1- Yaşadığımız şu günlerde dünyanın birçok ülkesinde otoriter, sağ popülist, diktatoryal liderlerin yükselişine, totaliter rejimlerin inşasına tanıklık ettik, ediyoruz. Bu liderlerin her biri ülkelerinde kendi yazdıkları özgün düşmanlık, savaş, kuşatma, işgal, ihanet, parçalanma, bölünme, yıkılma senaryolarındaki kurtarıcı kahraman olarak ortaya çıkıyor, kendini öyle lanse ediyor korkutulmuş kitlelere. Walter Benjamin, otoriter ve totaliter liderlerin yükselişine yol açan etkenleri daha 1935-1939 yılları arasında yazdığı ‘Teknik Olarak Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Yapıtı’ adlı kitabında net olarak ortaya koymuş. Tam 80 yıl önce. Benjamin’e göre, reprodüksiyon yani yeniden üretim ve kayıt tekniklerindeki değişim kendisini siyasette de hissettirir. Konuşanı konuşma sırasında sınırsız sayıda insanın algılamasına ve görmesine izin veren kayıt ve çoğaltma cihazlarının yol açtığı yenilenme ile artık siyasetçinin bu kayıt cihazlarının önündeki sergilenişi, sunumu, lansmanı öne çıkmıştır. Tiyatrolarla aynı anda parlamentolar da insansızlaşır, ıssızlaşır artık. Radyo ve film sadece profesyonel sahne oyuncusunun işlevini değil, siyasetçinin durumunda olduğu gibi bu yeni tekniklerin önünde kendisini sergileyen, sunan herkesin işlevini değiştirir. Benjamin’e göre bu değişimin yönü sinema oyuncusunda da siyasetçide de aynıdır. Sporun öteden beri belli doğa koşulları altında sporcudan beklediği performans gibi, onların da artık belli toplumsal koşullarda ölçülebilir performanslar sergilemesi beklenir. Kayıt ve yeniden üretim cihazlarının önünde yeni tür bir eleme, seleksiyon ortaya çıkmıştır ve bu elemeden ancak şampiyon, star ve diktatör ya da totaliter galip olarak çıkar.
Ancak şampiyon, star, totaliter karışımı sağ popülist liderlerin biçimlendirdiği tek parti egemenliği altındaki rejimler Jean Baudrillard’ın 1970’li yıllarda yazdığı gibi aslında istikrarsız yönetim biçimleridir. Bu rejimlerin en büyük zaafiyeti kamuoyunun feed-back’ini, yani geri dönüşlerini güvence altına almamasıdır. Kamuoyu artık belirsizleşmiştir, ne istediği muammadır, her an her şeyi yapabilir, eylemi ve seçim tercihi öngörülemez, hesaplanamaz olmuştur. Bana göre bunun sebebi insanın her ne olursa olsun içinde bulunduğu koşulları etkileme, belirleme isteği ve eğilimidir. İnsan kendi etkisini görmek ister.
Selahattin Demirtaş, 2016 Kasım’ından beri rehine olarak bir cezaevinde tutulmaktadır. İletişim teknolojilerinin günümüzdeki gelişkin seviyesinde iktidar tarafından görünmez, duyulmaz kılınmak istenmiştir o. İktidar mensuplarının ve rakibi siyasetçilerin her türden kayıt ve yeniden üretim cihazları ile yeniden ve yeniden şampiyonlaştırıldığı, imgelerinin kamuoyunun üzerine yağdırıldığı bir dönemde topluma küçük not kağıtlarına yazdığı ve avukatlarına verdiği kısa mesajlarla ulaşmaktadır. Ama işte bu mesajlar tam da şampiyon bir sahne oyuncusu olarak otoriteryan bir siyasetçiden değil de, sahnenin dışına itilmiş, kayıt ve reprodüksiyon cihazlarının önünden sürgün edilmiş bir siyasetçiden geldiği için müthiş bir samimiyet ve gerçeklik duygusu üretmektedir okuyanlarda, duyanlarda. Kamuoyu siyasete etkime, siyaseti etkilemede bu samimi ve gerçek ilişkiyi kendisine model almaktadır artık.
