Cumhuriyet yazarı Çiğdem Toker, "terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek" iddiasıyla yaklaşık 500 gün cezaevinde kalan çalışma arkadaşı Ahmet Şık'ın, tahliye edilmesi sonrası yaptığı açıklamayı değerlendirdi. "Ahmet’in artık kamuoyuna ve temel kurumlar nezdinde yer etmiş, ünlenmiş bir 'öfkesi' var. Ağır ceza reislerine dahi ihtiyat cümlesi kurduran bir öfke bu" diyen Toker, sözlerine "Duruşmanın sonuna doğru 'Şimdi Ahmet bana kızacak ama örneği yine ondan vereceğim' sözünü başka türlü izah edemeyiz" diye devam etti.
Ahmet Şık, tahliyesi sonrası yaptığı ilk açıklamada "Şunun altını çok net olarak çiziyorum, ben hiçbir şekilde sevinçli değilim" demişti.
Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay'ın tutukluluk hâlinin devam edeceğine dikkati çeken Şık, "Bu ülkede sevineceğimiz gün gelecek, çünkü bu mafya saltanatının biteceğini ben size garanti ediyorum. Hakikate inanann herkes bilsin ki bu mafya saltanatı hak ettiği yere gidecek, işte biz o gün sevineceğiz" ifadesini kullanmıştı. Şık, şunları kaydetmişti:
"Hakikate inana herkese çok teşekkür ediyorum. Şunun altını çok net olarak çiziyorum, ben hiçbir şekilde sevinçli değilim. Akın Atalay bu komplonun son tutuklusu olarak içerideyken sizin de sevinmenizi istemiyorum. Öfkeli olmanızı tercih ediyorum, çünkü öfke bizi ayakta tutacak.
Umudumuzu öfkemizle bileyeceğiz, bunu yapmaz isek saçma sapan şeylere sevinmeye devam edeceğz. Ben 6 yıl önce yine bir mart ayında içeriden çıkmıştım, bugün yine bir mart ayı. O günden bugüne değişen tek şey faşizmin ortaklarından birinin eksilmesidir. Ama bu ülkede sevineceğimiz gün gelecek, çünkü bu mafya saltanatının bbiteceğini ben size garanti ediyorum. Hakikatae inanann herkes bilsin ki bu mafya saltanatı hak ettiği yere gidecek, işte biz o gün sevineceğiz."
Çiğdem Toker'in "Adalet lütuf değildir" başlığıyla yayımlanan (11 Mart 2018) yazısı şöyle:
Okuyacağınız satırları, -her zaman olduğu gibi- Ankara Büro’da değil; Cumhuriyet’in İstanbul’daki merkez binasında yazıyorum. Katlar, alışılmışın dışında hareketli. Koridorlarda, merdivenlerde telaşlı adımlara eşlik eden sevinçli karşılaşma nidaları, kucaklaşma sesleri. Bu köşenin düzenli okurları, her pazar Haftanın Demi’nde en az dört konu işlediğimizi, hepimizi ilgilendiren alanlarda yeni gelişmeleri duyurduğumuzu bilir. Bugün biraz daha farklı olacak. Arkadaşlarımız Murat Sabuncu ile Ahmet Şık’ın 500 güne yaklaşan tutuklulukları sona erdiği için sevinçliyiz. Büyük ama bir o kadar da kırık bir sevinç. Toplanan delillere, tamamlanan belgelere rağmen, operasyon başladığında tutuklanacağını bile bile yurtdışından dönen Akın Atalay’ın tutukluluğunun devamına karar verildi. Murat ve Ahmet için toplanmış ve tamamlanmış delil ile belgelerin Akın Atalay’ın tahliyesine yetmemesi, Cumhuriyet davasının normal bir “dava” olmadığının son kanıtı oldu. Tabii mahkeme başkanının kararı açıklarken her bir arkadaşımız için ifade ettiği cümlecikler, adaletin nasıl olup da bir lütuf tarzında dağıtıldığını sergilemesi bakımından, ayrıca iç karartıcıydı. Sözüm ona esprili, sözüm ona insani bir tarzda söylenen sözler için geniş bir değerlendirme yapılabilir elbette ama durumu özetleyen en iyi kelime gayri hukukiliktir. Bu kadar da değil. Mahkeme başkanı yargıcın Ahmet Şık için Soner Yalçın’ın yazısına atfen, annesinin üzüntüsüyle bağ kuran, Murat için Boğaz özleminin “gitsin görsün,gitsin hasret gidersin” ifadeleri, eğer espriyse kötüydü. Akın Atalay’ın tutukluluğunun devamı kararını açıklarken “Gemiyi en son kaptanlar terk eder” sözü ise tıpkı bir önceki duruşmadaki “kırık bir aşk hikâyesi” teşbihi kadar fenaydı. Hadi, Atalay’ın İcra Kurulu Başkanlığı’na atfen söylenen “kaptan” kelimesi gerçekçi diyelim. Peki gemi ne, neresi? Gemi Silivri mi? Silivri batıyor mu? Özgürlüğünüze, bağımsız iradenin değil bir başkasının karar verdiği böylesi bir hukuksuzluğu “gemiyi terk” ifadesiyle açıklamanın izahı nedir? Özgürlük bahşedilen bir şey midir? Bütün bu sorulara mantıklı insanlar gibi beyhude yere cevap aramak yerine “adalet lütuf gibi dağıtılmaz” deyip noktayı koyalım.
