19 Ocak 2007'de Genel Yayın Yönetmeni olduğu Agos gazetesinin önünde öldürülen Hrant Dink soruşturmasıyla ilgili konuşan Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan, Başsavcı Hadi Salihoğlu'nun iddianameden 'üç ismin' çıkartılmasını talep ettiğini belirterek "Fakat Gökalp Kökçü iddianame konusunda direndi" dedi. Danzikyan, "Aynı dönemde Dink ailesinin avukatları da bu üç ismin iddianameden çıkarılması halinde iddianamenin meşruiyetini kaybedeceğini söylediler. Savcı direnince Başsavcının da yapacak bir şeyi kalmadı ve iddianame kabul edilerek mahkemeye gönderildi. Fakat sanıyorum bu hesaplaşma bitmedi ki Savcı Gökalp Kökçü’nün görev yeri değiştirildi" dedi.
Yeni Asya'dan Gökhan Yılmaz ve Ekrem Özden'e konuşan Yetvart Danzikyan'ın verdiği röportajın tam metni şöyle:
Hrant’ın katledilmesinin üzerinden 9 yıl geçti. davanın seyri ne durumda şu anda, kısaca bahsedebilir misiniz?
Dava son bir yılda bir hızlandı biraz. 8,5 yıl hiçbir şey olmadı nerdeyse ama son 6-7 ayda bir hızlanma oldu. Biliyorsunuz cinayetten sonra sadece tetikçi ve arkadaşları/ azmettiricileri yakalanmış ve yargılanmışlardı. Bu dava zaten çok da doğru gitmedi. Fakat mahkeme örgüt bulamadı, sonuçta dava cinayetten ve azmettiricilikten sonuçlandı. Tam da böyle bir davada örgüt bulunamaması tabii ki kamuoyunun büyük infialine neden oldu. Zaten o dava “burada örgüt var iyi bakmamışsınız, örgüt bulun” diyerek Yargıtay’dan geri döndü. Daha sonra o dava yeniden başladı ve aşağı yukarı 2 yıldır devam ediyor.
Kamu görevlileri davaya nasıl dahil edildi?
Dink ailesinin avukatları, insan hakları savunucuları ve adalet bekleyenler bu cinayette kamu görevlilerinin çok büyük bir payı olduğu görüşünü savunuyorlardı. Kimi koruyordu, kimi tetikçilerle çok yakın, normalin ötesinde bir irtibat kurmuştu, kimi tedbir almamıştı, kimi Hrant’ı korumamıştı. Dolayısıyla bütün bir devlet yapısının bu işin içinde olduğundan hareketle en az 24 kamu görevlisi hakkında soruşturma açılmasını istiyorlardı. AİHM’den “Kamu görevlileriyle ilgili olarak etkin bir soruşturma yapılmamıştır. Hrant Dink korunmamıştır” kararı çıktı. Yine o dönemde Devlet Denetleme Kurulu’nun bir raporu çıkmıştı, dolayısıyla devlet bir taraftan da bu soruşturmayı açmak durumunda kalmıştı. Çünkü bazı kamu görevlileri için soruşturma izni verilmemişti. Bunlara itiraz edildi, AİHM’le atılan imzalar çerçevesinde bunlara otomatikman izin verilmesi gerektiği ortaya çıktı. Devlet artık hukuki olarak bu işin sonuna gelmişti. Daha fazla direnemezdi. Ama aynı zamanda AKP ile Gülen cemaati arasında savaş da başlamıştı. Dolayısıyla bu iki gelişme birbirini tetiklemiş oldu.
AKP kamu görevlileri konusunu Gülen cemaatine ihale etmeye mi çalışıyor?
