2000’de ölen Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya: “Burada olmayı hep çok istiyordu ama burada canlı olmayı isteyen bir adamdı o. Böyle getirilmeyi asla istemezdi. Onun için ben böyle bir şeyi yapamam ona; onu huzursuz edemem” Gıyabında yaşananlar çok ünlü, çok talihsiz ama kendi neredeyse hiç bilinmeyen parçanın adı “Kervan”. Sözleri Suriyeli Kürt, Xoşnaw (Hoşnaf) Tilli’ye ait. Müzik Ahmet Kaya’nın. Yıl 1999. İlk kez bir Kürtçe parça koyacak albümüne Ahmet Kaya... Bunu da ödül aldığı Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde açıklıyor. Diyor ki, “Yakında yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.” Sonra malum olaylar, manşetler, zorunlu Fransa günleri ve 21 ay sonra gelen kalp krizi... Ahmet Kaya şimdi Paris’teki Pere-Lachaise mezarlığında. Bu kez yıl 2009. TRT, 6’ncı kanalında Kürtçe yayına başlıyor. Devlet büyükleri kanalın açılışını Kürtçe yapıyor. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay “Bazı insanlar sadece bir Kürtçe yayından söz ettikleri için, sadece Kürtçe bir şarkı söyleyebilmek, Kürtçe bir albüm yapabilmekten söz ettikleri için bugün hepimizin hüzünle hatırladığı acılar yaşadılar. Onların anısına karşı bir manevi ödevi de yerine getirdiğimiz düşüncesindeyim” diyor. Şimdi bu geçmişin ışığında 1 Ocak’tan beri sorulan soru şu: Acaba 10 yıl önce Ahmet Kaya’nın aradığı “cesur TV kanalı” TRT 6 mı olacak? Kim bilir... Belki de olacak... Peki, sekiz yıldır Ahmet Kaya’sız yaşayan Gülten Kaya TRT 6’da “Kervan”ı duyduğunda ne hissedecek? Gülten Kaya, Milliyet gazetesine verdiği röportajda duygularını anlattı: “Şu ana kadar sizden “Kervan”ı isteyen bir TV kanalı oldu mu? 1 Ocak’tan sonra bir-iki yer oldu ama isimlerini şu anda hatırlamıyorum. TRT 6’dan sizinle hiç irtibat kuruldu mu? Bu konuyla ilgili geçenlerde TRT 1’de bir programa katılmıştım. Orada çok dilli yayınlarının koordinatörü Sinan beyle (İlhan) tanıştım. Programa katılanlardan Muhsin Kızılkaya “TRT 6’nın ilk gününde Ahmet Kaya yayımlanmalı” demişti. Bunun üzerine yayından sonra Sinan Bey “Bize ‘Kervan’ın bir video klibini gönderir misiniz?” diye sordu. “2001’de bütün kanallara gönderirken size de göndermiştim, arşivinizde vardır” dedim. “Siz yine de gönderin” dedi. Gönderdik. Yani belki de şu anda sözlerinde bir şey var mı yok mu diye araştırma yapılıyor, sonra da yayınlayacaklar; öyle mi? Araştırıyorlardır; dokuz yıldır araştırıyorlar zaten, herkes araştırıyor. Halbuki Türkçe altyazısı var. Çağırırsınız bir Kürtçe bileni, bu sözler doğru mu diye sorarsınız, biter. Çünkü ne sözlerde ne görüntülerde yayımlamamayı gerektirecek hiçbir şey yok. Ama öyle bir önyargı geliştirilmiş ki, asıl komik olan da o zaten. Kim bilir belki birilerinin aklına takılmıştır; bu kervan nereye gidiyor, niye bekle diyor, bekle diyen kim? Tabii, eğer zorlarsanız 1985 yılında yaptığımız ilk albümdeki şarkı sözü nasıl yargılandıysa bu da yargılanır. Onun da sözleri “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluk var”dı, sonra savcı sordu: “Orası neresi?” Ahmet Kaya’nın halen yasağı süren bir şarkısı var mı? Yok, hiçbir şarkısı yasaklı değil. Peki klipleri hiç gösteriliyor mu? Son bir yıldır birkaç kez rastlayan olmuş, öyle diyorlar. Ama sanki artık TRT 6’da yayımlanabilirmiş gibi duruyor; yayımlanırsa ne hissedersiniz? Hiçbir şey, ne hissedeceğim! Yapmayın, mutlaka içinizde bir duygu olur, ama ne olur