Ahmet Şık 'Pusu'yu, Umur Talu önsözünü yazdı, kitapta neler var?

Ahmet Şık 'Pusu'yu, Umur Talu  önsözünü yazdı, kitapta neler var?

- Hazal Özvarış

[email protected]

Odatv davası kapsamında tutuklanan ve 376 gün sonra tahliye edilen gazeteci Ahmet Şık’ın “Pusu/ Devletin Yeni Sahipleri” adlı kitabı yayımlandı. Şık, büyük kısmını tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nde yazdığı Pusu’da, Fethullah Gülen cemaatine mensup polislerin Ankara Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde görevli çok sayıda polisi fişlediği iddiasını içeren bir dokümana da yer verdi. Şık kitabında, Odatv davası kapsamında tutuklu yargılanırken hayatını kaybeden Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensubu Kaşif Kozinoğlu’nun telefon dinlemelerine ilişkin olarak “terör örgütünün faaliyeti olarak nitelendirilebilecek herhangi bir görüşmenin bulunmadığı” ifadesine imza atan savcılığın, 14 ay sonra telefon kayıtlarını bu kez “delil” olarak kullandığına da işaret etti. 

Gazeteci Ahmet Şık’ın, Silivri Cezaevi’nde yazmaya başladığı “Pusu” kitabı Postacı Yayınevi tarafından yayımlandı. Daha önce gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte “Ergenekon’da Kim Kimdir?” ve “Kontgerilla ve Ergenekon’u Anlama Kılavuzu”nu kaleme alan Şık’ın “İmamın Ordusu” olarak bilinen üçüncü kitap çalışmasının henüz yayımlanmamış nüshaları hakkında mahkeme toplatma kararı vermişti. Şık, cezaevindeyken verilen bu karar büyük tartışma yaratmış ve kitap önce internette yayılmış, ardından da “000Kitap” adıyla Postacı Yayınevi tarafından yayımlanmıştı.

Kitap çalışmasının toplatılması dâhil, Odatv davasını, öncesi ve sonrasıyla anlatan Ahmet Şık’ın kitabı “Pusu Günlüğü”, “Hukuksuzluk”, “Komployu Anma Kılavuzu”, “Devletin Yeni Sahiplerinin Güç Savaşı”, “Ve Özgürlüğe Merhaba”, “Ergenekon Soruşturması Genel Analizi”, “Ergenekon Sürecinde Medyanın Rolü ve Yeni Medya Dizaynı”, “Ekler” başlıklı sekiz bölümden oluşuyor.

Şık, “Pusu Günlüğü” bölümünde, “cemaat mensubu polislerin, hakkında fişleme yapılan binlerce polisin kimlik bilgileri ve sicil numaraları, görev yerleri, bağlı bulundukları birim ve nereden atandıklarına dair iki belge hazırladığı” iddiasını aktardı. Şık, “başka bir belgede de fişlenen polislerin, cemaatle ilişkisinin 1’den 5’e kadar derecelendirildiğini” kaydetti.  “Fişlemelere maruz kalan polislerin çocuklarının hastalığından eşiyle arasındaki ilişkinin durumuna, siyasi görüşünden alkol alışkanlığına ve hatta maddi durumuna dek birçok ayrıntının kayıtlarda yer aldığını” belirten Şık’ın kitabında yayımladığı dokümandaki değerlendirmelerden birkaçı şöyle:

“Bizi bilir sever ama eşi de polis olduğu için vakit bulamadığını söyleyerek kaytarır”, “Dersleri aksatarak gelir. Dergi, himmet yok. Bizi sever namazlarını kılar”, “Cumalara gitmez. Maddiyata önem verir. Ağzı bozuk. Kızıyla ablalar ilgileniyor. Kumar oynar, çok sinsi, menfaatçi…”

