Aslı Aydıntaşbaş (Milliyet, 4 Mayıs 2012)
Kürtaj bir haktır. Hükümet muhafazakar değerleri savunabilir, hatta buna dayalı sosyal politikalar oluşturabilir. Ama kanunla dayatamaz.
Yıllardır başörtüsünü savundum. Muhafazakar bir çevreden gelmesem de, kendimi ‘feminist’ olarak tanımlamasam da, bir kadın ve bir demokrat olarak, kadınların kılık kıyafeti ve hayat tarzı seçimlerinin, demode bir laiklik anlayışı çerçevesinde ‘yasaklanmasını’ bir gün bile kabullenmedim. 28 Şubat’ın ağır günlerinde bile net durdum: Burası bir demokrasi ise, başörtülü kadınlar, benim sahip olduğun hakların tümüne sahip olmalı; hatta sadece üniversite değil, kamuda da görev yapabilmeli. Şimdi kürtaj konusunda aynı desteği, başörtülü kadınlardan bekliyorum. Dün farklı kesimlerden gelip hükümetin kürtajı yasaklama çabalarını protesto etmek için Kadıköy meydanına yürüyen kadınların arasındaydım. Yaşlı, genç, rengarenk, pırıl pırıl kadınlar...
Genelde hükümet karşıtı protestolarda sert bir üslup vardır. Oysa dün Kadıköy’de öfke değil tatlı bir isyan vardı. Kadınlar kıpır kıpır, Ajda’nın “Hür doğdum, hür yaşarım. Sana ne, sana ne!” dizelerini haykırıyorlardı. Oldum olası ‘faşizm’ lafının tarihi konteksti dışında protestolarda ileri geri kullanılmasından rahatsız olurum. Ben oradayken kimse kimseye ‘faşist’ demedi. Onun yerine “Yaşasın kadın dayanışması” ve de “Kürtaj haktır, Uludere katliam” diye bağırdılar. Güzel bir Pazar günüydü...
Dün farklı kesimlerden gelerek Kadıköy Meydanı’nda buluşan binlerce kadın hükümetin kürtajı yasaklama çabalarına karşı protesto gösterisi yaptı.
Günlerdir, Amerikan siyasetinin en sefil konusu olan ‘kürtaj kavgasının’ 30 yıl rötarla ‘hop’ diye memleket gündemine monte edilmesini dehşetle izliyorum. Elim gitmedi, bir haftadır kadının en mahrem haline dair bu konuya girmek bile istemedim. Bu ortamda, bu dille, bu mantıkla kürtaj konuşmayı kendime zül addettim.
Ama belli ki, biz susarsak Melih Gökçek konuşacak, Meclis’te bir komisyon kanun yapacak, doğmamış çocuğa mektupların okunduğu o parlamento da hıçkırıklar içinde yasayı geçirecek. O yüzden artık iki laf etme vakti geldi..
Kürtaj tatsız bir iştir. Bir kadın için tatsız olmanın ötesinde, mutsuz bir andır. Hiçbir kadın iddia edildiği gibi kürtaja bir doğum kontrol metodu olarak bakmaz. Tam tersine mecburiyet nedeniyle ve çoğu zaman da isteksiz bir ruh haliyle atılan bir adımdır. Ama aynı zamanda kürtaj kadınlar için bir haktır.
Cenin-embriyo-fetüs tartışmalarına uzun uzadıya girmenin anlamı yok. Ancak anlıyorum ki Ak Partili erkekler henüz bilmiyor; bir kadın hamile kaldığında, karnındaki bebek değil, henüz ciğerleri, parmakları, beyin fonksiyonları gelişmemiş bir embriyodur. Gelişmesi, yani minyatür bir insan halini alması yaklaşık 4-5 ay sürer. (Ama benim şahsi görüşüm, medikal bir zorunluluk olmadığı sürece kürtajın İngiltere ya da Fransa gibi 20 aya kadar izinli olması değil 12 haftayla sınırlandırılmasıdır.) Gelelim işin demokrasi açısından anlamına.... Kürtajı yasaklamak, doğum kontrol hapını yasaklamak gibi, başörtüsünü yasaklamak gibi, zina ya da mini eteği yasaklamak gibi devletin insanların özel hayatına müdahale etmek suretiyle demokratik bir hakkı geri almasıdır.