2- İnsanlar kutuplaşma, düşmanlaşma ve çatışmadan sıkılır. Belli bir süreden sonra yani. Otorite aradan çekildiğinde sorunları şiddet dışı yöntemlerle çözmeye daha kolay yanaşır. İnsanlar, barış ve huzur ister belli bir süreden sonra. Bu gerçeklik asırlar önce yazılan din kitaplarında da yer alır. ‘İşaya 2:4’te peygamberin dediği gibi, insanlar nihayet kapsamlı ve kalıcı bir barış inşa etmek için kılıçlarını eritip saban demirine ve mızraklarını eritip bağcı bıçağına dönüştürüyor olmayı özlerler hep. Bütün savaşlar boyunca. Ve bu özleme her dem bir iyilik duygusu, iyi olma arzusu eşlik eder. Selahattin Demirtaş’ın 2014’teki ilk cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında yazdığım bir yazıda ‘insansiyaset’ diye bir kavram kullanmış ve şöyle demiştim: “Bazen siyaset bir toplumu iyileştirir. Mesela Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adaylığı iyileştiriyormuş gibi, iyileştiriyor işte bir toplumu. Mensubu olduğumuz toplum denilen bu nüfusu. Söylemleri, söylevleri, sloganları, çizgisi, geleneği, sınıfsal kökeni, başkaldırısı kadar; hali, tavrı, yaklaşımı, üslubu, ses tonu ve volümü ile de, evet, ve elbette ve daha ilk bakışta gülüşüyle de, nasıl da iyi geldi, iyi etti, iyileştiriyor işte toplumu, bir toplumu Selahattin Demirtaş. İkinci ama asla ikincil olmayan kategorideki özelliklerinin, hasletlerinin bu toplum nezdinde muteber olması, muteber olduğunun anlaşılması, başlı başına sağaltıcı bir etki yapıyor. Özellikle bunlar, yani hali, tavrı, yaklaşımı, üslubu, ses tonu ve volümü ve gülüşü, gülümsemesi; bu kaba, otoriter ve otoriteryan, keyfi siyasetten zehirlenmiş topluma Demirtaş ile sunulan panzehirdir, siyasetten dertli bu kalabalığın derdine deva.” Dikkat ediyorum bir süredir her seçimde artık böyle bir duygu yayılıyor topluma. Kaynağını saptamaya çalışırsanız bu duygu bir ketıl’dan geliyor Edirne’den buralara doğru, ülkenin tamamına. Ketıl’da kaynayan suyun buharı gibi. Demirtaş’ın mesajları geliyor, katı siyaset buharlaşıyor, yerine yavaş yavaş ‘insansiyaset’ doluyor.
3- Demirtaş’ın siyasetinin yaydığı iyilik duygusu onun siyaset tarzının bir sonucu. Walter Benjamin, yukarıda bahsettiğim gibi siyasetçiyi ya da homo politicus’u kayıt ve reprodüksiyon cihazlarının önündeki bir sahne oyuncusuna benzetiyor. Homo politicus artık bir lansman, bir sunuştur. Selahattin Demirtaş ise siyaseti bir ‘homo ludens’ yani ‘oyun oynayan insan’ olarak sürdürüyor. Geçen yıl ikinci cumhurbaşkanı adaylığı sırasında Cumhuriyet Pazar’a yazdığım ‘Taş Duvarların Ardında Kaynayan Neşe’ başlıklı yazımdan iki alıntı yapmak isterim burada: “Bütün bir topluma, kurumlara, örgütlere sanki ‘Gel oynayalım’ diyor. Bu, çok güçlü bir çağrı olmalı. Alttan alta algıladığımız, kabul ettiğimiz bir davet bu. ‘Gel oynayalım.’ (‘Bir de oynayalım’ yani. Demirtaş’ın her yaptığına, ettiğine sinmiş bu söylem tarihsel olarak böyle anlaşılmalı.) Demirtaş ‘gel oynayalım’ diyor topluma ve katı olan her şey buharlaşıyor. Haliyle nemlenen gövde yeşerecek. Yeni bir şey bu.” “Johan Huizinga, Homo Ludens (1938) adlı kitabında oyun oynayan insanı ‘homo sapiens’ ve ‘homo faber’ kavramlarının yanına üçüncü bir alternatif olarak koyarken, oyunu bütün insani faaliyetlerin başlangıcına yerleştirir. Oyun, herhangi bir çıkar gözetmeksizin ve tam bir gönüllülükle girişilen bir faaliyettir. Bir çocuk samimiyeti ve neşesi ile. Selahattin Demirtaş homo politicus’tan homo ludens’e kolayca geçiyor ve her seçim kampanyasına gönüllü, dünden hazır ve neşeyle başlarken, bütün bir toplumu beraber oynamaya çağırıyor. Halayda ve siyasette. Bu çıkardan uzak, estetik çocuksuluk, onun her seçim kampanyasında yeniden tazeleniyor olmasının, imgesinin kesintisiz reenkarnasyonunun iksiri. Taş duvarlarla çevrili cezaevi hücresini bile güç odaklarının bütün karşı çabalarına rağmen toplumsal bir ana rahmine dönüştürüyor.” Evet, Kürt halkı ve HDP seçmenleri 23 Haziran 2019’da Türkiye toplumuna bir kez daha demokrasi ve barış için kapı aralamış, umut ve şans armağan etmiştir. Oyun masumiyetinde ve gönüllülüğünde bir siyaset pratiği önermiştir. Emeği geçen herkese teşekkür edilmeli.