Söz konusu dokümanda, kayıtları tutan kişinin kimlik bilgileri ile telefon numaralarının olduğunu da belirten Ahmet Şık, “Devrimci Karargâh” davası kapsamında tutuklanan, ayrıca Odatv davası sanığı da olan eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın 2007 yılında tutulduğu tahmin edilen kayıtları taşınabilir hafıza kartı içinde savcılığa iletmesine rağmen “soruşturmada bir adım öteye gidilemediğini” belirtti. Bu durumun “Savcılığın soruşturma başlatması halinde birlikte çalışacağı İstihbarat Daire Başkanlığı’nın tamamıyla cemaatin eline geçmiş olmasından” kaynaklandığını ileri süren Şık, Avcı’nın “Savcılara verdim” dediği dokümanların “yok olma süreci”ni de kitabında sorguladı. 

 

Başsavcılık, Kozinoğlu'nu dinleme süresini uzatmadı ama...

 

Ahmet Şık, Pusu kitabında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nin Odatv davası kapsamında tutuklanan ve Silivri Cezaevi"nde hayatını kaybeden eski MİT mensubu Kaşif Kozinoğlu’nun telefonlarını dinlemek için yaptığı girişimler ve savcılıktan aldığı önemli bir cevaba da yer verdi. Şık, “terör örgütü faaliyeti” gerekçesiyle telefon dinleme süresinin uzatılmasını talep eden Terörle Mücadele Şubesi'nin, uzatma talebinden önce yapılan dinlemeleri henüz deşifre etmemiş olduğunun dava dosyasından anlaşıldığına işaret etti. “Dava dosyalarına göre telefon konuşmalarının 9 ile 21 ay arasındaki sürelerde deşifre edildiğini” belirten Şık, şu soruları yöneltti:

“Savcılığa başvuran, mahkemelerden de sorgusuz, sualsiz izni alan polisler en erkeni 4 ay sonra tape edilen bu telefon görüşmelerinde ne konuşulduğu dahi bilmeden nasıl uzatma talep edebildiler? Deşifre edilmemiş telefon görüşmelerinde Ergenekon faaliyeti yürütüldüğü kanaatine nasıl vardılar? Daha da önemlisi savcılar, hâkimler bu soruları neden sormadı?”

Ahmet Şık, Kozinoğlu’nun telefonlarının dinlenmesi hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı imzalı, 11 Ocak 2010 tarihli bir belgeye de yer verdi. Belgeye göre başsavcılılık, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nin Kozinoğlu’na ait dört telefon numarasının dinlenmesi yolunda beşinci uzatma talebini şöyle yanıtlıyor:

“Yazınız içeriğinde ve ekinde bulunan raporlarda teknik takip sırasında şüphelilerin kaydedilen telefon görüşmeleri içerisinde yasadışı terör örgütünün faaliyeti olarak nitelendirilebilecek herhangi bir görüşmenin bulunmadığı, telefonların bizzat şüphelilerin kendi adına kayıtlı olup, kimlik ve adres bilgileri de sabit olduğundan, CMK’nın 135/1 ve ilgili yönetmeliğin 12/1. maddesinde düzenlenen ‘Suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması’ koşulunun gerçekleşmediği anlaşıldığından, şüphelilerin belirlenen telefonları üzerinde mahkeme kararı ile devam etmekte olan iletişim tespitlerinin uzatılması talebi yerinde görülmemiştir.”

Ahmet Şık, söz konusu belgede İstanbul Cumhuriyet Savcıları Ercan Şafak, Fikret Seçen, M. Murat Yönder ile birlikte Zekeriya Öz’ün imzası bulunmasına rağmen, Öz’ün “14 ay sonra bu dinlemeler sırasında elde edilmiş telefon kayıtlarını tutuklamaların gerekçeleri arasında gösterdiğini” belirterek şunları ekliyor:

“14 ay önce konuşma içeriklerinde terör örgütü faaliyeti bulunmadığını savunan savcı Öz, 14 ay sonra o konuşma içeriklerinden sorular yöneltmişti Kâşif Kozinoğlu’na. Üstüne üstlük suç unsuru bulunmadığı için dinleme kararı sona erdirilen bu telefon konuşmaları suç delili olarak da soruşturma dosyasının içine serpiştirilmişti.”