Bu yanlış olmamakla beraber bize manzaranın tamamını sunmuyor. Biz her seferinde Hrant Dink cinayetine göz yuman, katkıda bulunan, payı olan kamu görevlilerinin sadece cemaate yakın polislerle açıklanamayacağını, devletin bütün kanatlarıyla “AKP’ye yakın bürokratların klasik devlete yakın duranlar, Vali, Kaymakam, Emniyet Müdürlüğü, Emniyet İstihbarat” gibi bir çok kuruluşun bu işin içinde olduğunu söylüyorduk. Dolayısıyla bu işin sadece cemaate fatura edilmesinin eksik olacağını düşünüyorduk ve bu işin siyasi mülahazalarla yapılmış olacağını dile getirerek buna itiraz ettik. Hrant’ın cinayetini, cinayetin hemen öncesi ve hemen sonrası olarak izah edemeyiz. Mahkeme, malum yazıda bir suç unsuru olmadığını belirten bilirkişi raporuna rağmen, Hrant’ın yazdığı yazıdan başka bir anlam çıkarıp mahkum ederek hedef haline getirdi. Daha sonra bu dosya Yargıtay’a gitti, Yargıtay da mahkumiyet kararı verdi. Genelkurmay’ın 2004 yılında Sabiha Gökçen haberi ile ilgili olarak kullandığı sert ifadeler falan, dolayısıyla Hrant devletin neredeyse bütün gözenekleriyle aslında hedef haline getirilmiş ve vurulmasına göz yumulmuş birisi.
Neden Hrant?
Hrant Dink Ermeni olduğu için öldürüldü, bunu biliyoruz. Sadece bu değil tabii ki Hrant Dink aynı zamanda muhalif bir Ermeni olduğu için öldürüldü. Bir şekilde devletin zararlı bulduğu bir insan olduğu için öldürüldü. Sonuç olarak 2004-2005-2006 şartlarında Hrant Dink iki sebeple öldürüldü. Birincisi; somut olarak devletin Hrant Dink’i hedef haline getirmesinden sonra öldürüldü. Çünkü devlet bir kişiyi hedef haline getirdikten sonra tetiği kimin çekeceği önemli değildir. Türkiye’nin maalesef böyle bir yapısı var. İkincisi; zaten o yıllarda devlet içinde devletle bağlantılı bir tür cinayet ortamı oluşturulmuştu. Rahip Santoro’nun öldürülmesi, Zirve katliamı gibi bir de böyle bir mekanizma artık yürümeye başlamıştı.
Davanın son 1 senedir çok hızlı bir şekilde ilerlediğini, mesafe kat ettiğini belirttiniz. Son gelişmede savcı Gökalp Kökçü’nün görev yeri değiştirildi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Devlet içinde davanın karartılması için yeni bir hamle mi var?
Devlet içerisinden çok somut bir bilgi alabiliyor değiliz ama, az evvel saydığım gelişmeler ışığında bu mevzubahis kamu görevlileri hakkında bir soruşturma ortaya çıktı. Gökalp Kökçü, bu cinayetten büyük oranda Gülen cemaatine yakın polisleri sorumlu tutmakla birlikte iddianameye bakınca bunu görebiliyoruz-, Dink ailesi avukatlarının talep ettiği kamu görevlilerinin birçoğunu iddianameye koydu ve haklarında cezalar istedi. Bunların iddianamede olması sanıyorum Başsavcılıkta biraz rahatsızlığa sebep oldu. Daha sonra başsavcılık önce teknik bir sebepten dolayı iddianameyi iade etti, bu sorun çözüldükten sonra ikinci kez iade etti.
İddianamede direndiği için mi görev yeri değiştirildi?
Burada kamuoyuna yansımadı ama öğrenebildiğimiz kadarıyla Başsavcı üç ismin iddianameden çıkartılmasını talep etmiş. Fakat Gökalp Kökçü iddianame konusunda direndi. Aynı dönemde Dink ailesinin avukatları da bu üç ismin iddianameden çıkarılması halinde iddianamenin meşruiyetini kaybedeceğini söylediler. Savcı direnince Başsavcının da yapacak bir şeyi kalmadı ve iddianame kabul edilerek mahkemeye gönderildi. Fakat sanıyorum bu hesaplaşma bitmedi ki Savcı Gökalp Kökçü’nün görev yeri değiştirildi. Geri planında ne var bilmiyorum ama artık başka bir savcı bu davaya bakacak ve kim bakacak bilmiyoruz.
Yeni gelen Savcı aynı itinayı gösterecek mi sizce?
Şimdiden bir şey söylemek doğru değil ama yeni savcının da aynı itinayı göstermesini bekliyoruz. Bundan sonraki süreç mahkemede devam edecek ama hâlâ soruşturulmayan isimler de var. Dolayısıyla hâlâ soruşturulması gereken var ve bir dosya daha var. Son dönemde ortaya çıkan görüntülerde katilin Jandarma gözetiminde hareket ettiği görülüyor. Ayrıca daha sonra Ergenekon’dan yargılanan bir ekibin 2004-2007 arasında Hrant Dink’e hayatı dar eden ekip olduğunu biliyoruz.
