Ahmet Tulgar *
Ülkenin medya imparatoru oldu. En büyüğü oldu, en büyüklerinin sahibi ve en büyüklerinin kurucusu. Gazeteden dergiye, televizyondan radyoya, internet yayımcılığının her türüne, dahası en büyük gazete dağıtım şirketine, dev kağıt üretim tesislerine, medyanın ana ve yan bütün alanlarına nüfuz etti, patronluk etti, en büyük kitap mağaza zincirinin sahibi, bir internet arama motorunun ortağı oldu.
Özetle, yazılı ve elektronik mesajlar bombardımanının en büyük mühimmat deposunun, toplumsal söylemin en faal arsenalinin sahibiydi.
Bir iletişim baronu ve ne tuhaftır, geriye ondan sadece sessizlik, suskunluk ve bir iletişimsizlik halinin anısı kaldı.
Onu hep birilerine derdini anlatmaya çalışırken hatırlayacağız, televizyon tartışmalarına daha fazla dayanamayıp bağlanmalar ve yine de derdini anlatamamalar, hezeyan halinde hattan düşmeler, Koç patronlarından edinilmiş bir alışkanlıkla gazetelerinin birinci sayfalarında yayın yönetmenleri ya da Ankara temsilcilerince edit edilmiş açık mektuplar yayımlatmalar, yine de yaranamamış birinin bastırılmış öfkesiyle bir kez daha anlatmaya çalışmalar, bunun da olmaması, bu defa kendi köşe yazarlarına telefon açma, söylediklerinin bu köşelerde yayımlanmasına yol vermeler, hep bir devrilme riskiyle karşı karşıya, sahiden de yönetim katlarında devrilecekmiş gibi yürümeler, hafif sarsak, hep bir vazgeçmeye hazır, vazgeçmeye istekli hal, hep limoni, hep gayrı memnun, ne istediği, neden istediği, neden bu kadar sürdürdüğü bilinmez, hep sanki zorla ikna edilmiş, son anda geri döndürülmüş, son anda caydırılmış, sanki hep alicenap, hep, hep ama hep de iletişimsiz, belirsiz…
“İletişim pantheonu”nda limoni bir sessizlik, medya mamutlarının sakar çobanı: Aydın Doğan’dan bahsediyorum, evet.
Yani sen bu kadar iletişim aracına sahip ol da, yine de derdini anlatama, meselenin ne olduğunu ortaya koyama, varsa bir meselen anlaşılama!..
Bunu anlamak, anlamaya yaklaşmak lazım şimdi. Ama kapitalizm tam da budur, meselesi olmayanı meselesi varmış gibi gösterir ya da kapitalist kendini öyle gösterir. Kâr hırsıyla yanıp tutuşurken insanlara ekmek yedirmek için yoruluyormuş gibi, ülkeyi bizzat yönetirken muhalefet ediyormuş gibi…
Aydın Doğan’ın yayın organlarını satmasının ardından gözyaşlarına boğulan, üzülen ya da hayıflananlar tam da bu hataya düşmüş olmalılar. Onu günlük ideolojik ekmeklerinin fırıncısı sananlar, onun kendi ekmeğinin kavgasında olduğunu çoktan anlamış olmalıydılar. Ya da pastasının, işte, reklam pastasının, ihale pastasının kavgasında ki bu da bu iktisadi sistemde ayıp değildir zaten.
Ama benim kanımca Aydın Doğan’ın gazetecilikte hiçbir ideolojik meselesi yoktu ki ben de gazeteciliğin işte bir meselesi olmayanlarca yapılmasını tek bir şeye bağlarım: Bu mesleği para ve iktidar için araçsallaştırma.
Burada Aydın Doğan’ın bu araçsallaştırma faaliyetini hiç de kaba saba yapmadığını, bayağı iyi rafine ettiğini de not düşeyim ama. Teslim edeyim!..
Kabul edelim ki bir Dinç Bilgin’in kibirli saldırganlığından, acımasız sömürgenliğinden, gözü kara Makyavelizminden ve kıl aldırmayan burnundan eser yoktu Aydın Doğan’da.
Babayani, “down to earth”, ayakları yere basan, Cannes sahillerinden Gümüşhane yaylalarına özel jet hızıyla çıkan, bir gün önce Changa’da ağırladığı yayın yönetmenlerini ertesi akşam Kelkit’te yer sofrasına oturtan, biraz zorlasam sermaye artırımına mahkûm bir Hulusi Kentmen deyivereceğim.
