Gazeteci, yazar Ahmet Altan, “Erdoğan başkan olursa 2015’te Türkiye 1925’leri, büyük devlet şiddetini, yasaklamaları yaşar, bir ya da iki sene içinde iç savaşa gideriz. Çünkü devlet şiddeti ekonomik çöküntüyle bir araya geldiğinde toplumu patlatır” dedi.
AKP ile ordunun ittifak yaptığına dikkat çeken Altan, "Türkiye’de ne zaman sağcı bir lider benim arkamda halk var, ben orduyu da kullanarak diktatörlüğe gidebilirim dediyse darbeyle devrildi" ifadelerine yer verdi.
Erdoğan'ın başkan olması durumunda yaşanacakları AKP'lilerin de önemli bir bölümünün gördüğünü ifade eden Altan şöyle konuştu:
"AKP için çok büyük bir felaket. Yani şöyle söyleyeyim, benim görüşüm, Erdoğan başkan olursa 2015’te Türkiye 1925’leri, büyük devlet şiddetini, yasaklamaları yaşar, bir ya da iki sene içinde iç savaşa gideriz. Çünkü devlet şiddeti ekonomik çöküntüyle bir araya geldiğinde toplumu patlatır. Şu anda AKP’nin toplumu götürdüğü yer orası. Eğer Tayyip Erdoğan başkan olursa oraya daha da süratli götürecek. Çünkü ekonomik bütün veriler olumsuz, devlet şiddeti yükseliyor. Bu ikisi yan yana toplumu patlatır."
Aksiyon dergisinden Orhan Oğuz'a konuşan Ahmet Altan, AKP ile ordunun ittifak yaptığını belirterek, "AKP ve Erdoğan yakın tarihi pek iyi bilmiyor bence. Türkiye’de ne zaman sağcı bir lider benim arkamda halk var, ben orduyu da kullanarak diktatörlüğe gidebilirim dediyse darbeyle devrildi. Eğer siz orduyla birlikte bir siyasi iktidar kurmak isterseniz, ordu sonunda sizi kenara iter ve iktidarı kendisi alır" dedi.
Orhan Oğuz'un Aksiyon dergisinde 'AKP kendini halktan üstün görüyor' başlığıyla yayımlanan (21 Nisan 2015) röportajı şöyle:
Romanınız savaş ve çalkantılı bir dönemin hengâmesinde geçiyor. Bugünün Türkiye’sine de ışık tutuyor. İttihat Terakki’yi Türk siyasetinin karakutusu olarak değerlendirmemiz doğru olur mu?
İttihat Terakki karakutudan ziyade iki ana damardan biri. Bir tanesi İttihat Terakki. Diğeri daha muhafazakâr, daha dindar. İttihat Terakki Türkiye’de ve Osmanlı’da modernliği temsil ediyor. Fransız İhtilali’nin yansımasını temsil ediyor. Mutlakiyet karşıtlığını temsil ediyor. Aslında iyi niyetlerle özgürlük için, hürriyet için harekete geçmiş bir grup. Askerî tıbbiyeli doktorlarla başlayan, toplumun daha seçkin, okumuş bir kesiminin hareketi. Fakat iktidar, insanları muhalefetteki gibi bırakmıyor. İktidara geldikten sonra ülkeyi yönetmekle karşı karşıya kalıyorsun. İttihatçılar iktidara geldi fakat devleti yönetemediler. Devleti yönetemedikleri gibi büyük hırsızlıklara bulaştılar. İkisi yan yana geldiğinde bugün benzerini gördüğümüz tablo ortaya çıkıyor. Eğer bir iktidar devleti, ülkeyi yönetemiyorsa ve aynı zamanda bir hırsızsa, bunun kaçınılmaz sonucu devlet şiddetidir. İttihat Terakki buna yöneldi. İnsanlara çok işkence etti, çok kişiyi hapsetti, öldürdü. Bunlarla da durmadı, sonunda savaşa girdi.
Şeyh Efendi diyor ki; aklımızın eksikliğinden değil, zaaflarımızın gücündendir başımıza gelenler.
