Ailesi yok olan Ezgi Sevgi Can soruyor: Emniyette dövüldükten sonra intihar eden Onur Yaser Can, annesi ve babası neden hayatta değiller; işkenceci polisler yıllarca nasıl korundu!

Ailesi yok olan Ezgi Sevgi Can soruyor: Emniyette dövüldükten sonra intihar eden Onur Yaser Can, annesi ve babası neden hayatta değiller; işkenceci polisler yıllarca nasıl korundu!

Narkotik polisi tarafından gözaltına alındıktan sonra işkence gören ve emniyete yeniden çağrılınca intihar ederek yaşamına son veren Onur Yaser Can’ın ölümünden 12 yıl sonra açılan davanın ilk duruşması 30 Eylül’de görülecek. Onur Yaser Can’ın ardından intihar ederek yaşamına son veren annesinin ve sağlığını kaybederek yaşamını yitiren babasının bu davanın açıldığını göremediğini anımsatan, ailenin geriye kalan tek üyesi olan Ezgi Sevgi Can, geçen yıllarda yaşananları, yargı sürecinde yaşanan skandalları ve beklentilerini T24’e anlattı.

Ezgi Sevgi Can, “Ben ailemi, en değerli varlığımı kaybettim zaten. O anlamda verilecek herhangi bir kararın beni endişelendireceğini düşünmüyorum, adil olmayan bir karar hayal kırıklığına uğratır tabii hem bu ülke adına hem geleceğim adına.  Ancak şu an gelinen aşama bile annemle babamın emeklerinin bir sonucu ve bir kazanım. Ben de her ne kadar bu polisler ve amirleri işkenceden yargılanana dek elimden gelen her türlü çabayı ve hukuki mücadeleyi gösterecek olsam da, bir tarafımla kurumlar ve devletler, ötesinde de bir adaletin de varlığına inanıyorum.  En önemlisi halkın, kamuoyunun vicdanına, adaletine inanıyorum. Bir de bu hayatın bir adaleti var, buna da inanıyorum” dedi.

Katilleri korunan yok edilmiş bir hayatın hikâyesi

Onur Yaser Can, 1982'de, Ankara’da doğdu. 4 yaşına kadar Ankara'daydı. Sonra Bağdat’ta Birleşmiş Milletler'in okulunda, onlarca farklı ülkeden çocuğun arasında okudu. 1987'de kız kardeşi geldi dünyaya. İki yıl sonra aile Türkiye'ye döndü. Anadolu Lisesi'ni kazandı. Bitirip girdiği ilk sınavda, dereceye de girdi. ODTÜ Mimarlık, ilk tercihiydi. Daha yeni kayıt yaptırmıştı ki, Belçika Güzel Sanatlar Fakültesi'nden burs geldi. Sonra yeniden Ankara. Fazla durmadı, aklı hep farklı dünyalardaydı. Değişim programı ile gittiği İtalya'da mimariyle büyülendi. ODTÜ'yü bitirdiğinde, üç dil biliyordu, üç kıtayı keşfetmişti. Ailesinin ısrarına rağmen amcasının yaşadığı ABD'ye gitmedi, İstanbul'daydı mavi gözleri. Kolayca iş buldu. Her şey istediği ve planladığı gibi gidiyordu. Bir gençlik gecesinin nelere yol açabileceğini o tarihlerde bilmiyordu.

2 Haziran 2010'da narkotik polisi, Onur Yaser Can'ı gözaltına aldı. Yasaya göre esrar kullanmak suç değildi ama ne yapsa, sadece “kullanmak amaçlı” aldığını anlatamadı. İlk ifadesi alınırken sorguya avukat çağrılmadı, ailesi de aranmadı. Çırılçıplak soyuldu, dövüldü. Polise yalvaran gençlerin sesleri dinletildi Onur Yaser'e. Muhbirlik yapması isteniyordu. Onur Yaser, anlamıyordu. Anlamadıkça, ailesinin dokunmaya kıyamadığı yüzü tokatlandı. Kurtulduğunu sandığı anda, "Yeniden görüşeceğiz" dendi, korku kalbini kapladı.