Malumunuz Ergenekon davası çöktü. Bazı zanlıların Hrant Dink cinayetindeki rolleri düşünüldüğünde Hrant’ın makamında oturan biri olarak bu sizin de ruh halinizde bir güvercin tedirginliğine sebep oluyor mu?
Burada daha çok can sıkıcı olan Ergenekon davasının boşa düşmesidir. Ergenekon heba edilmiş bir davadır. Ergenekon davası boş bir dava değildi. Ama AKP devlet içindeki hesaplaşmalarda Gülen cemaatini ön plana koyduğu için, Ergenekon konusu da geri plana atıldı. Belli ki orduyla bir tür anlaşma yapılarak Ergenekoncular çıkartıldı ve onların itibarları iade edildi. Bu aslında sadece Ermenilerin değil bütün Türkiye’nin sorunu olması gerekiyor. AKP kendine karşı darbe yapmakla itham ettiklerini dışarı çıkarmış, daha sonra neredeyse onlara madalya takacak hale gelmiştir. Bu açıkçası AKP’nin hesabını vermesi gereken bir durum, ama tabii ki Ergenekon’dan yargılanan insanların tekrar Türkiye siyasetini etkileyecek hale gelmesi can sıkıcı.
Özellikle Doğu Perinçek’in son dönemde “AKP bizim çizgimize geldi” gibi ifadeleri dikkate de alındığında “anlaştılar” diyorsunuz yani..
Der tabii. Yani onun çizgisine gelirsen o da bu fırsatı kaçırmaz. AKP, Perinçek’in ayağına sürekli gollük paslar atıyor ona da dokunmak kalıyor sadece. Siyasi olarak da AKP, bilhassa Kürt sorununda, Doğu Perinçek çizgisine gayet yaklaşmış bir vaziyette.
“Bu davaların savcısıyım” denildiği günlerden davaların düşürülüp darbecilerin aklandığı günlere nasıl gelindi? Bu savrulmayı nasıl açıklayabiliriz?
Geriye dönüp baktığımızda Ergenekon soruşturması başladığı günlerden itibaren AKP’nin derdinin derin devletle hesaplaşmak olmadığına yönelik işaretler vardı. AKP için en kritik düşman o günlerde orduydu. Çünkü yeni bir darbeyi engellemek istiyorlardı. İktidara gelir gelmez, darbeyi engellemek için batıdaki finans çevreleriyle çok sağlam bağlantılar kurmuşlardı. Kendilerini garantiye almak için AB ile iyi ilişkiler kurmuşlardı. Bu güçleri arkalarına aldıktan sonra da ordunun üzerine gittiler. Çünkü ordu onlar için o zaman ilk düşmandı. Ki bunda da haksız değiller, ordu Türkiye siyasetine sürekli müdahale eden Türkiye siyasetini vesayet altına alan bir aktördü o zamanlar. Şimdi de belki fırsatını bulsa yine yapabilir. Ama AKP’nin Türkiye’de sivilleşmek gibi bir derdi olmadı. Sadece en somut düşmanını geriletmek derdindeydi. Bunun için de liberal kanattan, demokrat kanattan çok geniş bir destek buldular. Ve AB, ABD, finans çevreleri ve Türkiye içindeki liberallerin, demokratların, hatta bazı sol kesimlerin de desteğiyle orduyu yenilgiye uğrattılar. Orduyu yenilgiye uğrattıktan sonra AKP’nin aslında sivilleşmek gibi bir derdinin olmadığı da ortaya çıktı. Çünkü ordu vesayetine yakın bir vesayeti yavaş yavaş kendileri kurmaya başladılar.
Peki biraz da son dönemde yaşanan gelişmelere gelelim. Güneydoğu’daki gelişmelere bir bildiri yayınlayarak tepki gösteren akademisyenlere yapılan gözaltılar nasıl değerlendirilebilir? Hrant Dink katledildikten 1 ay sonra Birikim dergisinde yazdığınız bir yazınızda “Fakat ağır hava yavaş yavaş herkesin omuzlarına çöküyordu ve gidişatın bizi yani Türkiye’yi karanlığa götürdüğünü söyleyenler artık bir avuç kişi kalmıştı. Devlet, hükümet ve büyük medya pervasızca ve küstahça yaklaşan şiddeti kah kayıtsızlıkla, kah “milletimizin refleksidir” tebrikleriyle, kah provoke edici başlıklarla karşılıyordu” ifadeleri kullanmıştınız. Bu bağlamda bugün de benzer bir durum yaşandığını söyleyebilir miyiz?