Şeyh Efendi benim de sevdiğim bir karakter. Çünkü benim dinle ve insanların inandıkları güçle aralarındaki ilişkiyle ilgili çok ciddi sorularım, meraklarım ve ilgim var. Ben bir insanın nasıl inandığını çok merak ediyorum. Bu inanma nedir? Bu bir alışveriş gibi bir inanç mı? Yani birisinin seni yarattığına inanıyorsun, ben sana ibadet edeyim sen bana karşılığında bir şey ver türünden bir ilişki mi, yoksa seni yaratanı gerçekten seviyor musun? Şeyh yaratana sevgiyle bağlı olan ve ondan cennet de dâhil hiçbir şey istemeden vermesi gerekenin kendisi olduğuna inanarak, kendisini yaratanı utandırmamaya çalışan bir din adamı.
Dervişâne?
Çok dervişâne yani diyor ki ben beni yaratanı utandırmamalıyım. Ama şunu da biliyor. Beni yaratan aynı zamanda zaaflarla yarattı. Bu zaafların bir nedeni var. Zaaflara sahip olduğumuz için bir aklımız var. Yeryüzünde bizden başka aklı olan bir canlı yok. Çünkü seni yaratan sana birçok zaaf vermiş, sana birçok güç ve olumlu yan da vermiş. Sana bir de tercih yapmak için akıl vermiş. İnsanlardan başka hiçbir canlı beslenme dışında hayati, duygusal tercihler yapacak bir donanıma sahip değildir. Onun için akıl bildiğimiz anlamda sadece insanlarda vardır. İnsanlar çünkü güçsüzlükleriyle güçleri, zaaflarıyla iradeleri arasında sürekli olarak akıllarıyla bir tercih yapmak zorundalar. Ve zaaflar çok çekicidir. Yani sizi yaratan sizi o kadar çetin bir imtihana sokuyor ki sanki ne kadar mükemmel yarattığını kanıtlamak istermişçesine zor bir imtihandan geçiriyor insanları. İnsanlar için zaaflarına yenilmek çok kolay. Şeyh Efendi gibi dindarlar onların kendi yaptıklarının yaratanı utandırmaması için uğraşan insanlar. Benim dinden anladığım ve hayranlık duyduğum kısmı bu ve doğrusu Şeyh Efendi’nin bunun iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum ama bu onu zaaflardan yoksun kılmıyor. Bu din ve dindarlar açısından çok önemli. Çünkü bizdeki dindarların çoğu zaaflarını inkâr ediyor. Hâlbuki imtihanın özü o. Onu inkâr ederek imtihandan geçemezsin. Onu bilerek ama ona yenilmeyerek imtihandan geçmek mümkün. Bizdekiler ise inkâr ederek, korkarak, kaçarak, yasaklayarak, arkalarını dönerek bundan kurtulmaya çalışıyorlar. O zaman bu bir imtihan olmuyor, bu bir kaçış oluyor.
Nizam Bey karakteri; biraz Tanzimat züppesi, biraz Ahmet Mithat Efendi’nin deyimiyle bir dekadan, Valter Benjamin’in tabiriyle biraz aylak olarak karşımıza çıkmış… Bazı bölümlerinde sanki Gonçarov’un Oblomov tiplemesi gibi umarsız, bazı bölümlerinde ise cesur… Siz nasıl bir karakter kurguladığınızı düşünüyorsunuz?
Nizam, bizim edebiyatımızın biraz ilginç bir karakteri. Biraz bencil bir çocuk. Çok yakışıklı, zeki, iyi yetişmiş, iyi eğitim görmüş. Fakat hem insanlara hem de topluma karşı çok bencil. Toplumdan uzak duran, kendini yabancı hisseden... Ne yaparsa yapsın herkesin 90 yıl yaşayacağını söyleyen. Yaşamı mümkün olduğunca eğlenerek geçirmek gerektiğini savunan bir adam. Ama bu romanda böylesine bencil, böylesine umursamaz, toplumun dertlerine aldırmaz bir adamın âşık olduğunda nasıl bir değişim yaşayacağını gösteriyoruz. Yani hem onun âşık olduğu kadın açısından bencil biriyle olmanın zorluklarını ve acılarını orada izliyoruz. Hem de aşkın bir adamı nasıl değiştirebileceğini görüyoruz. Nizam o açıdan ilginç bence.
