Sedat Ergin
(Hürriyet, 20 Eylül 20012)
Vatandaşların haklarını arayabilmek için Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gidebilmeleri, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde Türkiye’de hukuk alanında gerçekleştirdiği en büyük devrimdir.
Özal’ın 1987 yılında vatandaşlara bu kapıyı açmasının üzerinden tam 25 yıl geçti. Bu süre içinde Türkiye AİHM’nin vermiş olduğu mahkûmiyet kararlarının ülke toplamında kısa zamanda birinciliğe yükseldi ve yıllardır bu yerini başka hiçbir ülkeye kaptırmıyor.
Mahkeme, bireysel başvuruları incelemeye başladığı 1959 yılından 2011 sonuna kadar geçen yarım yüzyılı aşkın süre içinde 15 bin dolayında karar verdi. Bu kararlardan 2 bin 747’si (toplamın yüzde 18.49’u) AİHM’nin denetim sistemine 1987 yılından itibaren dahil olan Türkiye’yi konu aldı. Mahkemenin Türkiye hakkında verdiği bu kararlardan 2 bin 404’ü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin en az bir maddesinden dolayı “ihlal” tespiti içeriyor. Çoğu kararda Sözleşme’nin birden çok maddesi için ihlal verilmiş durumda. Toplam 207 kararda ise vatandaşların şikâyeti “dostane çözüm”e bağlanmış. Bir anlamda, devletin kusurunu kabul etmesiyle uzlaşmaya gidilmiş. Ayrıca 82 karar “diğer” kategorisinde gözüküyor. Peki Türkiye hakkındaki toplam 2 bin 747 kararın içinde “ihlal” verilmeyen, şikâyet sahibinin haksız bulunduğu, bir başka anlatımla Türkiye’nin beraat ettiği karar sayısı kaç diye merak edebilirsiniz. Bu dosyaların sayısı 57. Yani, hakkındaki şikâyetlerin ancak yüzde 2’sinden beraat kararı alabilmiş AİHM’den Türkiye. AİHM’nin internet sitesinde yer alan bu istatistikler, mahkemenin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından gelen şikâyetlerin ezici çoğunluğunda devleti mahkûm ettiğini gösteriyor.
AİHM’de en çok ihlal yapan ülkeler sıralamasında Türkiye’yi İtalya ve Rusya izliyor. Bir de AİHM’nin gündemine aldığı, karar bekleyen şikâyet dosyaları var. Bu kategoride de Türkiye 16 bin 650 dosya ile Rusya’dan sonra ikinci geliyor. Özetle, mahkemenin iş yükünün ciddi bir bölümü Türkiye’deki hak ihlalleriyle ilgili şikâyet dosyalarının kabarıklığından kaynaklanıyor. Dünkü yazımızda işlediğimiz gibi, önümüzdeki pazartesi günü yürürlüğe girecek olan Anayasa değişikliği çerçevesinde bu şikâyetler artık AİHM’den önce Ankara’daki Anayasa Mahkemesi’ne iletilecek, burada olumsuz sonuç çıkması halinde Strasbourg’a gidilebilecektir. Meselenin düşündürücü tarafı şudur. AİHM’de dava açıp “kazanan” vatandaşlar, daha önce Türkiye’de yargıya gittiklerinde uğradıkları haksızlık giderilmediği için bu yola başvuruyor. Türkiye’de “kaybetmeleri”, hem yasal çerçevenin hem de bu çerçeveyi yorumlayan mahkemelerin mağrur vatandaşı değil, ihlali yapan kamu otoritesini gözetmesinden, korumasından kaynaklanıyor. AİHM’deki dosyaların birikmesi, bu haliyle Türkiye’deki yargının hak ve özgürlükler alanındaki kötü sicilinin doğal bir uzantısıdır.
Aslına bakarsanız yargının performansından en çok şikâyetçi olanlardan biri de Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tır. Bakın geçen nisan ayında katıldığı uluslararası yargı sempozyumunda yaptığı konuşmada, yargının durumunu nasıl anlatıyor Kılıç: “Yargının sunduğu yegane ürün adalettir ve bunun alternatifi de yoktur. Yargı hizmetlerinin onarıcı niteliği bu ürünün kalitesi ve süratiyle güçlenir. Aksi durum bunalım, kaos ve vicdanları isyana sürüklemekten başka sonuç doğurmaz. İşte hukukun haksızlığı olarak da tanımlayacağımız bu kaotik duruma çözüm bulmak zorunda olduğumuzu belirtmek isterim.” Kılıç, yine nisan ayında bir başka konuşmasında yeni düzenlemenin özellikle Sözleşme’nin “adil yargılanma hakkı” boyutunda şunları söylüyor: “Türk yargı sisteminde yıllardır oluşmuş tıkanıklıklar giderilmedikçe adil yargılanma konusunda bireysel başvuru yolunun başarı şansının oldukça düşük olduğunu üzülerek belirtmek durumundayım.”
Anayasa Mahkemesi, yine de üstlendiği yeni görevi başarabilmek için kadrosunu 50 yeni raportörle takviye etmiştir. Mahkeme’de ayrıca geçen dönem içinde AİHM içtihatları üzerinde yoğun bir hizmet içi eğitim çalışması yapılmıştır. Pazartesi gününden itibaren mahkemenin üyeleri ve raportörler, kendi ülkelerindeki yaygın hak ihlalleriyle mücadele etmek gibi bir sorumluluk üstlenmiş oluyorlar. Kendilerinden beklenen, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ruhuna sahip çıkmaları, bu metni ve AİHM’nin içtihatlarını hayata geçirmeleridir. Düzenlemenin Türk vatandaşları açısından hayırlı sonuçlanıp sonuçlanmayacağını ancak uygulamada görebileceğiz. Mahkeme, vatandaşın yanında yer alırsa bu sınavdan saygınlık kazanarak çıkar. Aksi takdirde, vatandaşın hak arama yolunun önüne kalın bir duvar çekilmiş olur. Böyle bir durumun Turgut Özal’ın ruhunu da rahatsız edeceğine şüphe yoktur. Umarım endişelerimde haklı çıkmam.