Yeniden emniyete çağrıldı

Doktor muayenesinden önce ifade tutanakları imzalatılmadı, muayene sırasında polis de girdi odaya. Muayene bitince okumasına izin verilmeden tutanaklar imzalatıldı. Serbest bırakıldıktan sadece bir gün sonra yeniden emniyete çağrıldı. Korkuyla gittiği emniyetten çıktıktan sonra da takip altındaydı. İfadeleri alabilmek için bir avukata başvurdu. Ancak ifadeleri avukatı da alamadı. Emniyetten, imzası eksik olduğu gerekçesiyle yeniden çağrıldı. Yeniden ifadeye gitmesi gereken günün akşamında, 23 Haziran 2010'da, oturduğu apartmanın 3. katından kendini boşluğa baktı. Henüz 28 yaşındaydı. Daha birkaç saat önce, hiçbir zaman sıkıntılı olmayan o sesiyle, büyük sıkıntıların içinde Ankara'yı aramıştı. İstanbul'a çağırmıştı annesi ile babasını. Anne ve babası, oğullarının cenazesini almak için gece 03.00'te İstanbul'daydı.

“Çırılçıplak soyuldum, tokatlandım”

Yemiyordu, içmiyordu günlerdir, tedirgindi, yarım kalmış son notunda da "Yakalandıktan sonra çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Öksürtüldüm, bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi" diyerek, o korkusunu anlatmıştı.

Dosya kapatıldı

İntiharın ardından geçen 11 ayda, dosyayı üç ayrı savcı aldı. İşkence iddiaları araştırılırken, sadece emniyetin giriş-çıkış kayıtlarına bakıldı. İşkence iddiası "takipsizlik" kararıyla kapatıldı.

Onur Yaser Can'ın ifadelerinin emniyette değiştirildiği ise netti, buna rağmen tutanağı neden, nasıl imzaladığı da araştırılmadı, işkence ihtimali akla bile getirilmedi. İki polise sanki değiştirdikleri önemsiz bir belgeymiş gibi, "evrakta sahtecilik"ten dava açıldı. Polis ifadelerine göre ise "Yaser çırılçıplak soyulmuş ama nazik davranılmıştı."

İki polis, indirimli cezalar ve “1 gün aylıktan kesinti” kararıyla kurtardı. Yargıtay kararı bozdu, 8 yıldır sürüyor davaları. Anne intihar etti, baba adalet ararken öldü Onur Can'ın annesi Hatice Can yapılanlara dayanamadı. Oğlunu kaybettikten yaklaşık dört yıl sonra, 2 Mart 2014'te kahvaltıyı hazırladı. Gazeteleri okudu. Birkaç dakika sonra eşi banyoya girmiş, kızı içerideki odadaydı ki, kendisini boşluğa bıraktı ve artık katlanamadığı ‘bu hayata’ son verdi. Hatice Can’dan geriye gazetelerde yayımlanmış o notu kaldı: "Ey oğul, maviş oğul... İnanıyoruz ki insanlığın 'onur'u kazanacak." Savcı odalarında, mahkeme kapılarında yıllar geçiren, intihara sürükleyen işkenceleri ortaya çıkaran ancak hakkaniyetli bir yargılamaya kavuşamayan baba Mevlüt Can da, oğlunu ve eşini alan bu sürece dayanamayarak, Onur Yaser Can’dan dokuz yıl sonra hayatını kaybetti.

Yeni davanın ilk duruşması 30 Eylül’de

İstanbul Başsavcılığı, idare mahkemesinin polisler hakkında soruşturma izni vermeyen valiliğin kararını bozması sonucunda, 12 yıl sonra yeni bir iddianame hazırladı. Daha önce yargılanan iki polisi hapse mahkûm eden mahkemenin suç duyurusuna rağmen valiliğin izin vermemesi nedeniyle soruşturma başlatılamamıştı. İdare yargının bu kararı iptal etmesinin ardından yürütülen soruşturmada, Onur Yaser Can’ın gözaltına alınması sırasında görev yapan, ölümünün ardından belgeleri değiştiren dört polis ve bu konudaki belgeleri yok etmekle suçlanan bilirkişi hakkında dava açıldı. Bu davanın ilk duruşması, 30 Eylül’de, İstanbul 41. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, saat 10.00’da görülecek. Davaya temel olan iddianame, birçok yönüyle eksik. İşkence ve kötü muamele iddiaları, “evrakta sahtecilik” suçunun örgütlü yapıldığı iddiası iddianamede karşılık bulmuş değil. Buna rağmen ailenin geriye kalan tek üyesi olan Ezgi Sevgi Can davanın açılmasını kazanım olarak görüyor. Ezgi Sevgi Can, kamuoyu desteği beklediğini ve mücadeleyi sadece kendileri için değil bütün toplum için sürdürdüklerini söylüyor.

“Her gün süt ve ekmekle birlikte gazete giren mutlu bir evimiz vardı”

Aileden hayatta kalan tek kişi olan Ezgi Sevgi Can, duruşma öncesi T24’ün sorularını yanıtladı:

- Bütün bunlar nasıl yaşandı, ne oldu ailenize?