Hikmet Bey İttihatçılar için diyor ya ‘para ve iktidar’ onları çıldırttı. AK Parti’ye baktığımızda bir siyasal iktidarın yaşayacağı kaçınılmaz son ve uçurum bu mu?
AK Parti çok tuhaf bir maceradan geçti. Sadece Türkiye’nin değil, dünya tarihinin en önemli partilerinden biri olma şansını ele geçirdi. Çeşitli din ve zümreler arasında bağ olacak bir partiydi ve dünya büyük bir heyecanla ve alkışlayarak 2011 yılına kadar AKP’yi destekledi. Hem Doğu dünyasındaki insanların hem Batı dünyasındaki Hristiyanların ondan beklentileri vardı. Bugün düşman konumuna gelen iki din arasında bir köprü kuracaktı. Sadece iki din arasında değil, Müslümanlığın kendi içinde Alevî-Sünnî çatlamasını da yatıştıracak, her iki tarafı bir araya getirecek bir partiydi. Sadece bu da değil, modern-muhafazakâr kırılmasını da tamir edecek bir partiydi. Yani hem ülkenin içindeki kırılmaları hem dünyadaki kırılmaları büyük bir güçle tamir ve tedavi edecek siyasi hareket AKP’ydi. Bu yolda epeyce yürüdü. Avrupa Birliği’nin hukuki normlarına sahip çıktığı sürece bütün dünya için de Türkiye için de bir ümitti. Ama ne zaman ki Recep Tayyip Erdoğan “Ben ustayım” dedi, Avrupa hukukundan ve hukuktan ayrıldı, bütün bu insanlığın, tarihin, zamanın ondan beklentileri olan misyonu yerine getirmekten vazgeçti, o zaman AKP için de Türkiye için de bir çöküş başladı. Şu an AKP de çöküşte, Türkiye de...
Dilara Hanım diyor ki, hürriyetle saadeti bir araya getiremedik. AK Parti yapısal reformlar için geldi, kısmen başardı. Ve şimdi Yeni Türkiye diye bir sloganları var; yapılmaya çalışılanlara baktığımızda hürriyetle saadetin bir arada yürüyeceğine inanabilir miyiz?
Türkiye’de ne hürriyet var ne saadet var. İkisi birden yok oldu. Bir aşk hikâyesinde hürriyet ve saadeti bir araya getirmek çok zordur. Ama toplumun hikâyesinde hürriyetle saadeti birbirinden ayırmak neredeyse imkânsızdır. Aşk biraz fedakârlıkla olan bir şey; kendinden, kendi varlığından, hürriyetinden, kendi kişiliğinden, her şeyinden biraz vazgeçer, kendini biraz boşaltır ve o boşluğa sevdiğin insanı yerleştirirsin. Aşk böyle bir şey. Hürriyetin de dâhil bir vazgeçiş yoksa hiçbir şeyinden vazgeçmiyorsan aşk da yoktur ve yürümez. Ama toplum bunun tam tersi. Toplumda hürriyet yoksa saadet olma ihtimali yok. Bugün Türkiye’de ne hürriyet var ne saadet. Türkiye’de hukuksuzluk ve ahlaksızlık günlük hayatın değişmeyen bir parçası hâline geldi. Bu en çok da Müslümanlar açısından önemli. Çünkü bugünler geçer ama bugün Türkiye’de Müslüman imajı tarihinde en fazla yara aldığı dönemi yaşıyor. Müslümanlık iddiasıyla, dindarlık iddiasıyla iktidara gelen bir grup, hiçbir ahlaki değerinin olmadığını göstererek her şeyi çiğnedi. Hukuku çiğnedi, ahlakı çiğnedi, çaldı çırptı, hırsızlara ceza vermedi. Yani Müslüman adam dindar adamdır, Müslüman adam güvenilir adamdır anlayışını –ki bu çok yerleşik bir anlayıştır bizde- hakikatten beş senede paramparça etmeyi başardı.