o? Sadece hüzün olur ama asla sevinç olmaz. Bende sevinç yaratabilmesi için bize asıl o günlerin yaşatılmaması gerekiyordu. Nesine sevineyim artık bunların? Dokuz yıldır tozlu arşivlerde duran bir şarkı. Şimdi sürüme çıkarma zamanı geldiğini düşünüyorlar diye ben ne hissedebilirim ki... Bu sekiz-dokuz yıl önce olmalıydı; şimdi Kürtçe şarkı çalınmış, hiç umurumda değil. İsterlerse 24 saat Ahmet Kaya yayınlasınlar, milyon tane Kürtçe şarkı koysunlar, ben artık bunlardan heyecanlanmam. Bakın, bize o linç kampanyası yapılırken benim kızım 9 yaşındaydı. Ertesi gün okul servisinde “Senin baban bölücü mü?” dediler ona. Buna kimin hakkı var? Bunun izlerini kim silebilir? Her şeye rağmen sağduyulu bir yerden bakmaya çalışıyorum, (Elinde Ahmet Kaya hakkında çıkan “şerefsiz” başlıklı gazete kupürlerini gösteriyor) ama bunların yaşatıldığı bir insandan iyi niyet nasıl bekliyorsunuz, inanamıyorum. Genel olarak söylüyorum bunu... Çünkü konuşurken, soru sorarken, yanıt alırken insanlara kolay geliyor ama bunların içinden geçerken o kadar ağır ki... Ve aslında anlamanın da çok basit bir yöntemi var: Bir an yer değiştirelim. Tamam, yayınlanmasına sevinmeyeceksiniz, çok haklısınız, ama acaba devletin “özrü” olarak kabul eder misiniz? Bence bu artık bir özür olmaz. Biz bu klibi 2001’de bütün kanallara gönderdik. Ahmet “Mutlaka yayımlayan çıkar” diye inandığı için, ama biraz da sınamak için gönderdik. Ve hiçbir yer de yayınlamadı. Biz de ne yaptık; ses CD’sinin içine bir de “Kervan”ın video klibini koyduk. Böylece bütün Ahmet Kaya hayranları aslında o klibi seyretmiş oldu, herkes izledi. Dolayısıyla artık benim için hiçbir önemi kalmadı. ‘Sakın bizimle ilgili iade-i itibardan söz etmesinler’ Yine de “Kervan”ın sembolik değeri sizin için hâlâ çok büyük herhalde... Çok büyük... Çok hazin... Ahmet 20’nin üzerinde albüm yapıyor. Tamamı Türkçe. Türkçe düşünen, Türkçe besteleyen biri. Annesi Türk. Kendi Kürtçe bilmiyor. Ama yıllar sonra bir tane Kürtçe parça okuyacağı için ne pespayelikler yapılıyor. Üstelik, “seçkinler” yapıyor. Oysa Ahmet Kaya o ödülü almasaydı, o gece o konuşmayı yapmasaydı, ama en önemlisi 1999’da “Kervan”ı Kürtçe söylemeye kalkmasaydı bu koordine saldırılar ve haberler de olmayacaktı. Çünkü o haberlerde imzası olanlar bile daha sonra bize gelip “Hayır, Ahmet Kaya o gece o lafları etmedi” dedi. Zaten Ahmet bir laf etse Tanrı gökten yere inse geri dönmez. Ama defalarca demedim dediği halde tek satır medyada çıkmadı. 1993’te yurtdışında Öcalan afişi önünde konser verdi diye fotoğrafını bastılar. Bizim 1993 tarihinde pasaportumuzda yurtdışı mührü bile yoktu. O fotoğrafı mahkeme istedi, getirmediler. Tamamen bir kurguyla Ahmet Kaya’yı bu haritadan silmeye kalktılar. Şimdi de kalkmış iade-i itibardan söz ediyorlar. Nazım Hikmet ve Yılmaz Güney adına konuşamam ama kendi adımıza şunu söyleyeyim: Sakın bizimle ilgili bir itibar iadesi lafı edilmesin. Çünkü eğer bir itibar iadesi söz konusu olacaksa ancak biz bu devlete ve medyaya itibarını iade ederiz. Çünkü onlar Ahmet Kaya olayında öyle itibarsızlaşmışlardı ki, kocaman bir devlet ve kocaman bir medya olarak... ‘Bu ülkede acı çeken tek kişi ben değilim’ Şimdi DTP’liler de TRT 6’yı eleştirdikleri için “Gülten Kaya DTP’li gibi” diyenler çıkabilir. Bu da izah gerektiren bir şey olmaz ama biz yine de öyle mi diye sormuş olalım. Ben olaylara kendi bulunduğum yerden