Ahmet Altan
(Taraf - 19 Ekim 2012)
Ümide, iyi haberlere ihtiyacımız var. Büyük bir ümit hasadından sonra kurak bir zamana düştük, gerginlikler, ölümler, kindarlıklar arttı, tehditkâr konuşmalar çoğaldı, toplum gruplara ayrılıp, çok rakipli tuhaf bir boks maçı gibi çeşitli köşelerde toplanarak birbirine düşmanca bakmaya başladı. Yaşadığımız o ümitli günlerden sonra bu ümitsizlik daha da ağır geldi topluma. Katherine Mansfield’in âşık olduktan sonra güncesine yazdığı, unutulması zor bir satır vardır. “Ama şimdi onu yitirirsem, onu elimden alırlarsa, ruhum sokaklara düşer, rastgele bir yabancıdan sevgi dilenir, o değerli zehirden birazcık olsun tatmak için yalvarıp yakarır.” Mansfield için “değerli zehir” aşktı, bizim toplum için bu “barış ve demokrasi” oldu. Ruhumuz sokaklara düşüp, rastgele “nefretten, düşmanlıktan, sertlikten” barış dilenmeye başladı. Barışın asla bulunmayacağı yerlerde barışı aradık. Bulamadık. Şiddetin, ölümün bize barış için vereceği bir umut, dile getireceği bir vaat yok. Şimdi birden “iyi bir haberle” karşılaştık. Haberi dün Yeni Şafak verdi. Cumhurbaşkanı Gül ve AKP’li bir heyet BDP’lilerle görüşmüştü. Bu “barış” için umutlu bir aranışın işareti. BDP’lilerin “dokunulmazlıklarının kalkması” meselesinin de askıya alınmasının kuvvetli bir ihtimal olarak gözüktüğü söyleniyor. Başbakan Erdoğan’ın da, “Mesela yarın İmralı’ya gitmek gerekiyorsa müsteşarıma ‘gerekeni yap’ derim. Yeter ki akan kan dursun. Bunu teröre destek diye gören zihniyet büyük yanlış içindedir” demesi “barış” ihtiyacının devletin zirvelerinde de kuvvetle hissedildiğini ortaya koyuyor. Öcalan’ın “tecridinin kalkması” da sözkonusu. Bunlar hep iyi haberler. Açlık grevlerinin, çatışmaların durdurulması için Apo gerçekten önemli bir rol oynayabilecek güce hâlâ sahip, Erdoğan’ın da dediği gibi “bunu teröre destek olarak gören zihniyet büyük bir yanlış içinde”, buradaki sorun o “yanlış zihniyetin” AKP’nin içinde de bulunması. Anlaşılan Gül ve Erdoğan, “o yanlış zihniyetin” aşılmaması hâlinde belaların büyüyeceğini görüyorlar. “Mesela yarın İmralı’ya gitmek gerekiyorsa müsteşarıma gerekeni yap derim” sözlerinden benim anladığım, Apo’yla gizli bir pazarlığın sürdüğü, bu pazarlığın neticelenmesi hâlinde“görüşmelerin” açıkça başlayacağı. Apo’yla o pazarlığı yapmadan “yarın İmralı’ya girmek gerekip gerekmediğini” anlamak mümkün değil çünkü. Bütün bu gelişmelerden, değişen konuşmalardan, bir barış ihtimalinin yeniden gündeme geldiğini anlıyoruz. Gelmeli de. Savaş otuz yıldır sürüyor, kimse kimseyi yenemiyor. Suriye’deki çatışmalardan, orada Kürtlerin bağımsız bir yapı olarak ortaya çıkmasından, ülkeler arası ilişkilerin önemli değişikliklerden geçmesinden sonra PKK yeni bir güç, taze bir ivme kazandı ama bu güç sadece daha fazla insanın ölmesiyle sonuçlandı. PKK’nın istediği biçimde “devrimci halk savaşına” dönüşmedi. Bu, savaşın “silahla bitirilemeyeceğini” bir kez daha gösterdi bence. Ordu da PKK’yı yenemedi. Şimdi yeniden barış aranıyor, çeşitli yollar deneniyor. Ortaya çıkan bu arayış tam da “yetmez ama evet” durumu. Bunlar kesinlikle yapılmalı ama bunun “yetmeyeceği” de bilinmeli. Bizim “barışa” ihtiyacımız olduğu kadar, o barış heykelini üstüne yerleştireceğimiz sağlam bir“demokrasi kaidesine” de ihtiyacımız var. Barışı sağlasak bile onun üstüne koyacağımız bir demokrasi bulunmazsa, heykel elimizde dolaşmak zorunda kalırız ki sonunda o heykel düşüp kırılır. “Apo’yla hemen görüşebileceğini” söyleyebilen bir cesaret, kendi partisi ve tabanı içindeki itirazları “gerektiğinde” kolayca bertaraf edebileceğine inanan bir siyasi karizma, bu gücünü ve karizmasını “demokrasi” için de gösterebilir. Apo’yla görüşmekten, buna gösterilecek tepkilerden korkmayan birinin “demokrasiden” de korkmaması gerekir. Barış, demokrasiyle zıt bir kavram değil, barışı sadece demokrasi dışı ortamlarda bulamayız, barışı demokrasinin dışında aramak da uzun vadede olumlu bir sonuç vermez zaten. O çok özlediğimiz barış için yaratılan bu umutlu iklim, demokrasi için niye yaratılmasın? Erdoğan, “Apo’yla görüşmeye” karşı çıkmayan tabanının demokrasiye karşı çıkacağını mı düşünüyor? AKP tabanı, “Apo’yla görüşmeye evet ama fikir özgürlüğüne hayır” mı diyecek? Biliyoruz ki Kürt sorunu, Kürtlerin Türklerle eşit olduğu kabul edilmeden, bu eşitlik“kurumsallaşmadan” bitmeyecek. Kürtlerin haklarını Apo’yla ya da PKK’yla pazarlık ederek vermek, bu hakları “demokrat bir ülke”kurmak için pazarlıksız vermekten daha mı “tercih edilebilir” bir ihtimal olarak görünüyor AKP tabanına? Erdoğan ve AKP, şu umut kıvılcımına biraz üfleyerek büyük bir umut ve demokrasi ateşi yakabilirler, başına toplanır hep birlikte ısınırız. Ruhumuzun sokaklarda “barış ve demokrasi” dilenmesindense bunu kendimiz yaparız. Apo’yla ve PKK’yla barışı yapın. O barışı içine yerleştireceğimiz demokrasiyi de hep beraber yapalım. Çok mu kötü olur bu?