Bâb-ı Âli Baskını’nı anlatıyorsunuz. Bâb-ı Âli Baskını fay hattında biriken enerjinin dışa vurumu ve patlaması gibi. AK Parti’nin o demokrat vizyonundan bugün’ kır kapıyı al içeri’ çizgisine gelmesi spontane bir şey miydi yoksa?
Bu İttihatçıların beş kişilik bir grupla koskoca bir Osmanlı İmparatorluğu’nu ele geçirmesi aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde toplumun ne kadar çürük olduğunu gösteriyor. Kolay kolay beş kişi bir toplumu teslim alamaz, hele bir imparatorluğu… Bugün Tayyip Erdoğan’ın tek başına bütün bir ülkeyi bölebilmesi, bütün ülkeyi gerebilmesi… Ben başkan olacağım diye tutturmasa Türkiye bu kadar gerginleşmeyecek. Problemler var ama bu kadar nefrete yol açacak problem yok ortada. Tek başına ülkeyi böyle bölebilmesi, bütün ülkeyi böyle nefret uçurumuna sürükleyebilmesi Türkiye’nin 100 yıl sonra hâlâ aynı çürüklüğü sürdürdüğünü gösteriyor. Burada güçlü bir toplum yok, o yüzden zaten Türkiye hep güçlü bir lider arıyor.
İttihatçılar mezarda, fikirleri iktidarda mı?
İttihatçıların fikirleri kendi zamanlarında bile iktidara gelemedi. İttihatçıların hırsızlık ve baskıları, kendilerini halktan üstün görmeleri anlayışı bugün iktidarda. Bugün AKP kendini halktan üstün görüyor, halkı kandırabileceğine yüzde yüz inanıyor, durmadan yalan söylüyor, kendisine karşı olan muhalefeti şiddetle bastırmaya çalışıyor ve büyük hırsızlıkların üstünü örtmek için uğraşıyor.
Gündemde olan bir konu daha; Balyoz ve Ergenekon… Burada hakikaten sivil vesayet ve askerî vesayetin uzlaşması mı söz konusu, yoksa iki tarafın da çaresizce yaptığı bir anlaşma mı bu?
Benim gördüğüm kesinlikle en tehlikeli şey oluyor. AKP ile ordu ittifak yapıyorlar. Hedef herhâlde sert bir iktidar. Ama AKP ve Erdoğan yakın tarihi pek iyi bilmiyor bence. Türkiye’de ne zaman sağcı bir lider benim arkamda halk var, ben orduyu da kullanarak diktatörlüğe gidebilirim dediyse darbeyle devrildi. Eğer gayrimeşruya geçecekseniz, hukuk dışına geçecekseniz; orada silahı, pazusu en güçlü olan iktidarı alır. Eğer siz orduyla birlikte bir siyasi iktidar kurmak isterseniz, ordu sonunda sizi kenara iter ve iktidarı kendisi alır. Biz bunu Mısır’da da gördük. Mursi, Sisi’yi hanımının başı kapalı diye kendi genelkurmay başkanı zannetti, kendisini yargının da üzerinde gören bir anayasa hazırladı ve birlikte ben iktidar kuracağım dediği ordu tarafından yıkıldı. Türkiye’nin önünde böyle çok ciddi bir tehlike var. Çünkü iki taraf da yaralı. Bir taraf hırsızlıktan, diğer taraf darbecilikten yaralandı. Birbirlerinin yaralarını yalayarak iyi etmeye çalışıyorlar ve ittifak kuracaklar. Bu Türkiye için çok tehlikeli, ama kendileri için de tehlikeli.
Entelektüellerimize gelsek... Edward Said, entelektüeller her zaman yalnızlıkla taraf olmak arasında bir yerde saf tutmak zorunda kalmışlardır diyor. Bugün Türkiye’de entelektüeller nasıl bir sınav veriyor sizce?
Türkiye’de çok fazla entelektüel yok.
Genelde biz akademisyenlere entelektüel diyoruz.