Abimi kaybettiğimizde, abim 28, ben 23 yaşındaydım.  ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nden yeni mezun olmuştum. Ağabeyim de ODTÜ Mimarlık’tan birkaç sene önce mezun olmuş, yaklaşık bir yıldır İstanbul’da çok memnun olduğu bir mimarlık ofisinde çalışıyordu. Ben, babam ve annem o sırada Ankara’da ikamet ediyorduk. Evimiz huzurlu, mutlu ve kahkahanın bol olduğu bir evdi. Ankara’da bizim çocukluğumuzun da geçtiği Dikmen’nin Sokullu Mahallesi’nde, bilenler bilir, Halkevleri’nin çeşitli kültürel aktivitelerini düzenlediği, Ahmed Arif Parkı’nın hemen yanında bulunan üç bloklu bir sitede yaşıyorduk. Abimle çocukluğumuzun büyük bir kısmı o evde geçti. Biz birbirine bağlı bir aileydik, annem ve babam bizi dayanışma, paylaşma, eşitlik ve özgürlükten yana, sol değerlerle büyüttüler. Hak yememeyi, akranlarımıza karşı adil olmayı, memlekette olan bitenden haberdar olarak yaşamayı ve haksızlığa, zulme karşı gerekirse tepki verebilmeyi öğrenerek büyüdük. Evimize her gün gazete girerdi, süt ve ekmekle birlikte. Evimize bol bol kitap ve müzik de girerdi, türküler, deyişler, Neşet Ertaş, Cengiz Özkan, Erkan Oğur, Sezen Aksu, Joan Baez, Beatles, Fayrouz ve daha niceleri… Özellikle annemin müzik tutkusu sayesinde bol bol müzik dinleyerek büyüdük. Annem ve babam 78 kuşağıydılar ve Hacettepe Üniversitesi’nde İktisat bölümünde okurken tanışmışlar. 80 darbesinin arefesinde, devlet ve polis şiddetinin ayyuka çıktığı ama örgütlü sol mücadelenin de çok daha cesur ve direngen olduğu o dönemde, sokaklarda sol değerleri savunarak geçmiş üniversite yılları. Bir şekilde çok darbe almadan, birkaç olaylı anı dışında o yılları atlatmayı başarmışlardı. Ve biri Samandağlı Arap-Alevi ailenin oğlu, diğeri Egeli Sünni bir ailenin kızı, ailelerinin baskısına ve itirazlarına rağmen aşklarından vazgeçmemiş ve evlenmişler. Yani aslında bir araya gelmeleri ve bu aşkı yaşayabilmeleri bile bir direniş hikâyesi. İkisi de çok yoksul ailelerde büyümüşler ve emeğin, dayanışmanın, sevginin ne kadar değerli olduğunu ve bir araya gelebilmenin ve bu aşkı her şeye rağmen yaşatabilmenin de ne kadar önemli olduğunu zaten hayat onlara doğdukları an öğretmiş.

Onur Yaser Can ve kız kardeşi Ezgi Sevgi Can, anne ve babalarının kıyafetleriyle oynarken

Ve nihayet aileleri de zor bela ikna ederek bir aile kurmuşlar ve kısa süre içinde 82 yılında, maviş gözlü bir oğulları olmuş. Abim doğduğunda, ikisi de henüz sadece 25 yaşındalarmış, yani bana göre daha hâlâ çocuk yaştalarmış:) Düşe kalka bir düzen kuruyorlar ve yavaş yavaş işleri yoluna koyunca bir de kızımız olsun diyerek beni dünyaya getirmişler. İkisi de o kadar çalışkan, azimli, emektar insanlardı ki hem bizi hem kendilerini en iyi şekilde yetiştirmek için durmadan çaba harcadılar ve çalışarak didinerek bizim huzurlu, rahat ve keyifli bir çocukluk geçirmemizi sağladılar.