bakıyorum, bir kere onun altını çizeyim. Kimsenin durduğu yerden bakmıyorum. Buna ihtiyacım da yok. Benim bir algım ve bir bakış açım var. Mesela TRT 6 konusunda siz de benim söylediğim gibi düşünüyorsunuzdur, o zaman senkron düşünüyoruz demektir ama hayat içersinde yollarımızı ayrı yürüyoruzdur. Bunlar çok mümkün şeyler. Ayrıca benimle aynı şeyi mi düşünüyorlar, onu da bilmiyorum. Peki genel olarak tüm tepkilerinizi, düşüncelerinizi duygusal bulanlar çıkarsa; bunları sadece acı bir olayın birinci dereceden tarafı olarak söylediğinizi düşünenler? Hiç öyle değil, buna inanın. Ben, kendi içinde bulunduğu durumu subjektif yaklaşımlardan özenle arındırmaya, çok nesnel bakmaya çalışan biriyimdir. Çünkü böyle bir lüksüm de yok. Bu ülkede o kadar çok insan, o kadar çok acı yaşadı ki... On binlerce anne var evladını kaybeden... Ben tek başıma değilim ve benimkiler de subjektif bir yaklaşım değil. ‘TRT 6 ile aslında işin ortasından başlandı’ Ahmet Kaya TRT 6’ya çıkar mıydı? Bu dar haliyle çıkmazdı. Çıkanları eleştiriyor musunuz? Hiç eleştirmiyorum, eleştirilmesini de doğru bulmuyorum. Herkes kendini nerede iyi ifade edecekse orada olmalıdır. Sadece bana yeterli gelmiyor, Ahmet Kaya’ya da yeterli gelmezdi. Ne olsaydı size yeterli gelirdi? 1- İnsanlar önce emekler, sonra adım atar, sonra hızlanırlar. O yüzden bunlar hızlı adımlar. Ortasından bir yerinden yürümeye başlandı. Önceki adımlar olmadan dikey bir şekilde. Halbuki bütün değişim ve dönüşümler yatayın ürettiği dinamikler üzerinden olursa sağlıklı olur. O yüzden de güven vermiyor. Hâlâ bir çocuğun adı Welat diye sınırdan gönderiliyorsa Kürtçe kanal açılmasını ciddi bulmuyorum. 2- Kültür ve sanat olayları devlet disipliniyle düzenlenmez. Bir kere devletin bütün kültür ve sanat işlerinden elini çekmesi gerekiyor. Yoksa “Kürtçe lazımsa ben yaparım” tavrından başka bir şey olmaz bu. Eğer Kürtlerin kendi dillerini, kültürlerini ifade edecekleri bir kanala ihtiyaçları varsa, bırakılsın bunu Kürtler kendileri yapsın. Devlet düzenlemesin, sadece destek versin. 3- Devlet Kürt kimliğini ya kabul ediyordur ya da etmiyordur. Eğer ediyorsa anayasal güvence altına alır, eğitim hakkını verir, önündeki tüm yasakları kaldırır. Ama yok, buna henüz karar vermediyse o zaman böyle kolaj işler yapmasına da hiç gerek yok. Enerji kaybı. 4- Devletin her şeyden önce sokağa, bir dilin kendiliğinden ve insani bir hak olduğunu, kimsenin kimseye bahşedemeyeceğini anlatması gerek. Çünkü eğer kendi yurttaşlarınızın, kurumlarınızın kafasına bin yıldır işlediğiniz o berbat zihniyetlerinize şimdi bu yenilikçi anlayışınızla hükmedemezseniz yine bir polis bir evde bulduğu Nazım kitabını gözaltına alabilir. Bizim önce bu evrimi tamamlamamız gerekiyor. O evrim yok henüz. Olmayınca da hiçbirimiz sevinemiyoruz, ah ne güzel açılımlar oluyor diye çünkü bilmiyoruz ki yarın öbür gün başımıza ne gelecek... Kısa zamanda büyük değişim oldu, “Devletin tepesine meteor düştü” diyebiliriz Yine de bir taraftan Nazım Hikmet’e vatandaşlığı geri veriliyor, Kültür Bakanı Alevilerden ve bir anlamda Ahmet Kaya’dan özür diliyor, Adalet Bakanı işkence yüzünden özür diliyor, Kürtçe TV açılıyor; sizce Türkiye yeni bir dönemden mi geçiyor, ne oluyor? Bir şeyin içinden geçiyorsak yurttaşlar olarak bu bize çok hissettirilmiyor, devlet yine o kalın ve gri duvarları içinde alıyor kararlarını. Kamuda konuşarak yapılmıyor bunlar. Ya