Entelektüel kapasitesi düşük bir yer burası. Zaten öyle olmasa tek adamın bu kadar rahatça bölebildiği, böyle beş kişinin ülkeyi ele geçirdiği bir imparatorluk, bir cumhuriyet olmazsın. Daha dirençli bir toplum olur. Ve buradaki entelektüellerin üretimi, tek başına var olma gücü çok kısıtlı olduğu için, Osmanlıdan beri Cumhuriyet tarihinde de hep entelektüellerin büyük bir kısmı devletle işbirliği yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor. Bu da onların entelektüel kapasitesini çok eksiltiyor, üretkenliklerini azaltıyor. Devletle işbirliği yaparak neyi yapabilirsin ki? Ancak onların istediği ve beklediği ölçülerde entelektüel üretim yapabilirsin. Bugün de aynı şeyi görüyoruz. Türkiye’de gerçekten çok az insan demokrasi istiyor. Bugün entelektüel dediğiniz okur-yazar takımının bir kısmı AKP’nin iktidarını ve zorbalığını destekliyor, bir kısmı da ordunun zorbalığını destekliyor. Bu iki zorbalığa da karşı çıkan, demokrasi isteyen ve aynı zamanda kendisi fikirler yaratabilen çok az sayıda insan var. Keşke öyle bir zümremiz olsa, yaratıcılıkları yeni fikirleri, dirençleri ve cesaretleriyle bu topluma, bu kargaşa ortamında biraz ışık, yoksa biraz önerilerde bulunsa çözüm önerileri sunsa... O yolun doğru olup olmamasından ziyade bir toplumun önünde önerilen yol sayısının çoğalması esas hayatidir. Bizde önerilen yol sayısı ya hırsızlığa gidiyor ya darbeciliğe gidiyor. Bize başka bir seçenek sunmuyor.
Çok zor şartlar altında gazetecilik yaptınız, kırılma anları yaşadınız. Çok önemli bir sürecin aktörü oldunuz. Bugün medyaya baktığınızda ne görüyorsunuz? Gazetecilere baktığınızda’ başka çare yok ‘diye kendilerini savunuyorlar.
Daima bir mazeret vardır ahlaksız olmak için. Türkiye’de bu hiç bitmedi. Kendini satmaya çalışanın daima bir mazereti vardır. Yoksa onlar da dürüst, yiğit, cesur olmak istiyor. Onlar da saygıdeğer olmak istiyor. Ama bunun yanında bir de para istiyor, güç istiyor. Hepsi bir arada olmaz. Hele bizimki gibi kavganın bu kadar kesin olduğu yerlerde bir tercih yapacaksınız. Ya saygıdeğer, sağlam, güçlü, cesur ve iz bırakacak bir adam olacaksın ya da parayı alacaksın, ismini kirleteceksin ve ismin seninle birlikte ölüp gömülecek. Bu ikinci cins adam çok fazla medyada. Birbirlerine düşman gibi görünüyorlar ama ikisi de aynı tür bir zorbalığın değişik renklerinin sahipleri. Biri diyor ki ordu gelsin diğerlerini dövsün, diğeri diyor ki bizim reis gelsin herkesi dövsün.
Türkiye’nin gündemine Tayyip Bey ısrarla başkanlık sistemini sokmaya çalışıyor. Alafranga mı, alaturka mı, Uruguay mı, Meksika mı filan derken ‘huzurla dört yüz milletvekilini verin, güzellikle halledelim’ tarzında bir noktaya kadar geldi.
Başkan olacağını zannetmiyorum. Siyasi tahminlerim benim iyi değildir ama Türkiye’nin buna izin vermeyeceği kanaatindeyim. Çünkü nasıl bir felakete yol açabileceğinin ilk işaretlerini bugünden yaşamaya başladı bu ülke. Bence başkan olursa neler olabileceğini AKP’lilerin de önemli bir kısmı görüyor.
AKP için de bir felaket mi?