Evimizde her akşam sofra kurulur ve bir arada sohbet ederek yemek yenir, kurduğumuz sofrayı birlikte toplardık. Hafta sonları evde aile dostlarıyla sofralar kurulur, evde şenlikli, müzikli doğum günleri kutlanırdı. Annem hem abimi hem beni, işinden ayrı kalan zamanlarında bıkmadan usanmadan çeşitli müzik/drama/spor vs. kurslarına yetiştirir, derslerimize çalıştırır o da yetmez şekilli kurabiye filan yapmayı öğretirdi. Ve bir kere bile şikâyet etmeden yapardı bütün bunları. İkisi de işten yorgun argın gelir ama bize sevgilerini, ilgilerini göstermeyi ihmal etmezlerdi.  Arada ufak çatışmalar, tartışmalar da olurdu tabii ki ama mutlu, huzurlu bir evimiz vardı. Ben annemin ve babamın tartışmalarını bile biz etkilenmeyelim diye mutfakta kısık sesle yaptıklarına çok tanık oldum. Abimle çocukluğumuzu, ilk gençlik yıllarımızı bu huzurlu evde geçirdik. Abimle ben aynı okullu olduğumuz için de son zamanlarda gittikçe ortak arkadaşlarımız çoğaldı ve biz de daha çok yakınlaşmaya, birlikte müzik yapmaya, sırlarımızı paylaşmaya başlamış ve iki dost olmaya başlamıştık.

“Birlikte yediğimiz son yemeğin ruhumda yarattığı çiçeklenmeyi unutamam”

Ben de dahil tüm dostlarının, yakınlarının içinde bir ukdedir Yaser’le daha fazla zaman geçirememiş olmak. Öyle eğlenceli, sevgi dolu bir insandı. Hatırlıyorum, abimi kaybetmeden bir iki ay önce onu İstanbul’daki evinde ailecek ziyaret etmiş, evini birlikte temizlemiş, ev arkadaşlarıyla tanışmış, biraz İstanbul’u gezmiş, birlikte yapmayı sevdiğimiz gibi Samatya’da yemeğimizi yemiş, rakının da etkisiyle biraz çakırkeyif olup şarkılar söyleyerek eve dönmüştük. O hep birlikte ailecek yediğimiz son yemeğin ruhumda yarattığı çiçeklenmeyi hiçbir zaman unutamam. Aklım ayrıntılarını unutsa da duygularım, bedenim, ruhum sonsuza kadar hatırlayacak o akşamı. İşte biz öyle bir aileydik, her ailede yaşanabilecek ufak çatışmalara, sorunlara, tartışmalara rağmen bir aradaydık, yani gerçekten bir aileydik.

Onur Yaser Can, ilkokul yıllarında

“Abimi kaybettiğimizde hepimiz biraz ölmüştük”

- Bir adalet mücadelesinin içerisinde geçti ilk gençlik yıllarınız. İlk yıllar nasıldı, hayatınız neye dönüştü, o dönemde neler yaşandı?

Abimi kaybettiğimizi, babam bana Okmeydanı Hastanesi’nin bahçesinde söylediğinde, inanmakta güçlük çektim bir süre. Onu görmek istedim. Ve inanın görene kadar da emin olamadım. Bu kadar güzel bir hikâyenin böyle bitmesine karşı anında bir isyan duygusu belirdi içimde. Ardından yavaş yavaş acı ve tabii ki öfke. Evde bütün bu duygular karışık bir şekilde dalgalanarak yaşanıyordu. Ama sanırım ilk zamanlar öfkeden önce daha çok şaşkınlık vardı, abimi kaybetmiş olabileceğimize, hele hele böyle bir şekilde kaybedebileceğimize hiçbirimiz inanamadık. Ne biz, ne arkadaşları, ne hiçbir yakını kabul edebildik olanları. Ve ilk şoku atlattıktan sonra daha önce hissetmediğimiz yoğunlukta bir acı ve ona eşlik eden çok yoğun bir öfke. Çünkü onu birilerinin hayattan kopardığını biliyorduk, durduk yere kendini öldürmeye kalkmayacak kadar yaşama bağlı, yaşamdan keyif alan bir insandı abim. Bunu hangi fotoğrafına baksanız, hangi videosunu izlesiniz, vicdanlı ve dürüst bir yüreğiniz varsa hemen anlarsınız. Annem ve babamın hislerini ve yaşadıklarını hiçbir zaman onların anlatacağı gibi anlatamam, çünkü onlar evlatlarını kaybetmişlerdi. Ama gördüğüm şuydu, artık eski annem ve babam yoktu karşımda, bambaşka iki insan vardı ve biliyordum artık her şey bambaşka olacaktı. Ve yüreğimin derinlerinde bir yerde şunu anladım, aslında abimi kaybettiğimiz gün hepimiz onun sönen mavi gözleriyle birlikte biraz ölmüştük.