yine saray buluşmaları oluyor ya da konjonktürel kararlar alınıyor çünkü baktığınızda bu ülkede herhalde böyle yürüyor işler diyorsunuz. Ama eğer bir şeyin içinden geçmiyorsak da o zaman devletin tepesine meteor düştü demektir. Çünkü bu kadar kısa bir zamanda, bu kadar hızlı dönüşüm için hakikaten “Meteor aydınlattı ortalığı” falan diyebiliriz. ‘Hep iyi komşuları var: Edith Piaf, Oscar Wilde, Yves Montand’ Ahmet Kaya’nın Pere-Lachaise mezarlığında Jim Morrison ve Yılmaz Güney’le bir üçgen oluşturması tesadüf mü oldu, yoksa siz özellikle mi istediniz? Benim öncelikli isteğim Ahmet’in yerinin sokağa yakın olmasıydı. Sokağı o kadar seven bir insandı ki, ben de sokağın seslerine yakın olmasını istedim. Şimdi onun bulunduğu yerin hemen öte tarafında hayat akıyor, Ahmet o sesleri duyuyor, ona çok uygun. Ayrıca Yılmaz Güney’e çok yakın ve yukarıdan bakınca Jim Morrison’la da tam bir üçgen oluşturuyorlar. Kızım koyu bir Morrison hayranıdır. Bu üçgen çok hoşumuza gitti. Komşuları kim? Oscar Wilde, Edith Piaf, Yves Montand... Hep iyi komşuları var. Güzel insanlar, güzel sesler, güzel muhalifler... Mezarlık niye o kadar ağır; dört tona yakınmış galiba? Çünkü Pere-Lachaise, yılda üç milyon turistin özel olarak ziyarete geldiği bir açık hava müzesi. Ve oraya sembolik de olsa bir anıt yaptırmak mecburi. Mesela aralarında sizin en sevdiğiniz anıt hangisidir? Oscar Wilde’ınki bana çok güzel geliyor. Bir duvarı var ve üzeri dudak izleriyle dolu. Gelen ziyaretçiler duvarda öperek iz bırakıyorlar... Yılmaz Güney’inki de çok güzel. Postmodern bir tasarım denenmiş; çelik bir yapı, ki Pere-Lachaise’de çok örneği yok bunun. Hep daha doğal malzemeleri öngörüyorlar ama Güney’in tasarımı çok farklı. Dört çelik bacak düşünün, birbiriyle bağlantılı, üstü açık ve gökyüzü üzerine yansıyor. Her yeri açık açık, ferah ferah... O da çok güzel geliyor bana. Ahmet Kaya’nınki? Ahmet’te daha sembolik değerler var. Mesela yattığı yeri bir yatak olarak düşündük. Kardelen çiçeklerini çok severdi o. Kardan inatla başlarını çıkarmalarını kendine benzetirdi. O yüzden alt platformda kardelen çiçekleri var. O bize “Döşeğini kardelenlerle doldurduk” gibi geliyor. Başının olduğu yerde kendi yüzünün olduğu rölyefi var. Sanki bir yastığa konmuş gibi “Yorganı” ise beyaz Marmara taşından ve kırk yamalı yorgana benziyor. Üzeri hep sembollerle dolu. Bir tarafında bu ülkeden aldıkları sembolize ediliyor, bir tarafta da bu ülkeye verdikleri... Aldıkları ne; bu ülkenin kültürü... Mardin evleri, Galata kulesi, Kütahya’dan nazar boncuğu, Hitit Güneşi, oyalı bir yazma, diğer tarafta şarkı sözü gibi pek çok sembol... Mezarlar gelmesin, utanç sayfaları açık kalsın Herhalde çok vaktinizi almıştır böyle bir şeyi hazırlamak? Tabii tasarımı çok zamanımızı aldı. Birçok mimar arkadaşla çalıştık ama bana Ahmet’i en iyi ifade edecek tasarım bu gibi geldi. Beysun Mert adlı mimar arkadaşımız tasarladı. Heykeltıraş arkadaşımız Hale çok yaşlı bir taş ustasıyla beraber yonttu. Mezarın o kadar ağır olmasının sebebi de o taş herhalde. Tabii, biz o taşı özellikle seçtik. Birincisi bembeyaz. İkincisi, kaynağı Anadolu. Marmara Adası’ndan çıkıyor, alttaki damarı Yunanistan’dan İtalya’ya kadar gidiyor. Tamamen Türkiye’deki emekle üretildi ve buradan oraya gitti. Siz yılda kaç kez gidiyorsunuz? Keşke her gün gidebilsem ama bütün fırsatları değerlendiriyorum. Paris’e taşınmayı düşündünüz