AKP için çok büyük bir felaket. Yani şöyle söyleyeyim, benim görüşüm, Erdoğan başkan olursa 2015’te Türkiye 1925’leri, büyük devlet şiddetini, yasaklamaları yaşar, bir ya da iki sene içinde iç savaşa gideriz. Çünkü devlet şiddeti ekonomik çöküntüyle bir araya geldiğinde toplumu patlatır. Şu anda AKP’nin toplumu götürdüğü yer orası. Eğer Tayyip Erdoğan başkan olursa oraya daha da süratli götürecek. Çünkü ekonomik bütün veriler olumsuz, devlet şiddeti yükseliyor. Bu ikisi yan yana toplumu patlatır
Tayyip Bey bütün muhaliflerini paralel, vatan haini benzeri tanımlarla itham ve tasfiye ediyor. Ona destek veren medya da aynı tanımlamaları daha güçlü bir şekilde kara propagandaya dönüştürüyor. Bir İngiliz tarihçinin bir sözü var, “Milliyetçilik tarihe ve ilerlemeye karşı uydurulan bir bahanedir” diyor. Bu tabirler ve propaganda nasıl bir bahanedir?
Başka laflar da var. “Vatanseverlik her alçağın son sığınağıdır” gibi bir laf da var. Ne zaman nerede kullanıldığına bağlı bir değer. Hakikaten yerinde kullandığınızda anlamlı bir değer taşır. Ama bunu kendi suçlarınızı saklamak ve sizin suçlarınızı ortaya çıkaranları kenara itmek için kullandığınızda da bu vatanseverlik olmaz. Bu hukuksuzluk olur. Türkiye’de yaşadığımız bu. Bütün kavramların hızla kirletildiği bir dönemden geçiyoruz. Bugün AKP kendine muhalefet eden herkesi, Merkez Bankası başkanı dâhil, vatan hainliğiyle suçluyor. Vatan hainliğinin cezası çok ağırdır. Eğer bir cumhurbaşkanı bir Merkez Bankası başkanına vatan haini diyorsa bunların ikisinden biri devlette devam edemez. Büyük bir pişkinlikle ikisi de yerinde oturuyor. Ya cumhurbaşkanı yanlış bir karar verdi, ekonomiyi çok altüst etti, doları patlattı gitti, onun için özür dilemesi ve istifa etmesi gerek ya da Merkez Bankası başkanı cumhurbaşkanının iddiasına göre bağlı olduğu birileri yüzünden yapmadı, Türkiye’nin ekonomisini altüst etti, onun gitmesi gerek. Ama ikisi de oturuyor. Bu hukuken de ahlaken de imkânsız.
Kürtler meselesine gelsek. Yıllarca mazlum ve mağdur oldular. Bugün bir uluslaşma sürecindeler tabiri caizse. Ve kilit aktörler.
Türkiye’deki en büyük ve en ciddi güç. Türkiye’nin uluslararası açıdan da en büyük gücü Kürtler. Özellikle Kobani’den sonra uluslararası arenada çok büyük bir saygı kazandılar. Çünkü çok ciddi direndiler, ayrıca kadınlarıyla birlikte direndiler. Bu Ortadoğu için çok yeni bir görüntü.
Erdoğan, Kobani’yle ilgili ne bekliyordu? Düştü düşüyor diyordu.
Dünyanın IŞİD’e karşı Kürtlerle işbirliği yapabileceğini tahmin edemediler. AKP’nin en büyük eksikliklerinden biri gelişmeleri okuyamıyor. Ortadoğu’yu okuyamıyor ve Türkiye art arda rezil oluyor. Hiçbir zaman olmadığı kadar güçsüz bir hâlde. Düşünsenize kendi mezarına sahip olamıyor. Oradan kaçırmak zorunda kalıyor. Kürtler ise şu anda gelişmiş dünyanın Ortadoğu’da kendisine müttefik olarak gördüğü en ciddi güç. Bu uluslararası güç onlara Türkiye içinde de büyük bir direnç, kuvvet ve yayılma imkânı veriyor. HDP ciddi biçimde Türkiyeli bir partiye dönüşüyor ve zannediyorum ki yüzde 10 barajını geçecek.
Açıktan değil ama siyasi kulislerin dar mecralarında dillendirilen bir soru ve kuşku var. Acaba HDP özerkliği alıp başkanlığı Tayyip Bey’e verir mi?