“Aynı gün hukuk mücadelesine başladılar”

Ama evet çocukluklarından beri mücadele içinde hayatlarını geçirmiş insanlardı annem ve babam, polisin bu ülkede neler yapabileceğini bizzat deneyimlemişlerdi, duymuşlardı, tanık olmuşlardı. O yüzden abimin öldürüldüğünü öğrendiğimiz gün, çok yoğun bir hukuk mücadelesini başlattılar ve ben de başından beri bu mücadelenin bir parçasıyım. 20'li yaşlarımı bu acı, öfke ve isyanla karışık duygularla birlikte bu mücadelenin bir parçası olarak geçirdim. Ancak aslında benim belki şu an hayatta kalmamı ve bu mücadeleyi hâlâ sürdürebilmemi sağlayan bir karar verdik o sırada. Ben abimi kaybetmemizden birkaç ay önce, Fransa’da master eğitimimi yapmak için bir bursa başvurmuştum, daha sonra bu bursu kazandığımı ve okuldan da kabul aldığımı öğrendim. Annem ve babam, yaşadığımız bu felakete rağmen gitmem ve master yapmam için beni desteklediler. Aslında Türkiye'de kalmamı da çok istemiyorlardı, Fransa’ya gidip eğitimi sürdürmenin, bütün bu yaşananlardan beni bir nebze koruyacağına inanmışlardı. İşte o kadar yürekli, fedakâr ve güzel ebeveynlerdi onlar. Ve o acılı hâlleriyle beni Paris'teki yurduma yerleştirdiler. Annem başlarda çok ikna olmasa da bunun benim geleceğim için doğru bir karar olduğuna sonra sonra ikna oldu. Ben davadan davaya, tatillerde sıklıkla Türkiye’ye gelip süreci öyle takip ettim, aslında belki bu mesafe beni ne kadar zorlasa da belki de bir taraftan hayata tutunmamı sağladı.

Onur Yaser Can, teyzesiyle

“Annem için hayat donmuş kalmış gibiydi, böyle bir ülkede yaşamayı reddetmişti sanki”

- Anneniz nasıl karşılıyordu olanları, vazgeçtiği aşama sizce neydi? Bir anne olarak zaten en büyük acıyı yaşarken bu adaletsizlikler onda nasıl bir etki yaratıyordu?

Annem, canım annem abimin ölümünü, hele ki bu şekilde hayattan koparılışını aslında hiçbir zaman kabul edemedi. Gazeteci İsmail Saymaz ile yaptığı bir röportajda şunu söylediğini hatırlıyorum: “Oğlumun morgdaki halini hayal edebiliyorum, ama çırılçıplak soyulmuş ve aşağılanmış hâlini bir türlü gözümün önüne getiremiyorum.”

Düşünün ki annem oğluna yapılan bu zalimliği hayal bile edemezken birkaç narkotik polisi, sadece canları öyle istediği için, belli ki kendilerinden farklı olduğunu, saf olduğunu ve kullanabilecekleri bir piyon olarak gördükleri, onun emek emek, daha kendisi çocukken zorluklarla büyüttüğü maviş oğlunu çırılçıplak soymuş, aşağılamış, tokatlamış, tehdit etmiş, taciz etmiş ve daha bilmediğimiz neler yapmış ve onun ilk göz ağrısını, canından can diye sakındığı biricik varlıklarından birini böyle birkaç saat içinde koparmışlardı hayattan. Bunu nasıl kabul edebilir ki bir insan! Aslında kabul edemediği için de yas sürecini tam olarak yaşayamadı annem, doğru düzgün ağlayamadı bile. Sanki donup kalmış gibiydi onun için hayat. Ama buna rağmen adalet mücadelesine tutundu. Mesai yapar gibi babamla birlikte bu davayı sürdürdüler. Tek tek bütün insan hakları kurumlarına başvurdular. Mahkemelerin, savcıların ortaya çıkarması gereken delilleri o acılı hâlleriyle ortaya çıkardılar. Ancak annem için bir süre sonra bu mücadele de anlamsızlaştı, artık kullandığı ilaçlar da terapisi de cevap vermiyordu ve bir süre sonra hastaneye yatırmak zorunda kaldık ve birkaç aylık bir elektro şok tedavisi süreci geçirdi. Ancak bu tedavi sonrasında hayata tekrar tutunabildi. Sık sık Fransa’ya benim yanıma geliyordu ve aslında toparlamaya başlamıştı.