 

Umur Talu’nun önsözü…

 

 “Pusu”nun önsözünü gazeteci Umur Talu kaleme aldı. “Şık Gazeteci” başlıklı yazısında, “Ahmet’in şıklığı sadece soyadından değil… Her devirde ve her türlü  ‘sakıncalı’ damgası yiyebilmesinden de geliyor” diyen Talu'nun kaleme aldığı Pusu'nun önsözü aynen şöyle:

Yayınlanmamış kitabı yüzünden eşinden, evladından, işinden, dostundan “ayırılıp” dört duvar arası yatırılan Gazeteci’nin yeni kitabı bu.

Kitap yeni olsa da…

Yazarının; gözümde, gönlümde, hafızamda, arşivdeki onca yazımda hep eski, kıdemli bir yeri var.

Ahmet benim için hep ve en önce gazeteci.

Ahmet benim için hep ve en önce Şık Gazeteci.

Gazeteciliğe yakışanı yapabilmek için nice riske girmiş olan…

Cilalı gazeteciliğin kapsama alanına almadığı nice mevzua tıklamış olan; bu işe işleve; muhabirliğe, gazeteciliğe şıklık katmış olanlardan.

***

Çok yerde söyledim, yazdım.

Ahmet’in şıklığı sadece soyadından değil…

Her devirde ve her türlü  “sakıncalı” damgası yiyebilmesinden de geliyor.

Bu damgayı vuranları sinir etmesinden; bu damgayı, nice güçlünün, kudretlinin, hakim mevkiin elinden yemeyi hak etmesinden geliyor.

Ezilenin, horlananın, dışlananın, kovulanın, vurulanın yanından bir gazetecilik elbet cilalı duayenlerin dediği gibi pek “objektif” olmayabilir ama: objektifini halkın yanında konuşlandırmak, mertliktir, şıklıktır, insanlıktır, gazeteciliğin özündeki damardır.

Ahmet’i; Metin Göktepe Hakikati’ni kovalamış genç gazetecilerle ve  “Hayata Dönüş” diye yutturulan ve nice itibarlı, büyük, elbet özgürlüklere, insan haklarına pek müptela yönetmen ve yazarın kankalık ettiği Cezaevi Tufan Katliamı sürecindeki tersine, inadına haberleriyle bildim.

O devirdeki “kanlı objektif”i parçalayan gazetecilerden biri olarak.

Sonrasında, sadece hak gazeteciliği değil, kendi hakkını da arayan gazeteci olarak sevdim, elimden geldiğince destekledim.

O sıra resmen “sakıncalıdır” damgasını bizatihi büyük medya vurdurtmuştu Ahmet’in üstüne.

Ve sonradan, basın özgürlüğüne ne kadar hassas olduklarını heyecanla izlediğimiz nice ağabey, abla ve kardeş ya susmuştu ya susturulmuştu!

“Sakıncalı”; kapısı kapanan gazetelerden sonra dergilerde de “sakıncalı” oldu.

Andıç haberi yapıyordu, ama kendi zaten medyadan, ordudan, iktidardan, şuradan buradan andıçlı bir hayat yaşıyordu.

Üniversite ona bir yer verdiğinde, elbet işini yaptı ama kendi hakkını, örgütünü arayan gazeteci ruhu orada da kendi sendikal hakkını kovalayan öğretim kadrosu içinde koştururken buldu.

Türkiye, medya, nice meslektaşı bu kısımları pek bilmez; nitekim pek ilgilenmezdi zaten.

Derken, memleketin yeni muktedir siyaset ve hukuk düzeni içinde…

 

Ahmet’in basılmamış kitabı basıldı!