Bilen bilir, upuzun görünen bazı yazıları, adeta tek bir cümleymiş gibi okuruz. Yazarın mahareti kadar, hikâyenin gücünden de gelir bu. Sabahtan gece yarısına dek süren Cumhuriyet duruşması da böyleydi. 12 saat, bir saat gibi geçti. Dahası, çok erken saatlerde Silivri yollarına düşerek başlayan cuma günü, gece yarısına dek tahliyeyi beklediğimizden olsa gerek, bugün bu satırları yazarken bile devam eden tek bir günün içindeymişiz duygusu yaşatıyor. Cumhuriyet davası duruşması 12 saat sürdü. (Değişik gerekçelerle verilen üç aranın ardından nihayet karar açıklandığında, saat 22.18’i gösteriyordu. ) Aslında bu kadar yoğun ve hareketli akan, içinde hukuk olan, adalet dağıtılan oturumların adına “duruşma” demekte tuhaf bir yan var. Merak edip baktım, sordum. Latin dillerinde bu kelimenin karşılığı olan sözcüklerin ağırlıklı olarak “dinleme” fiilinden geliyor. İngilizcede “hearing”, Almancada “verhör” Fransızcada “audience” . Bizde ise insanın özgürlüğüyle ilgili bir kelime, karşılıklı durma halini anlatan bir kavramla ifade ediliyor. Duruyoruz duruyoruz duruyoruz. Batı dillerine “dinleme”ye öncelik veren yargılama mantığının bizde durmak fiilinden türetilmesi adalet sistemi konusunda çok şey anlatıyor.
Kimbilir kaçıncı kez anladık ki, vicdan, adalet ve hakkaniyet duygusunun hukukçu sıfatlarıyla zerre ilgisi yok. Dün vakit öğleye yaklaşırken gazeteye geldi arkadaşlarımız. Sadece sevenleri, arkadaşları değil bağımsız medya kanallarından meslektaşlar kuşattı Murat ile Ahmet’in çevresini. Hayatın ileriye doğru yaşanıp, geriye doğru anlaşıldığı doğrudur. Ömürden ömür alan, onca uzun zaman haksız hukuksuz içeride kalmış olmanın ağırlığını taşımak hiç de kolay olmasa gerek. Fakat ne Ahmet, ne de Murat. İkisi de 500 gün içeride kalmışlıklarından, bu sürenin maddi manevi kendilerine ne etkilerde bulunduğuna dair tek sözcük etmedi. Bu tutum, zaten bu ağır bedelin neden ödendiğinin de sebeplerinden biri olsa gerek. Fakat böyle bile olsa ülkenin hukuksuzluk başta temel sorunlarının varoluşun bu kadar en önüne koyulması, gazetecilik ve insanlık adına güç veriyor. Hele Murat Sabuncu’nun, bu mücadeleyi yürütürken “mahalle ayrımı yapmadan” ifadesi o kadar değerliydi ki.
Ahmet Şık 434 gün sonra Silivri cezaevinden çıkarken “Şunun altını çizerek söylüyorum ben hiçbir şekilde sevinçli değilim” dedi. Akın Atalay “içeride” tutulurken dışarıdakilerin de sevinmesini istemediğini de ekledi. Haklı. Atıfta bulunduğu “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederim” sözü yalnızca Atalay’a yönelik dostça bir vefa duygusundan kaynaklanmıyor. “Sevinçli değilim” Akın Atalay’ın tahliyesini geciktiren “irade”nin normalleştirilme tehlikesine karşı uyarı. Yine bu söz sosyal medyada espri konusu olmaktan kurtulamadı. “Ahmet’i kızdırma pahasına” sevinçli olduklarını söyleyenler çıktı. Gerçekten de Ahmet’in artık kamuoyuna ve temel kurumlar nezdinde yer etmiş, ünlenmiş bir “öfkesi” var. Ağır ceza reislerine dahi ihtiyat cümlesi kurduran bir öfke bu. Duruşmanın sonuna doğru “Şimdi Ahmet bana kızacak ama örneği yine ondan vereceğim” sözünü başka türlü izah edemeyiz.
Silivri kampus alanı içinde bir büfe var. Sıcak soğuk içecek ve tost, bisküvi satıyor. Duruşma aralarında önü ana baba gününe dönüşüyor. Uzaklığı, içinde yaşananlar, yaşatılanlar zaten karmaşık duygular yaşatırken, Silivri’deki bu büfenin tabelası, durumu özetliyor ve insanın içinden şu cümlenin geçmesine engel olamıyor: “Ticari zekâ böyle bir şey.”