“İsyanı alevlendi ve o evin camından kendini boşluğa bıraktı”

Ancak üst üste gelen takipsizlik kararları, polisleri ödüllendirircesine verilen sözde cezaları gördükçe isyanı tekrar alevlendi. 2014 yılının kış aylarında kötüleşmeye başladı tekrar. Ben Türkiye’ye döndüm ve bir süre hep birlikte düşünerek tekrar hastaneye yatmasının en doğru karar olduğuna karar verdik. Alışverişini yaptık, hastaneye yatışını ayarladık ama onu hastaneye götüreceğimiz günden bir gün önce o da kendini abim gibi boşluğa bıraktı. Az önce anlattığım, büyüdüğümüz o rengârenk huzur dolu evin camından. Ben sonra sonra onun aslında tedavi olmak istemediğini anladım. Oğlunun böyle vahşice hayattan koparıldığı, üstüne katillerinin doğru düzgün yargılamasının bile yapılmayarak nerdeyse ödüllendirildiği bir ülkede, yaşamayı reddetmişti sanki. Kararına saygı duydum annemin, içim parçalansa da hayatımın en büyük acısını yaşamış olsam da, gittiği, vazgeçtiği ve beni, babamı bırakmak zorunda kaldığı için ona hiçbir zaman kızamadım.

“Babamla iki dava arkadaşı, yol arkadaşı olduk”

- Babanızla sonraki hayatınız nasıldı, nasıl azimle bu mücadeleyi sürdürebildiniz?

Annemi de kaybettikten sonra babamla biz artık baba kız olmanın ötesinde, iki dava arkadaşı, yol arkadaşı gibi olmuştuk. Annemin gidişiyle birbirimize daha sıkı tutunduk ve aslında birbirimizi daha çok tanımaya, anlamaya başladık ve zamanla iki sırdaş arkadaş gibi olduk.  Babam için başından beri abimin davası, nerdeyse bir hayatta kalma mücadelesiydi. İnanılmaz bir azimle, ortaya çıkardı bütün gerçekleri, abimle polisin nasıl bir oyun oynadığını, ölümünden sonra adaleti yanıltarak örgütlü bir şekilde birbirlerini kollayarak kurdukları senaryoyu, her şeyi tek tek ortaya çıkardı. Ben de elimden geldiğince bu mücadelede destekledim onu. Aslında düşe kalka da olsa birbirimizi destekledik ve ben şimdi daha da iyi anlıyorum aslında babam beni bütün acısına rağmen korumaya, kollamaya çalışmıştı bütün bu olanlardan. Benim Fransa’da okurken daha da büyüyen müzik tutkumu geliştirmek için ne yapmam gerekiyorsa onu yapmamı, yani her şeye rağmen mutlu olmamı, sevdiğim işi yapmamı istiyordu. Ben de kendimi müziğe verdim. Babam da İstanbul'a taşındı, yazları da çok sevdiği elma bahçesiyle ilgileniyordu. Yani hayatın devam ettiğini zor da olsa kabullenerek, birbirimize tutunarak sürdürdük bu mücadeleyi. Annemin gidişinden sonra adalete olan inancımız aslında yok denecek kadar azalmıştı ama babam da ben de biliyorduk bu yolu sonuna kadar gitmemiz gerektiğini. Bunun sadece bizim mücadelemiz olmadığını başından beri biliyorduk, belki bu da bize güç verdi.

Ezgi Sevgi Can ve babası Mevlüt Can

“Örgütlü bir işkence davası açılmalıydı”

- Dosyayı hiç bilmeyenler için, baştan bu yana yaşanan gariplikleri, bu dosyaya özgü cezasızlık kültürünün yansımalarını nasıl anlatırsınız?

Bu dava aslında, 28 yaşında bir genci intihara sürükleyen tüm polis ve amirlerinin neticesi sebebiyle “ağırlaşmış işkence, görevi kötüye kullanma ve cinsel saldırı, ayrıca kamu görevlisinin resmi belgede sahteciliği suçlarından yargılandığı bir örgütlü işkence davası” olması gerekirken 11 yıl boyunca sadece iki polisin, “resmi evrakta sahtecilik”ten yargılandığı bir dava olarak kaldı. Diğer suç duyurularımızın hepsi, ortada birçok delil ve kuvvetli şüphe olmasına rağmen, delil yetersizliğinden takipsizlikle sonuçlandı ve takipsizlik kararına karşı yaptığımız bütün itirazlarımız da reddedildi. İşkence ile ilgili hiçbir polis yargı önüne çıkmadı ve yıllarca sistematik bir şekilde korundular. Ve bu polisler FETO örgütüyle bağlantıları ortaya çıkana ve işkence emrini veren amirleri görevden ihraç, diğer polisler de başka birimlere, şehirlere gönderilen dek, abimi çırılçıplak soyarak sorguladıkları, aşağıladıkları, onurunu ve ruhunu parçaladıkları, Narkotik Bürosu’nun o sorgu odalarında hiçbir şey yaşanmamış gibi görev yapmaya, ve kuvvetle muhtemel başka insanların de aynı ya da benzer muameleyle sorgulamalarını yapmaya devam ettiler. Ve sanık Hakan Aydın dışındaki tüm diğer sanık polisler hâlâ görevdeler.