Bunu açıklayabilmem için çözüm sürecinin neden bittiğine bakmamız gerekiyor. Az evvel dediğim gibi AKP elastiki bir ideolojiye sahip. Bundan iki yıl önce AA’nın dahil olduğu bir grup gazeteci Murat Karayılan’ın basın toplantısını izlemek üzere Kandil’e gitmişti. O zaman her şey toz pembeydi. AKP’nin altı doldurulmuş, çözüm gibi bir derdi yoktu. AKP PKK’ye silah bıraktırdığı anda “Bakın Kürt sorunu çözdüm” diyerek ortaya çıkacak ve kendi iktidarını perçinleyecekti. Fakat sanıyorum sürecin kendilerinden çok Kürt siyasal hareketine yaradığını düşündü.
Ki öyle de oldu zaten...
Evet bunu daha önce görmüştü AKP, dolayısıyla Dolmabahçe’deki sehpayı devirmekten çekinmedi. Bu sebeple çözüm sürecinin bitmesinden çok büyük oranda AKP sorumludur. Sonrasında 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan sonuçları kabul etmeyerek, hatta neredeyse iptal ederek 1 Kasım’da bir seçim hedeflediler ve bu seçime savaş şartlarında gitmeye karar verdiler. Çünkü süreç boyunca kaybettikleri dindar Kürtlerin oylarının yerine Orta Anadolu’daki milliyetçi oyları hedeflediler. AKP’nin zarı tuttu ve 7 Haziran’da kaybettikleri oyları 1 Kasım’da geri aldılar.
AKP madem kaybettiğini geri aldı neden tekrar çözüm süreci başlamıyor?
AKP sanırım iki nedenle bu işi burada bırakmak istemiyor. Birincisi; oradaki demografiyi değiştirmek istiyor. İkincisi; belki de başkanlık referandumuna da aynı savaş ortamında giderek tekrar bu oy oranını perçinlemek istiyor.
Akademisyenlere gelecek olursak...
Hrant Dink katledilmeden önce Hrant’ın başına gelen sıkıştırmalar, bugün aynı üslupla aynı tonda en yüksek makam tarafından işletiliyor. Erdoğan klasik devletten İttihat ve Terakki Devleti’nden ne öğrendiyse onu uyguluyor şu an. Bütün bu yöntemler İttihat ve Terakki yöntemleridir. Maalesef siyasal İslam hareketinin İttihat ve Terakki yöntemlerinden, düşünce çevresinden, milliyetçiliğinden ve toplumu bastırma yöntemlerinden çok fazla şey öğrendiği ve bu öğrendiklerini de ilk fırsatta uyguladıklarını ben görebiliyorum.
Madem İttihat ve Terakki dedik. İslâm dedik, Said Nursi'nin "Münazarat" isimli bir eseri var, hiç okudunuz mu?
Hayır hiç okuyamadım maalesef.
Said Nursi, Münazarat isimli eserinde ikinci meşrutiyetin ilânından sonra Kürt aşiretleriyle yaptığı müzakerelerde, Kürt aşiret reisleri “Ermeniler bize düşmanlık edip hile ve hıyanet ediyorlar, nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?” diye bir soru soruyorlar, buna karşılık Bediüzzaman da “Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak, Size bunu katiyen söylüyorum ki şu milletin saadeti ve selameti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir” diyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu milletin” derken Kürtleri mi, bütün Osmanlı milletini mi, Türk milletini mi kastettiğini anlamak lazım. Gerçi her durumda doğru bir şey söylemiş sonuçta, kime söylediğine göre vereceğim cevap değişmeyecek ama Kürtlere yönelik bunu söylüyorsa o zamanki koşulları biraz daha araştırmamız gereken bir şey. Çünkü daha sonra, 1915’de birçok Kürt aşireti katliama katılmışlardı. Ama sonuçta bu eleştirilecek bir laf değil tabii, belli ki orada bir ittifakı talep etmiş ve bunun hayırlı olacağını söylemiş.