 

Ömrüm nice kitap imhası görmüştür ama yayın yönetmeni odasında imha edilen hard diskin “hard hüznü”ne o sayede uzaktan tanık oldu.

Derken evler, kopyalar, dostlar, telefonlar, tutukluluk, tahliye retleri, bir kısım linç girişimi, uzun tutukluluk, iddianame, dava… Ve nihayet tahliye.

***

Ahmet’e şunu dedim mi sonradan, hatırlayamadım:

Hiç değilse, kitabına, duruşmasına, hayatına katılan nice güzel meslektaşının, dostunun inatçı, ısrarlı desteğini tatmak için bile değermiş diye düşün!

***

Bu ülkenin ve düşünenin, yazanın, çizenin, konuşanın, mücadele edenin acıları ne bugünden ibaret, ne de en şiddetlisi böyle bir hapis kadar.

Ardımızda nice katledilmiş; unutulmamış ve çoktan unutulmuş isim var.

Yakılmış, toplatılmış, yasaklanmış, tutuklanmış, sürülmüş, vurulmuş kitaplar.

Ben yine de umut duyarım hep.

Çünkü her yeni kelime bir ötekinin de yolunu açar.

Her acı, bir sonrakine dayanma gücü sağlar.

Yazıya, habere, kitaba her “baskı”…

Matbaaların, klavyelerin, zihinlerin, emeklerin daha fazla özgürlük “basmasını” sağlar.

Hep derim…

“Press”, baskı olabilir ama…

Gazetecilik de “press”tir.

Baskıya karşı basmak.

Baskına karşı basın.

***

Baktım, Ahmet için epeyce yazı yazmışım, epeydir hem de.

Bir kitaba özel olan bu sonuncuyu, o içerideyken “kaçma şüphesi” diye tahliye etmeyenlere yazdığım yazıdan bir bölümle bitireyim.

İster onlar da okusun, ister oğlum yine bina dokusun:

***

Ahmet kaçsa; üzerine yürümüş bin tür baskıdan korkar, önce kendinden kaçardı.

Kaçsa; üzerine abanmış büyük medya tehdidinden korkar, önce vicdanından kaçardı.

Kaçsa; Göktepe cinayetinden Hayata Dönüş Operasyonu’na, devlet şiddetinden korkar, olay yerinden kaçardı.

Kaçsa; elinde makinesi, polis darbesiyle yerlerde sürüklendiğinde, o meydandan kaçardı.

Kaçsa; nice büyük gazetecinin yaptığı gibi, hakikatten, hakikatleri deşmekten, hakikatle yüzleşmekten kaçardı.

Kaçsa; nice utanmazın yaptığı gibi, bin tür insan acısıyla boğuşmaktan kaçardı.

Kaçsa; mayın kurbanı çocuklara bir fotoğrafta hayat vermeye çabalamaktan kaçardı.

Kaçsa; çetrefilli, kan kokulu, ceset dolu nice mevzu ile uğraşmayıp kakarakikiriye kaçardı.

Kaçsa; medyada da üniversitede de, sendika mendikayla uğraşmaz, kolayına kaçardı.

Kaçsa; tutuklandığı güne kadar kendisini defalarca kuşatmış yalnız kalmaktan bıkar, sığınmalara kaçardı.

Kaçsa; büyük medyanın büyük kafalarına direnmek yerine, birçoğu gibi yalakalığa kaçardı.

Kaçsa; bunca senedir en kestirmesine kaçar, iktidarların veya darbecilerin kanatlarına kaçardı.

Kaçsa; evladını nasıl geçindireceğinin kâbuslarına koşmaz, medya aristokrasisinin evlatlığı olup rahat etmeye kaçardı.

***

Kimse, arşivinden, tarihinden, kendisinden kaçamaz zaten.

O yüzden, biraz şık olmalı gazeteci!

***

Ben Ahmet’i pek tartışmam.

Siz elbette kitabı tartışabilirsiniz.