Ahmet Ümit: İttihat ve Terakki iyi mi kötü mü diye tartışması için şartları değerlendirmek lazım

Ahmet Ümit: İttihat ve Terakki iyi mi kötü mü diye tartışması için şartları değerlendirmek lazım

Ahmet Ümit, son kitabı “Elvada Güzel Vatanım”da  İttihat ve Terakki’nin hikayesini farklı bir karakterin gözünden anlatıyor. Bugüne dair yaşadığımız sıkıntıların İttihat ve terakki döneminden başladığını söyleyen Ümit, “İttihat ve Terakki iyi bir örgüt müydü, kötü bir örgüt müydü, bunu değerlendirmek için, şartları değerlendirmek lazım” dedi.

Milliyet’ten Asu Mora’ya konuşan Ümit’in söyleşisinden bazı kısımlar şöyle:

 

-Neden İttihat ve Terakki dönemini anlatmak istediniz?

“Patasana”dan beri bu topraklardaki tarih, kültür benim romanlarıma malzeme olageldi. “Sultanı Öldürmek”ten sonra giderek günümüze gelmek gerektiği inancındaydım. İttihat ve Terakki olmasaydı, daha doğrusu 1908’in 23 Temmuz’unda ilan edilen meşrutiyet olmasaydı cumhuriyet olmazdı. Düşünsel olarak bunu hazırlayan teşkilat İttihat ve Terakki’dir. İttihat ve Terakki’nin en faal olduğu dönem aşağı yukarı 1906 ile 1926 arasıdır, o dönemi anlatayım dedim çünkü bugüne dair yaşadığımız sıkıntıların ve sorunların nüvelerinin, köklerinin orada olduğuna inanıyordum. Okudukça, araştırdıkça bunu daha net doğruladım, gerçekten hepsi o dönemde gizliymiş. İttihat ve Terakki iyi bir örgüt müydü, kötü bir örgüt müydü, bunu değerlendirmek için, şartları değerlendirmek lazım. Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, dışarıda çok güçlü devletler var; İngiltere, Fransa, Rusya arasında inanılmaz bir paylaşım savaşı var. Biz en korkunç durumdayız. Sıkışmışız, politik reform yapamıyoruz, ekonomimiz berbat, tam bu noktada 32 yıllık despotik bir yönetim olan Abdülhamit’e karşı özgürlük hareketi başlıyor. İttihat ve Terakki budur. Fakat önce hükümete ortak oluyor, sonra işbaşına geliyor, sorunlar o kadar büyük ve bu kadrolar o kadar tecrübesiz ki, giderek despotik bir yapıya dönüşüyor.

 

-Sizin romanınız 1926 İzmir suikastı sonrası İttihat ve Terakki’nin lağvedilmesiyle başlıyor...

Evet, geri gönüşlerle 1906 ile 1926 arasını anlatan bir roman. O 20 yıllık süreci masaya yatırdım ve tartışmaya açtım.

 

“Devrimi seçmesine rağmen aşktan hiç vazgeçemiyor” 

 

-Ama sadece o dönemi değil, insanın seçimlerini ve bunların sonuçlarını da masaya yatırmışsınız...

Tabii. Benim için romanda tarih kullanmak ya da devrimi anlatmak, yahut aşkı anlatmak, bunların hepsi mümkün fakat asıl mesele insanı anlatmak. Bir tarihi anlatırken romancının yapması gereken tarihi bilgiler vermek evet ama daha önemlisi o tarihin roman karakterinin hayatını, yazgısını nasıl etkilediğini anlatmaktır. Burada bizim karakterin; Şehsuvar Sami’nin meselesi aslında şu: 1906 yılında âşık olduğu Ester’le beraber Paris’e gidecekler, kendisi yazar, kız şair olacak, orada bir hayat kuracaklar. Fakat o tarih buna izin vermiyor. Bu çocuk birdenbire kendisini olayların göbeğinde buluyor. Aşk mı, devrim mi, tam da böyle bir seçenekle karşı karşıya kalıyor. Ve devrimi seçmesine rağmen aşktan hiçbir zaman vazgeçemiyor. 20 yıl boyunca bir imparatorluk dağılırken, bir dünya savaşı yaşanırken, yeni bir devlet kurulurken yaşadığı fırtına bu. Benim bazı romanlarımda olan yer, Beyoğlu, burada da önemli yer tutuyor. 1926 yılının Pera’sındayız, burayı anlatıyoruz.

 

-Epey araştırma gerektirmiştir o dönemin Pera’sını bu kadar detaylı yazmak...

Bu roman beni çok yordu. Bir kere Pera Palas’ı anlatmak gerekiyordu, bunun için hem bugünkü müdiresi Pınar hanım çok yardımcı oldu hem de eski tanıtım müdürü Cevat bey var, onunla çok mesai yaptık. Maalesef bizim ülkemizde tarihi bölgeleri koruyamıyoruz ve bu bölgede de birçok bina yıkılmış durumda. 1926’nın Beyoğlu’sunu canlandırmak için onlarca Kitap okuyarak tek tek caddede ne vardı, hangi dükkanlar vardı, hangi tiyatrolar vardı, tiyatrolarda hangi Oyun oynanıyordu, bütün bunlar için araştırma yapmak gerekti. Sadece o değil, İttihat ve Terakki’yi de araştırmak gerekiyordu. Jöntürklerin Paris’te bir lokali olduğunu biliyoruk, gittik onu bulduk, Bonaparte Sokağı 25 numara. Ve tabii İttihat ve Terakki’nin doğduğu yerler... Sık sık Selanik’e gittik, Manastır’da Resneli Niyazi’nin konağına gittik, onların çıktığı dağları gezdik, Şemsi Paşa’yı vurdukları Drahor Nehri’ni bulduk... Yani zor ama çok zevkli bir romandı benim için. Benim roman tarzımda çok enteresan bir şey var; tek başıma kapandığım da oluyor tabii bütün romancılar gibi, ama öte yandan bir kolektif çaba var. Gezmeler, dolaşmalar, bilim adamlarıyla sohbetler... Bu kısmı yeni dostluklar kurmamıza, yeni coğrafyalar görmemize vesile oluyor. 

Söyleşinin tamamını okumak için tıklayın