Cezasızlık kültürü işte budur ve polise herhangi bir sebeple yakaladığı ya da gözaltına aldığı bir insana istediği her türlü muameleyi yapma hakkını verir. Cezasız kalan her suç, yeni bir suç doğurur, vicdansızlığı, zalimliği, nefreti normalleştirir; adalet duygusunu köreltir. Üstelik bu suçu bir kamu görevlisi işlemiş ve üstüne bir de cezalandırılmak yerine devletin kurumları tarafından ödüllendirilmişse o zaman halkın gözünde devlet de tüm aygıtlarıyla bu suça iştirak etmiş demektir. Bu döngüyü kırmak için cesurca, şeffaflıkla işleyen bağımsız bir adalet düzeni için mücadele vermek gerekiyor. Ve bu ülkede bunun için hayatını, işini, aşını riske atan yüzlerce, binlerce insan var. Zor olanı seçen ama onurlu, vicdanlı yaşayan insanlar bunlar. Ve sandığımızdan çok daha fazlalar.

Mevlüt Can ve Onur Yaser Can

“Hayatımı durdurup, yeniden başlatıyorum”

- Babanızın vefatından sonra adalet mücadelesini yürütme görevi sadece size kaldı. Hiç bırakmak, gitmek gibi bir hisse kapıldınız mı, duygularınız neydi?

Aslında, ben babamdan sonra avukatım Mehmet Ümit Erdem ile sürdürdüğümüz süreçte davanın bu noktaya gelmesini bile beklemiyordum. Israrlı takibimiz ve itirazlarımız sonucunda ve Bölge İdare Mahkemesi’nin adil kararıyla bu dava açılabildi. Yoksa yukarıda anlattığım gibi titizlikle işleyen cezasızlık mekanizması yine soruşturma izni vermeyerek bu polisleri aklama yoluna gitti. En son itirazımıza eklemek için ifademi hazırlarken, bir yandan, “ben ne için uğraşıyorum bu yazdığımı acaba bir insan evladı okuyacak mı, üstelik zaten bütün ailemi kaybettim” diye düşündüm kerelerce. Hatta bu mücadeleyi sürdürebilmek için kendi hayatımdan, akıl ve beden sağlığımdan feragat ettiğimi hissettiğim, anlamsızlığa düştüğüm çok zaman oldu. Çünkü oturup bu ifadeleri hazırlamak, polislerin ifadelerini okumak, olanları tekrar tekrar hatırlamak için aslında her seferinde bir bakıma hayatımı durdurup yeniden başlatmak zorunda kalıyordum, çok zor geliyordu ve hâlâ öyle. Ama yine de sürdürmem gerektiğine inandım, inanıyorum, çünkü en başta annemden, babamdan,  abimden böyle gördüm. Sadece bu davayla ilgili değil hayatta herhangi bir zorlukla, çözümsüzlükle karşılaşıldığında azimle, inatla devam eden, çözüm arayan bir ailede yetiştim. Ve gerçekten yürekten inanıyorum, bu sadece benim ya da ailemin davası değil, tüm insan hakları davaları gibi bu ülkenin hak hukuk adalet mücadelesinde yer alan bir dava.

Ezgi Sevgi Can ve ağabeyi Onur Yaser Can, üniversite yıllarında

“Bu iddianame bile bir kazanım”

- Bu iddianame ilk anda size ne hissettirdi? Mağdur olduğunu söyleyen polisler, eksik soruşturmalar. Buna rağmen iddianame bir kazanım mı?

Türkiye şartlarında maalesef bu iddianame bile bir kazanım. Çünkü 12 yıl sonra olsa da ve annem ve babam göremeseler de eksik de olsa ve işkenceden bahsetmese dahi, başından beri yargılanmasını istediğimiz polisler ilk defa yargı önüne çıkacak ve bu küçücük de olsa cezasızlık döngüsünü kıran bir gelişme. Bu anlamda bana biraz olsun umut ve adalet duygusu verdi. Ancak bu dava bir işkence davası olarak genişletilmediği sürece ve işlenen “evrakta sahtecilik” suçu önüne arkasına bakılmadan münferit bir olay olarak görüldüğü sürece, mahkemeden çıkacak hiçbir karar adil olmayacak. Ancak polislerin tek tek ifade vermeleri, kurtulduklarını sandıkları ve üzerinden 12 yıl geçen bu olayla tekrar yüzleşmek zorunda kalmaları bile benim için bir kazanım. Kendilerini mağdur, mağduru da suçlu gösterme çabaları da aslında yine cezasızlığın nasıl sistematik hâle geldiğini, bu polislerin kendilerini koruyan kurulu düzene nasıl alışık olduklarını ve bunca şüpheye iddiaya ve kamuoyu baskısına rağmen ve yaptıkları işkence sonucu bir aile yok olmuşken, bunun ardından hala mağdur olduklarını söyleyebilme hakkını ve vicdansızlığını nasıl bir düzenden aldıklarını gösteriyor.