Yine aynı eserde, Bediüzzaman’a “Şimdi Ermeniler Kaymakam ve Vali oluyorlar, nasıl olur?” diye bir soru soruyorlar. O da cevaben “Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi” diyor. Yani bunu çok doğal ve anlaşılabilir bir durum olarak görüyor.
Tabi bunların bırakın ayını yılını, günleri bile çok önemli, çünkü geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınlarından, Krikor Zohrab’ın ‘Marcel Leart’ diye bir kitabı çıktı, Fransa’da yazdığı makalelerin toplamını içeriyor. Orada 1913 yılında yazdığı bir makale var, İttihat ve Terakki’nin verdiği sözleri tutmadığından bahsediyor. Vilayet merkezindeki Ermenilerin sayısında aslında Ermenilerin talep ettiği şekilde olmadığından, bu sayının düşürüldüğünden bahsediyor. Dolayısıyla o dönemler batı ülkelerinin de müdahalesiyle İttihat ve Terakki rejiminin, vilayet meclislerinde vali ve kaymakamların yardımcıları olarak Ermenilerin atanmasının zorunda kalındığı bir dönem, çok da büyük reaksiyon oluyor o vilayet-i sitte denilen bölgelerde, 6 ilde reaksiyon oluyor, “Ermeniler nasıl vali-kaymakam falan olurlar” diyerek. Said Nursi de buna bir yanıt vermiş, bu da çok olumlu bir yanıt tabii ki.
Ermenilerin milletvekili bile yeni yeni olabildiği günümüz ile 100 yıl önceki Bediüzzaman’ın çözümünü kıyasladığımız zaman, o zamandan bile geride olduğumuzu ve Bediüzzaman’ın çok açık fikirli bir Müslüman alim olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, tabii ki. Yani bütün bir toplum Ermenilere düşman olarak yetiştirilmiş neredeyse. 100 yıl boyunca aşağı-yukarı ve hâlâ, bakın 2 ay önce Lice’deydi yanlış hatırlamıyorsam, polis panzerinden “Hepiniz Ermenisiniz, Ermeniler sizi çok seviyor” diye anons yapıldı, sokağa çıkma yasağı varken. Bunun sorumlusu henüz ortaya çıkmadı. Yani böyle bir şey nasıl yapılabilir. Düşünebiliyor musunuz, polis panzerinden söz ediyorum. Öte yandan hâlâ oradaki camilerin Ermeniler tarafından yakıldığını iddia eden AKP’ye yakın çevreler var. Ermeni düşmanlığını bizzat devlet yayıyor bu ülkede. Ve bunu yapmaktan bir türlü vazgeçmiyor, böyle bir meselemiz var. Evet, perde önünde Ermeni vekiller, Ermenilerle yemekler, Noel yemekleri falan filan yapılıyor ama perde arkasında devlet, -ister AKP otursun orada ister başka birisi otursun- orada hâlâ nefret söylemi pompalanıyor. Geçen gün yine ‘sünnetsiz PKK’lılar diye bir laf ortaya çıktı. ‘Teröristleri yakalıyoruz, bakıyoruz ki sünnetsiz çıkıyorlar’ filan diye. Bu mesela 90’larda söyleniyordu hatırlıyorsunuz en son. Demek ki İttihat ve Terakki mantığı sürüyor devlette.
Ağır Kemalist dönemlerde sarf edilen sözler bugün hâlâ geçerli ise Kemalizm AKP eliyle ayakta diyebilir miyiz?
