sürüklemesini biraz mâzur görebiliriz. Çünkü 1999 operasyonunda, öyle anlaşılıyor ki, başına gelmeyen kalmamış. Operasyon başlangıcından hemen bir gün sonra, 12 Temmuz’da Sadettin Tantan 1999 Kasım’ında operasyona giriştiklerinde pek çok Fazilet Partili siyasetçinin nasıl “üzerine çöktüğünü” anlatmıştı. Milletvekilleri, “Bunlar iyi çocuklar, bunları bırak” diye “siyaseten baskı” yapmışlardı. Bununla kalsa iyiydi. Oktar ve teşkilatı Adliye dehlizlerinden sağ salim çıkıp kurtulurken Tantan Oktarcıların açtığı yirmi sekiz dava ile uğraşmıştı. Tantan, “Bizi bıktırmaya, itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Bu mücadeleyi hiç bırakmadılar,” diyor.
Anlaşılan Refah-Fazilet çizgisindeki siyasetçilerden Adnan Oktar âleminin çeperinde dolaşan çoktu. Oktarcıların epey saldırısına mâruz kalan gazeteci Fatih Altaylı, 1990’larda bir kızı teşkilatın elinden kurtarmak için devreye girmiş, polisin Emirgân’daki bir evi basması sağlanmış, ancak “operasyon duvara çarpmış”tı: “O sırada iktidarda olan Refah Partisi’nin daha önce bakanlık da yapmış önemli bir ismi evdeydi ve ‘gençlerle’ sohbet etmekteydi.”
Tantan’ın esas önemsediğim sözüne dönelim: “geçmişten kaynaklanan muhafazakâr bir yapıdan dolayı birtakım zâfiyetlerini Adnan Hoca’nın sunduğu yakışıklı erkekler ve güzel kızlarda mı kullanıyorlar?..” Acaba eski bakanın “geçmişten kaynaklanan muhafazakâr yapı”dan kastı nedir? Bu öyle bir yapı ki, “birtakım zâfiyetler”e sebep oluyor. Bunlar öyle “zâfiyetler” ki, yakışıklı erkekler ve güzel kızlar aracılığıyla giderilmeye çalışılıyor. Sadettin Tantan burada, aslında, Oktarcılar bertaraf edilse bile buna benzer odakların neden hep çekici kalacağına dair okkalı bir gerekçelendirmeye ışık tutmakta. Hiç konuşmadığımız, konuşsak muhtemelen bir yandan kadına yönelik şiddet ve çocuk tacizi-tecavüzü konularıyla birlikte, “erkek şiddeti” veya “erkek kompleksi” başlığı altında ele alacağımız bir temel meseleden sözediyor. Öbür yandansa ele alamayacağımız. Çünkü çok temel, yapısal, zihinlerle, ruhlarla, köklerle ilgili, gelişmesi gerekenin geri kalması, gelişmemesi gerekenin olmaması yerden uzaması diye tarif edilebilecek mesele bu. Ele alamayacak oluşumuz hem hesaplaşma gerektiren derin mevzularla uğraşmayı sevmeyişimiz ve beceremeyişimizden hem de bunun düpedüz iktidar meselesi tartışmasına yolaçacak oluşundan. Zira toplum yapımızdan bahsediyoruz; gelenek görenekten, “değerler”den. Adnan Oktar’ınki gibi bir âlemde kendi arzusuyla kalan kadınların neyi neye tercih ettiği gibi, “Kedicikler” başlığının altına asla sığmayacak kadar derin ve dallı budaklı öbür mevzuyu da sadece anıp geçiyorum. Operasyonda her gün aynıları ortaya çıkan “dehşet verici” ayrıntıları ve kameralı odalarda kimin kime neresinden ne yaptığını öğrenme peşindeki kamuoyunu can sıkıcı mevzulara mahkûm ediyorum, bari bunu uzatmayayım. Adnan Oktarcılarla uğraşmanın nasıl bir belaya bulaşmak anlamına geldiğini en canlı haliyle yaşamış gazeteci Ruşen Çakır, “Bu tür hareketler Türkiye gibi ülkelerde çok daha kolay yol alabiliyorlar,” dedi operasyon üzerine yaptığı özel yayında. Çünkü burada riya egemen! Bu sözü az yukarıya bağlamayı size bırakıyor, Çakır’ın Oktarcılar hakkında anlattığı başka şeylere geçiyorum.