“Beklentim işkenceden yargılanmaları”

- Davaya yönelik beklentiniz ne, neler eksik bırakıldı, nelerin tamamlanması gerekiyor?

Tabii ki beklentim bu polislerin bir insanlık suçu olan işkenceden yargılanmaları ve bu konuda hesap vermeleri, 28 yaşında bir çocuğa ne yaptınız da 20 gün içinde hiçbir sorunu yokken intihar edecek duruma geldi, “evrakta sahtecilik” suçunu ne saikle işlediniz?  ‘Onur Yaser Can, annesi ve babası bugün ne için aramızda değiller?’ Mahkemenin bunları sorması gerekiyor. Adil bir yargılama bu soruları sorarak yapılır. Mahkeme heyeti eğer adil, vicdanlıysa bu soruları sorma cüretini gösterir. Ama açık söylemek gerekirse benim Türkiye'deki adalet kurumlarından çok büyük beklentilerim yok. Yıllar bana, bu ülkede adaletle ilgili büyük beklentilere girmemeyi öğretti, üstelik alınacak hiçbir karar bana ailemi geri getirmeyecek. Ama benim beklentim bu davanın ve benim abimin ve ailemin başına gelenlerin mümkün olduğunca fazla insan tarafından duyulması, anlaşılması, kayıt altına alınması. Bu polislerin isimlerinin tek tek kayıt altına alınması. Ve ben Türkiye’de hâlâ böyle bir vicdana ve akla sahip milyonların olduğuna inanıyorum, her şeye rağmen.

- Daha önce de ‘komik’ denebilecek sembolik cezalar verildi. Kimler, neden bu cezaları aldı? Bu davada da aynı süreci yasama endişeniz var mı? Adalete inancınız kaldı mı?

Emniyetin yaptığı disiplin soruşturmasında örneğin daha önce görülen davada “evrakta sahtecilik” suçundan ceza alan iki polis hakkında bir günlük maaş kesim cezası verilmişti. Bu cezanın verildiğini resmi bir kurumdan gelen bir evrakta okuyan annemi ve babamı bir düşünün. Ne hâle gelir insan…  İşte bu tarz kararlar annemin ölümünün, babamın sağlığının bozulmasının önünü açtı. Biz aslında zamanla anladık, bu mücadele, diğer bütün insan hakları mücadeleleri gibi devlet ve kurumlarıyla girdiğiniz psikolojik bir savaş. Bunu sürdürmek için duygularınızı, endişelerinizi, korkularınızı çok zor olsa da bir kenara bırakmak zorunda kalıyorsunuz.

Hatice Can, Onur Yaser Can ve Mevlüt Can... Mutlu yıllardan

“En değerli varlığımı zaten kaybettim”

Ben ailemi, en değerli varlığımı kaybettim zaten. O anlamda verilecek herhangi bir kararın beni endişelendireceğini düşünmüyorum, adil olmayan bir karar hayal kırıklığına uğratır tabii, hem bu ülke adına hem geleceğim adına.  Ancak şu an gelinen aşama bile annemle babamın emeklerinin bir sonucu ve bir kazanım. Ben de her ne kadar bu polisler ve amirleri işkenceden yargılanana dek elimden gelen her türlü çabayı ve hukuki mücadeleyi gösterecek olsam da bir tarafımla kurumlar ve devletler ötesinde de bir adaletin de varlığına inanıyorum. En önemlisi halkın, kamuoyunun vicdanına, adaletine inanıyorum. Bir de bu hayatın bir adaleti var, buna da inanıyorum. Dayanışmaya, sevgiye, müziğe, sanata bunların gücüne inanıyorum. Ayrıca biliyorum, görüyorum bu ülkede hâlâ vicdanıyla yaşamaya direnen güzel insanlar ve onların güçlü dayanışması var, buna tutunuyorum. Ve öyle ya da böyle bu ülkede hâlâ güzel şeyler kurulabileceğine de içtenlikle inanıyorum. Adalete olan inancımı böyle özetleyebilirim sanırım.