15 Temmuz darbe girişiminde rol aldığı iddiasıyla 10 Eylül’de gözaltına alınan, 12 gün gözaltı sonrası 15 saat serbest kalıp 23 Eylül sabahı tutuklanan Ahmet Altan’ın Yunanistan’ın Ethnos gazetesi için 21 Temmuz’da yazdığı yazı Türkçe’ye çevrildi.
Altan’ın “Kanlı gece” başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Ben çok darbe gördüm…
İlk askerî darbeyle karşılaştığımda daha çocuktum.
İkinci darbede genç bir delikanlıydım.
Evimizi basıp babamı tutuklamışlardı.
Babamı tutuklamakla yetinmemişler, bir sabaha karşı, tan yeri ağarırken bir daha gelip evi aramışlardı… Pencerenin önünde, elinde boyundan büyük bir lav silahıyla yorgun bir asker nöbet bekliyordu.
Uzun boylu küstah bir subayın, babamın yazdığı ve kütüphanenin bir rafında yan yana duran kitapları anneme gösterip, “bu adamın kitapları sizin evinizde ne arıyor” diye sorduğunu, annemin de buz gibi bir sesle, “bu ev, o kitapları yazan adama ait” dediğini hatırlıyorum.
Sonra başka darbeler ve darbe girişimleri de yaşandı.
Ama ben hayatımda, geçen hafta gerçekleşen darbe girişimi kadar kanlı ve budalaca olanını hiç görmedim.
Geceleyin 10’u on geçeden itibaren darbe girişiminin bir kısmını televizyondan naklen izledik.
Askerî darbe, sıcak bir yaz gecesi, bütün insanlar sokaklardayken İstanbul’da, bir gezinti yeri olan Boğaz’da başlamıştı.
Ondan sonrası bir İtalyan parodisini andırıyordu.
Askerler, Boğaz köprüsünün bir yanını tutup, bir yanını serbest bırakmışlardı, arabalar köprünün girişinde birikmişlerdi.
Havaalanının girişinde bir askerî araçla on-on beş asker duruyordu.
Hepsini televizyondan görüyorduk.
Sonra başbakan telefonla televizyon kanallarına bağlanıp bunun “dinci bir cemaate bağlı askerlerin ayaklanması olduğunu, emir komuta zinciri içinde yapılmadığını” söyledi.
Sonra Cumhurbaşkanı bir cep telefonun “facetime” programıyla bir televizyon muhabirine bağlandı ve halkı sokaklara çağırdı.
Ve halk sokaklarda toplanarak, darbecilerin üstüne yürüdü.
Bunlar bizim gördüklerimizdi ama görmediklerimiz çok daha kanlıydı.
Yakın tarihimizde ilk kez, askerler askerlerle çatıştılar, bir astsubay bir generali alnından vurdu, generalin adamları da astsubayı öldürdü.
Darbeciler sokaklarda sivillere ateş açtı.
Ayaklanan askelere ait jet uçakları Meclis’i bombaladı.
Üstümüzden alçaktan uçan jetler, bomba seslerine benzer sesler çıkartarak geçti.
İki üç saat içinde darbenin başarısız olduğu anlaşıldı.
Darbe girşiminin özellikle son bölümü, bir “intihar bombacısının” çaresiz ve herkese düşman eylemine benziyordu.
Bu darbe girişiminin daha önceklilerine benzemeyen çok yanı vardı ama belki de en önemli farklılık, darbeyi gerçekleştirenlerdi.
Bugüne dek, “laik” askerler darbeleri hep “muhafazakâr” hükümetlere karşı yaptılar… Biz bu darbe girişminde ilk kez, “muhafazakâr, dindar” bir grup askerin “belkemiğini” oluşturduğu bir darbenin, “muhafazakâr” bir hükümeti hedef aldığına şahit olduk.
Bu, daha önce asla görülmemiş bir şeydi.
İlk kez, başka görüşteki subaylardan da destek alan “dindar” bir grup, dindar bir hükümetle kanlı bir çatışmaya girdi.
Eğer darbe başarıya ulaşsaydı sanırım büyük bir iç savaş çıkardı, darbeciler ülkeye uzun süre sahip olamazlardı.
Yaşadığımız bu darbe girişimi, Türkiye’yi bir siyasi kaosun içine sokup, bir yol ayrımında bıraktı.
Türkiye’nin siyasi iktidarı, bu darbe ortamının yarattığı halk öfkesinden yararlanarak baskıcı bir rejimi mi yerleştirmeye çalışacak yoksa bu darbe girişimi Türkiye’nin siyasilerine “demokrasinin” tek çare olduğunu mu gösterecek?
Bunun cevabını çok yakında net bir biçimde öğreneceğiz.
Baskının epeyce işareti var… Haber siteleri kapatılıyor, tutuklanacak gazeteciler listeleri elden ele dolaşıyor.
Ama “iyimser” bir bakışla ümitlenmemizi sağlayacak gelişmeler de bulunuyor.
Bugüne dek neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan Meclis’teki dört parti, muhafazakârlar, sosyal demokratlar, milliyetçiler, Kürtler, darbeye karşı bir arada karşı çıktılar… Çok net tavır aldılar.
Halk tankların üstüne cesaretle yürüdü.
Eğer değeri bilinirse bunlar Türkiye için çok kıymetli tecrübeler.
İktidar partisinin, her şeye rağmen demokrasiden taviz vermenin herkesin hayatını ve ülkenin geleceğini tehlikeye attığını görmüş olduğunu da umut ediyorum.
Kundera’nın dediği gibi “iyimserlik aptalların afyonu”ysa ve bu karanlık günlerde ben “aptallığı” göze alarak biraz ümit için bu afyonu içiyorsam, bu yazı benim dost bir ülkenin gazetesinde çıkan son yazım olur.
Yok eğer, küçük bir ihtimalle de olsa bu “iyimserlik” haklı çıkarsa, dostum Thanos’la birlikte Olimpos’a bakan o harika lokantada gene kitaplardan konuşup uzo içeriz.