Vaktiyle, Oktar ve teşkilatı kendisine saldırdığında Ruşen Çakır bir arkadaşının hukukçu babasıyla görüşmüş, Oktarcıların marifetlerini, mücadele yöntemlerini ona anlatmış. Hukukçu adam şöyle demiş: “Bunları yapabiliyorsa arkası kuvvetlidir, bir şey yapamazsın.” Nitekim, Oktar’ın yargı alanındaki yegâne marifeti kendisine karşı açılmış davadan sıyrılıvermek değil; hakkında dava açtığı kişi sayısı beş bini (5000!) buluyor. Böyle geniş bir “adlî faaliyet”, sahiden de ancak “arkası sağlam” birinin yapabileceği bir şey. Ekşi Sözlük’ü ve çok daha ötesi, birbirinden farklı binlerce blog’uyla, sitesiyle koskoca Wordpress.com’u yasaklatabilmiş birinden bahsediyoruz. Çocuklarını örgütlediği ailelerin açtığı davalardan da Oktar genellikle mahkûmiyetle çıkmadı; mahkemeler daha çok onun lehine kararlar verdiler. Ruşen Çakır, Adnan Oktar’ın yalnız yargıda değil, İslâmcı basında da azımsanmayacak etkinliğe sahip olduğunu hatırlattı. “Uyduruk kitaplarının” ilanlarını vererek o gazetelere arka çıkması şüphesiz bu etkinliğin tek sebebi değildi. Türk İslâmcılığı, şimdi iktidar sayesinde her şeyi zorla yapabilir duruma geldiği için artık kıymet vermiyor olabilir, ama bir dönem, her şeye rağmen Adnan Oktar’ı “yine de bizden” gördü. Burada da bir büyük vebal var. Kandilli villasının parıldayan varakları arasında kuytuda kaldı, görünmüyor, sözü edilmiyor. Adnan Oktar, pek çok İslâmcının gözünde, rahatsız edici tavırlarına ve bilumum acayipliklerine rağmen, evrim teorisi ve materyalizme karşı cansiparâne mücadele eden, içyüzünü bilenler için âlim değilse de bir tür “mücahit” itibarına sahipti. Bugün -hele operasyonun varlığında- inkâr edilecektir. İnkârı da zor değil, zira yerleşik İslâmcı kültüründe, “öyle diyorduk ama öyle düşünmüyorduk”un herhangi bir sakıncası, “götürüsü” yok. “Harun Yahya”nın Yahudi düşmanı eserini kaç Akit’çi elden ele dolaştırmıştır acaba? 13 Temmuz günü sosyal medyada Harun Yahya kitapları hadisesi patladı. Güya Adnan Oktar’ın takma isimle yazdığı, aslında bir kısmı müritlerince yazılan, bir kısmı Batılı asıllarından çevrilerek araklanan ve Harun Yahya adıyla basılan kitaplardan Millî Kütüphane’de İngilizce, Fransızca, Rusça çevirileriyle birlikte tam 694 ayrı başlık bulunuyordu. TBMM kütüphanesinde de 72 Harun Yahya “eseri” vardı. Gürültü koptuktan kısa süre sonra, Meclis kütüphanesinin internet sitesine erişim kesildi, sitenin “bakıma alındığı” duyuruldu. Cumhuriyet’teki habere göre, “Oktar’ın kitapları ayrıca 400 farklı noktada il ve ilçe halk kütüphanelerinde yer alıyor”du. Adnan Oktar’ın “arkası sağlam”dı. Ama bu yalnız siyaset ve yargıda birileri onu kolladığı veya kaset korkusundan ona arka çıktığı için değildi. Ona diş bilese de ondan vazgeçemeyen, savaşçı, fetihçi, üstün gelmeci, baskın çıkmacı, karşıdan kapmacı, tahakkümcü kültüre sırtını yaslayabiliyordu. Riya âlemiyle uğraşmanın sonu yok; gelin operasyona dönelim. Ruşen Çakır, “Açıkçası,” dedi, yukarıda sözünü ettiğim programında, “şu ana kadar yazılanlar çizilenlere baktığım zaman, bu operasyonun gerçek anlamda aydınlatıcı bir operasyon olacağına güvenmiyorum. Bir şekilde … devletin bize göstermek istediklerinden ibaret kalacak.” Bize gösterilmek istenenler denince, bakışlarımızı tekrar Ceylan Hanım’a ve örgütten ayrılmış, oradaki vaziyetleri anlatan başkalarına çevirmemiz gerekiyor. Çünkü operasyonun bir “anlatı”sı var ve bunun özünü onlar temsil ediyor.