Bu çok sorulan bir soru. Ama Demirtaş çok açık bir şekilde en kısa en vurucu en etkileyici açıklamalarından birinde buna izin vermeyeceklerini belirtti. Bu lafa rağmen yaparlarsa çok ahlaksızca davranmış olurlar. Zannetmiyorum Kürtler bu ahlaksızlığı böylesine rahat kabul etsin. Siyaset bu gerçi, AKP de ne sözler vererek gelmişti ama her şeye rağmen bu kadar net verilmiş bir söz var. Bunu Kürtlerin bunca yıl mücadele ettikten sonra siyasete ilk güçlü girişlerinde ahlaksızlık yolundan gitmeyi göze alacaklarına çok ihtimal vermiyorum.
10 yıl sonra siyaset bilimciler, sosyologlar, tarihçiler, sade bir vatandaş, bir öğrenci veya bir işçi bizim yaşadıklarımızı öğrendiklerinde ne düşünecekler hakkımızda?
“Çok budalaca ve ahlaksızca bir kaosun içinden geçtiler ama kurtuldular. Zor kurtuldular ama kurtuldular” diye düşünürler. Ben kurtulacağımıza inanıyorum. Daima iyimser bir adamım. Bunun geçeceğini ve geçmesine de çok kalmadığını düşünüyorum. Yakın bir zamanda bu geçecektir.
Sevgi eksikliğe rıza göstermektir diyorsunuz romanda. Dertlerimizin bir çaresi de bu olabilir mi?
Bu Şeyh Efendi’nin lafı. Sevmek diyor, insanların eksikliğine rıza göstermektir. Çünkü insanlar eksiktir. Bütün bir insan yok. Seni yaratan, seni kendi başına bir bütünlüğe erişeceğin bir yolculuk yapmanı istiyor. Yani seni mükemmel yaratabilirdi. Seni mükemmel yaratmadı. Ama mükemmel olabileceğin imkânlar verdi. Akıl gibi, duygu gibi, tercih gibi. Ve senden istediği şey şu: Seni bir yolculuğa çıkartıyorum. Bu eksikliğini tamamlayabilecek misin? Mükemmele erişebilecek misin? İnsanoğlunun bütün macerası bu eksiklikten mükemmeliyete doğru yürüyüştür. Köpekbalıklarını mükemmel yarattı, aslanları da mükemmel yarattı. Onlarda bir kusur yok. Ama insanların eksiklikleri var, çünkü bu eksiklikleri kapatacak bir akıl verdi onlara. Bir mükemmelliğe doğru yürü ve bana kendi başına mükemmel olabilecek kadar bir canlıyı yarattığımı göster. Biz bu nedenle eksik yaratılmışız. Eğer bir aşk varsa bu gerçeği bilerek birbirimizin eksikliğini kabul etmek anlamına gelir. Başka türlü nasıl seveceksin? Başkasının mükemmel olmasını istersen onu sevemezsin. Çünkü öyle biri yok.
Borges’in sanıyorum ilk kitaplarından biri 37 tane satmış. Ne düşünüyorsun bu durum hakkında demişler, hayal kırıklığı yaşıyor musun? ‘Bu kitapları satın alanların hepsi gerçek insanlardı. Hepsinin bir hayatı vardı’ demiş ve umudunu dile getirmiş. Bizim umudumuzu destekleyecek gerçek insanlar çoğalacak mı?
Kesinlikle. Türkiye bir çılgın kaostan geçiyor. Ama günün, anın tozu dumanı vardır. Sonra o toz duman iner, gerçekler ortaya çıkar. Bu çok kısa zamanda olacak. Türkiye bunu artık daha fazla taşıyamaz.
Gerçek insanları bekliyoruz.
Gerçek insanlar var. Kendilerine gelmelerini bekliyoruz. Yoksa gerçek insanları beklemiyoruz. Gerçek insanlar var, fakat bir tür hipnoz içindeler, ne olup bittiğini tam kavramış değiller ve böyle bakıyorlar büyülenmiş gibi. Fakat bu büyü de bitiyor hakikatten. Onlar da geçek insanlarla karşılaşıyor hakikaten. Çok yakında Türkiye’yi değiştireceklerdir. Türkiye bunu taşıyamaz, bu ağırlığın altında kırılır. Ama ben bu ülkenin refleksinin bu yok oluşa müsamaha göstermeyeceğini düşünüyorum. Kurtaracaktır kendisini.