Elbette, AKP’nin bütün siyasi formasyonunu hem İttihat ve Terakki, hem Kemalizm belirlemiştir. Çıkan sonuç bunu gösteriyor bize. Dolayısıyla evet, bu vekiller meselesinde kategorik olarak konuşmamız gereken bir şey daha var. Vekillerin belirlenmesi neden partilerin 2 dudağı arasında olsun? Yani bu dönem aday gösterdiler belki de gelecek dönem göstermeyecekler. Kimse de neden göstermedin diye sormayacak. Belki de parlamentonun %5’i ya da %10’u azınlıklara ayrılmalı. Böylesi daha iyi olur. Kontenjanlı olarak, onlar kendi kendilerine seçmeliler. Batıda var bu. Diyelim ki 550 kişi mi var mecliste 55 kişi ya da 50 kişi azınlıklara ayrılır. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler... vb. Ve kendilerini orda görmek isteyenler. Çünkü azınlık olmak bunların tercihi değil, devlet politikalarının sonucunda böyle odu bu. Madem sen devlet olarak bunları dezavantajlı hale getirdin o zaman bunlara bir kontenjan ayırmak zorundasın. O insanlar kendi parlamentolarında kendi vekillerini kendileri seçebilirler. Ermenilerin vekil olabilmesi elbette ki önemli bir şey, bunu küçümsemiyorum. Ama artık 2016 yılındayız, bir şeyler de değişsin yani. Her defasında en ufak bir gelişmeyi “Bakın böyle şeyler de oluyor”diye yere göğe sığdıramamanın anlamı yok. Ama aslına bakarsanız daha çok gerideyiz biz. AKP bir daha Ermeni birini aday göstermese ya da seçilemeyecek bir yerden gösterse kim ne yapabilir ki. Halkına karşı kurulmuş bir devletimiz var bizim. Çok zor değişebiliyor ama değişiyor da bir taraftan. Değişim hiç yok değil. En kritik mesele de bu Ermeni ve Kürt meselesi. Devletin bu konulardaki takıntısı sürüyor. Ve bu takıntı Ermeni ve Kürt düşmanı kuşaklar yetiştiriyor.
Mevcut iktidar bu tarz ötekileştirmelerden çok çekmiş insanlardan oluşuyor aslında, ama…
Ama işte Türkiye’de devlet biraz şöyle işliyor, gücü ele geçiren ilk önce karşıtlarını sindirmek gibi bir yola giriyor. Karşıtlarını sindirdikçe de bu bir kısırdöngü haline geliyor. Bastırdıkça bu defa bunlar iktidara gelirlerse diye bu defa işin artık iyice dozunu kaçırıyorlar. Hep derler ya işte “sonuna kadar gideceğiz, kimse kalmayana kadar temizleneceğiz..” Ordu da temizleniyordu, Fethullah Gülen’e yakın kadrolar da şu an temizleniyor, Kürtler de sonuna kadar temizlenecek, her seferinde “inlerine gireceğiz”. Bu aslında şudur. Yani ben muhaliflerimi yok ederek ancak ayakta durabilirim diye bir algı var. Bu devlet ideolojisi çok güçlü ve her iktidara gelen böyle davranmak zorunda hissediyor kendini.
Toplum bunları hep kabullenen bir modda mı sürekli?
Toplum, zorbaları sırtından da atmasını biliyor aslında bazen. Şu son yılda olanları bir modelle açıklamak zorlaştı iyice. Yani biz eskiden şunu söyleyebiliyorduk. İşte darbe oldu. Evet, toplumun bir kesimi buna destek verdi ama, ilk referandumda da bunun sinyalini verdi: Belki sokağa çıkmıyor, darbenin karşısında, ama alttan alta, derinden bir nehir bir yolunu hep buluyor. Adnan Menderes asıldığı zaman örneğin, halk sokağa çıkmadı, bunu protesto etmedi belki ama ilk seçimde de Adalet Partisi’ni iktidara getirerek mesajı verdiler.
Medyanın genel durumuna ve Yeni Asya’ya bakışınızı öğrenebilir miyiz?
Medya için tabii şunu söylemek çok mümkün. AKP medyaya kayyım atayarak, döverek bütün medyayı sindirmiş vaziyette, medyanın da buna göğüs gerecek gücü yok elbette. Şu an hakikaten birkaç gazetenin dışında kötü gidişata ses çıkarabilen yok. Yeni Asya da benim gördüğüm kadarıyla bu kötü gidişata karşı çıkabilen gazetelerden biri, bütün mesele haberin hakkını vermek, iki tarafa da mikrofon uzatabilmek…
Son olarak, yeni yıldan dileğiniz nedir?
Yeni yılda barış olsun, Kürt meselesinde bilhassa silahlar sussun, tekrar masaya oturulsun, müzakereler başlasın. Her şeyin başında bu geliyor. Ve daha fazla özgürlük alanı için de çalışabiliriz inşallah, çünkü insanlar konuşmaya korkar hale geldiler. Yolda bir şey söylemeye çekinir hale geldiler. Bu çok korkutucu bir durum açıkçası. Dindarlar da rejimden çok mağdur oldular, bu sorunları çözmek için yola çıkan bir partinin geldiği nokta üzücü, kötü bir sınav verdiler açıkçası.