Kendi oluru, onayı ya da dahli var mıydı, bilemem ama Aydın Doğan, yakın çevresi ve üst düzey yöneticileri tarafından hep bu işi istemeye istemeye, zoraki, tahmin edilen ya da iddia edilenlerden daha yüce bir amaç için, en azından onca gazeteci işsiz kalmasın diye yapıyormuş gibi lanse edildi: Mağdur olan esas oydu. Ve bu mağduriyete onlarca yıl katlanacak kadar da fedakârdı.
Evet, fedakârdı da, doğru. Dinç Bilgin genel yayın yönetmenlerini, köşe yazarlarını istakoz yapılan Pazar günleri villasına davet ederken, Aydın Doğan köşe yazarlarına olmasa da her genel yayın yönetmenine villa hediye ediyordu! Gerçi köşe yazarları da sonradan Trump Towers’ta indirimli satışlardan yararlanır olmuşlardı!..
İstese Aydın Doğan, kolaylıkla o bahçeli villa sitelerinde bir zamanların agresif, tuttuğunu koparan, refleks sahibi yayın yönetmenlerinin evcil evcil dolaştığı bir doğal park bile oluşturabilirdi. O kadar da cömertti üst düzey yöneticilerine karşı!..
Bir kez daha Dinç Bilgin ile Aydın Doğan’ı karşılaştırmak zorunda kaldığımda iki fotoğraf görüyorum kamuoyuna görkemli plaza, tower ve medya center’lardan projekte edilen, empoze edilen: Dinç Bilgin’in direktifiyle yayın yönetmeni veya bu işlevle donatılmış köşe yazarı Ankara’yı arayarak koalisyon bozup koalisyon kuruyor, karşı tarafta ise yayın yönetmeni ya da durumdan vazife çıkarıp bu işlevi takınmış bir köşe yazarı, Aydın Doğan’ın haberi bile olmadan Ankara’yı arayarak sadece ricacı oluyor. Sonradan da zor ikna ediyorlar zaten patronu bu işlere müdahale etmeye. Hep zoraki yani, hep mağdur, hep istemeye istemeye!..
Peki niye? Bunu sormazlar mı, mesele ne?
Aydın Doğan bu son satıştan önce birkaç aydır yakın çevresine “Artık dayanamıyorum” diyormuş. Ama bunu hep der, ima eder, öyleymiş gibi davranırdı zaten. İzlenimim hep bu oldu. Doğan Yayın Grubu’nda çalışmış birçok kişinin de öyle olmalı. “Bu gazeteler, televizyonlar başıma bela oldu” mealinde konuşuyormuş. Ama tatlı bela olmalı ki, defalarca satma girişimleri oldu, kısmen sattı, geri aldı, ortaklıklar kurdu, ortaklarını gönderdi, ekarte etti ve öyle ya da böyle 1979’dan 2018’e kadar tatlı belalarına katlandı! Onlar olmadan ticari alanlarını böyle genişletmesi mümkün olabilir miydi?
Aydın Doğan öyle nazlı patron oldu ki sofrasında karşısına köşe yastığı gibi dizdiği eski ve yeni yayın yönetmenlerinin yüreği hep bu bırakıp gitme imaları yüzünden ağızlarında olur, birbirlerinin yutamadıkları lokmaları kaygıyla sayarlardı. Her yaz en gözde eski yeni yayın yönetmeni ve köşe yazarlarını güverteye alıp ultra lüks yatıyla Ege’ye açılırken marinada bırakılanlar hayıflanırdı.
Ama Aydın Doğan seçimlerinde özgürdü. Çünkü ardında hiç “kara kutu” bırakmadı, hepsi “köşe yastığı” kaldı!..
Aydın Doğan, bu her an çekip gidecekmiş gibi davranışları, bir ayağının hep medyanın dışında, diğerini de birazdan yanına alacakmış gibi duruşu, tatlı belalarıyla bu gel git hali, bu kârlı tereddüdü, bu babayani mağduriyeti, limoni imaları yüzünden siyasiler karşısında da, bir medya patronu olarak kritik karar süreçlerinde de hep iki arada bir derede kaldı, ne yardan geçebildi, ne serden…
Ama tam da bu durum, sakar bir iletişimsizlik hali, ekşi bir ketumluk, umursanmaz bir sessizlik değil mi; bunca ifade ve mesaj aracı bolluğunda?..
O, mamutlarının böğürtüsü arasına sıkışmış cılız bir müştekilik, faydasız bir yakınma oldu sadece…
* Bu yazı, Cumhuriyet Pazar ekinin 1 Nisan 2018 tarihli nüshasından alınmıştır.