Yanlış anlamayın... Ben muhafazakar bir hükümetin kendi siyasetini ve sosyal politikalarını oluşturamayacağını söylemiyorum. Tayyip Erdoğan, Alman Yeşiller Partisi ya da Uçan Süpürge gibi düşünmek zorunda değil. Tabii ki seçimle başa gelen muhafazakar bir hükümet, dini değerleri yüceltebilir, ”3 çocuk” diyebilir, hatta muhafazalar aile değerleri üzerine sosyal politikalar kurabilir. Ama bunları yasalarla empoze edemez. İşte demokrasi sınırı o zaman zorlanmış olur. Kürtajı yasaklamak, başörtüsünü yasaklamak, ya da Çin’de olduğu gibi ailelere çocuk kotası vermekle aynı kapıya çıkar. İşte bu yüzden kadınlar ‘Devlet elini bedenimden çek’ diye haykırdı. Demokratsanız, bu sesi duyun...
Komplo teorisyeni değilim ama geçen gün Zaman gazetesinin İngilizce yayını Today’s Zaman’da hükümete yönelik ağır eleştiri içeren iki yazıyı peş peşe okuyunca, kıdemli komploculara başvurmaya karar verdim.
Gazetenin emniyet kökenli yazarı Emre Uslu, 30 Mayıs’da ”Yeni AKP” başlıklı İngilizce yazısında, Ak Parti’nin ‘reformist’ özelliğini kaybedettiğini belirterek: ”AKP elitist bir parti olarak kendi elitini yarattı; ‘öteki’leri parti, hükümet ve devletten dışlıyor ve sadece mutlak itaat edenleri yakınlaştırıyor. Milli Görüş temelli AKP elitinde 3 ana damar var: Malatyalılar grubu, Beşir Atalay ekolü ve Ahmet Davutoğlu ekolü” diyor.
Kafam iyice karışmışken, aynı gazetede İhsan Yılmaz, AK Parti’nin ”İslamcılığa” ve hatta ”Saadet Partisi çizgisine” döndüğüne dair ”artan işaretler” olduğuna dikkat çekerek, tezini desteklemek için ‘dindar nesil’ söylemi, AB’den uzaklaşma, Batı karşıtlığı, ‘insan haklarına duyarsızlık, eleştiriye ve çoğulculuğa düşmanlık’ gibi örnekler kullanıyor. Var mı bu iki yazıdan bana siyasi tabloyu resmedecek birileri?
Dün Beşar Esad’ın Suriye Meclisi’nde yaptığı konuşmada ‘El-Hule’yi biz yapmadık’ demesi, Türk medyasındaki yeminli Esad yandaşlarını saymazsak, dünya kamuoyunda kimseyi ikna edecek cinsten değildi. BM, Kofi Annan, hatta Ruslar bile El-Hule katliamının rejime bağlı milisler tarafından yapıldığını biliyor.
Biliyor da, bu durumu değiştirmiyor. Henüz ”küresel güçler” Suriye konusunda ”düğmeye basmış” değil. Ruslar, halk ayaklanmasından korkuyor ve Doğu Akdeniz’de önemli bir kaleyi kaybetmek istemiyor; Amerikalılar kasımdaki seçimler öncesi bir macera istemiyor; İsrail zaten Esad’ı Müslüman Kardeşler’e bin kat tercih ediyor; Avrupa kendi derdinde; Türkiye ise tek başına askeri bir maceraya girmek niyetinde değil... Bu durumda zavallı Suriyeliler, bir yıl önce başladıkları isyanda, bekledikleri dış desteği alabilmiş değiller. Ama halleri, düne kıyasla daha iyi...
* Öncelikle ordudan ayrılışlar çok arttı. Rejim halka karşı sadece Mahir Esad kontrolündeki 4. Mekanize birliğini kullanabiliyor. * Direnişçilere el altından yardım başladı. Amerikalılar sadece ‘non-lethal aide’ dedikleri öldürücü olmayan telsiz, teçhizat veriyor. Ama Katar ve Suudi Arabistan, Amerikalıları dinlemeden gittikçe daha sofistike silahlar vermeye başladı. En önemlisi, mahalleleri bombalayan tanklara karşı anti-tank bataryaları. * Direnişçiler Idlib’in bazı bölgeleri, Lübnan sınırındaki kasabalar ve Humus, Hama etrafında kendiliğinden ”kurtarılmış bölgeler” yarattı. Ordu birlikleri bazı kasabalara giremiyor. Kısacası, ‘tampon bölge’ dış müdahale olmadan kendiliğinden oluşuyor.