mü? Hiç düşünmedim, eşim oradayken bile hiç düşünmedik. O her an dönecekmiş gibi yaşıyordu zaten orada. Biz de buralıyız ve burada yaşayacağız. Peki Ahmet Kaya’yı Türkiye’ye taşımayı düşünür müsünüz? Onu yapmak için pek çok kriterim olur ama en birincisi Ahmet Kaya’nın şu kendi cümlesidir: “Ben gerçekten bağımsız ve tam demokratik bir ülkenin dürüst bir yurttaşı olarak yaşamak istiyorum, bütün talebim budur.” Bu olmadığı sürece getirmeyi düşünmem. Mesela Nazım Hikmet’in oğlu olsaydınız da mı getirmezdiniz? Getirmezdim, bir vatandaş olarak da doğrusu getirilmesini hiç istemem. Ne Nazım’ın ne Yılmaz Güney’in ne de Ahmet Kaya’nın... Çünkü bunlar bizim tarihsel utanç sayfalarımız. Bu sayfaların açık kalması lazım. Açık kalsın ki yüzleşilsin, sorgulansın. O zaman bu insanların yokluğu bir işe yaramış olur. Çünkü aksi takdirde kapanacak o sayfa. Kapanırsa da bir daha, bir daha olacak. Acaba Ahmet Kaya ister miydi? Ahmet’in yurt sevgisi ile hiç kimse kendi yurt sevgisini yarıştıramaz, o kadar büyüktü onun duyduğu sevgi. Burada olmayı hep çok istiyordu ama burada canlı olmayı isteyen bir adamdı o. Böyle getirilmeyi asla istemezdi. Onun için ben böyle bir şeyi yapamam ona; onu huzursuz edemem. Yeni bir Kürt TV’si daha geliyor “Şu sıralar açılacak bir Kürtçe TV daha var. Adı galiba Kûrdiya olacak. İşte o proje beni çok heyecanlandırıyor. Çünkü onun yapılanma süreci çok doğal geliyor bana. İnternetten izliyorum, kültür sanat ve haber kanalı olacak gibi. Yılbaşında birkaç saatlik deneme yayını yaptılar, zannediyorum bugünlerde yayına girerler. Merkezi Paris’te; Ankara, İstanbul, Erbil, Diyarbakır, her yerde büroları olacak. Başında Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan var. Yine internetten okuduğuma göre Şivan Perwer orada program yapacak. Bağımsız, devlet desteği almadan. Bence doğru ve güzel olanı bu.” ‘Şener Şen’i çok beğenirdi, son gece onun filmini izledi’ Şimdi bir şey soracağım ama eğer istemezseniz yanıtlamayın ve hemen geçelim... Yo, buyurun sorabilirsiniz. Peki... 16 Kasım 2000 sabahı... Paris’teki evinizin koridorunda... Bir son bakış, son bir cümle... Hayır, maalesef o olamadı. Sabah çok erken bir saatte kaybettik Ahmet’i. Düşme sesiyle fırladım zaten. Kızım da öyle. Hiçbir şey konuşma şansımız olmadı, her şey çok anlıktı. Ama akşamını sorarsanız, o akşam bir gülme krizine girmiştik. Çünkü Türk filmi izledik. Hangisini? Şener Şen’in Kemal Sunal’la bir filmi (“Davaro”). Orada Şener Şen köyde kadın kılığına girip oynuyor. Kaçıncı izleyişimiz ama işte gülme krizine girdik. Şener Şen’e çok gülerdi zaten Ahmet, çok beğenirdi ve en son o filmi izledik. Sonra film bitti, yataklarımıza gittik. Ahmet hemen daldı ama ben hep uyumadan önce kitap okurum. Bir ara uyandı “Sabah oldu zannettim, hâlâ okuyor musun?” dedi. “Yok, daha 15 dakika oldu” dedim. Kızımız kulağında hep müzikle uyur, biz onun sonra kalkıp kulaklığını çıkarırız. “Melis’in kulaklığını çıkardın mı?” diye sordu. “Yok” deyince kalktı, Melis’in odasına gitti. Uzunca bir süre de dönmedi. Hep böyle olurdu zaten. Çok aşıktı Melis’e çünkü, öper, koklar, biraz yanında uyur. O gece de öyle oldu. Sonra yatağa döndü ve “Of yine mis gibiydi kokusu... Keşke burada yanımızda uyusaydı ya da ben ona gömülüp uyusaydım” diye mırıldanırken uyuyakaldı. Ben de ışığı kapattım ve uyudum. Sonra sabah düşme sesiyle uyandığımızda her şey zaten olup bitmişti.