Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın "tarafsızlığını yitirerek Anayasa ve yasaları çiğnediği" suçlamasıyla ilgili 200 aydının, “Acil Çağrı” başlığıyla yayımladığı bildiride de imzası bulanan Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Doç. Ayşen Candaş, "Türkiye’de ulusalcıların, milliyetçilerin bir türlü kavrayamadıkları mesele şu: Bölünme ne demektir? Bölünmek, 30 yıldır farklı acılara ağlıyor olmak demektir, yan evlerde oturup birbirini acısından zerre kadar haberdar olmamak demektir. Asıl bölünme toplumun o dayanışma duygusunun, eşitlik duygusunun yok olmasıdır. Bu manada biz zaten bölünmüşüz" dedi.
Candaş, "Çok örgütsüz bir toplum yaratılıyor. Örgüt sözcüğü zaten 12 Eylül’den itibaren terörist faaliyetle eş anlamlı kullanılır hale geldi. Ve insanlar farkında olmadan, bunun içinde doğup, büyüyüp bunu içselleştirdiler. İnsanlarda, örgütsüz yapılarla daha spontan şekilde yapılan işlerin daha değerli olacağına dair bir inanç oluştu. “Gezi ne oldu” diye soruluyor. Gezi’ye katılan insanlar hala bu toplumda yaşıyorlar ama Arap Baharı ile sembolize olan Tahrir Meydanı meselesinde ne olduysa, burada da o oldu" şeklinde konuştu.
Evrensel'den Serpil İlgün'ün, "Asıl bölünme eşitlik ve dayanışma duygusunun yok olmasıdır" başlığıyla yayımlanan (31 Ağustos 2015) tarihli röportajı şöyle:
7 Haziran sonuçlarının tanınmaması, çatışmasızlık sürecinin bozulması, ölümler, gözaltılar, sıkıyönetim ilanları ve 1 Kasım’da seçim ilanı… “Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ihtirasına esir düştü” yorumları Türkiye’yi izleyen yabancı gazetecilerin de ortak tespiti haline geldi. Erdoğan, ülkenin kaderi üzerinde bu kadar belirleyici nasıl olabiliyor?
En organize o olduğu için. AKP’nin kan kaybettiği, artık ikna etme gücünün olmadığı, topluma bir vizyon veremediği, kendi tabanı içinde bile inandırıcılığını yitirdiği kesin. Fakat bu kadar örgütsüzleştirilmiş, daha kötüsü örgütlenme fikrine negatif hislerle bakan bir muhalefetin kendisini aktif bir siyaset haline getiremediği, örgütleyemediği bir ortamda; bir takım musluk başlıklarını tutan, iş yürüten, parası, kaynağı olan, kurumsallaşmış, örgütlenmiş kanat halen AKP.
Kan kaybettiği, inandırıcılığını yitirdiği halde nasıl devam edebiliyor?
Devam ediyor çünkü sosyal yardımlar meselesinde de karşımıza çıktığı üzere, burada bir sürü oturmuş, kurumsallaşmış, örgütlenmiş çıkar ilişkisi var. Bu çıkar ilişkileri sürdüğü ve birtakım insanları memnun ettiği müddetçe onlar bunun değişmesini istemeyecekler. Burada bir kişilik analizine de girilebilir ama bu Erdoğan’ın Erdoğan olmasından kaynaklanan bir sorun değil, mesele siyasi iktidarı kurala bağlamak, keyfiyeti yok etmekle ilgili. Türkiye’de kurumlardan arınma süreci yaşanıyor. 12 Eylül’den beri yaşanıyor aslında ama son beş altı yılda çok hızlandı bu süreç.
Ne demektir kurumlardan arınma?
Örgütsüz kılma. Çok örgütsüz bir toplum yaratılıyor. Örgüt sözcüğü zaten 12 Eylül’den itibaren terörist faaliyetle eş anlamlı kullanılır hale geldi. Ve insanlar farkında olmadan, bunun içinde doğup, büyüyüp bunu içselleştirdiler. İnsanlarda, örgütsüz yapılarla daha spontan şekilde yapılan işlerin daha değerli olacağına dair bir inanç oluştu. “Gezi ne oldu” diye soruluyor. Gezi’ye katılan insanlar hala bu toplumda yaşıyorlar ama Arap Baharı ile sembolize olan Tahrir Meydanı meselesinde ne olduysa, burada da o oldu. Toplumda bir kriz yaşandığında, kriz sonrasında yeniden o toplumun şekillenmesine dair bir ortam oluştuğunda o toplumda kim örgütlü güçse, bunu o yapıyor. Mısır’da bu Müslüman Kardeşler’di. Türkiye’de de AKP. AKP’nin alternatifi yok diye konuştuğumuz mesele aslında bu. Örgütlü olan AKP. Totaliterleşme endişeleri var bir yandan, biliyorsunuz. Totaliterleşmenin en önemli yöntemlerinden biridir toplumu örgütsüz hale getirme. Bunu birkaç yolla yaparsınız; bazen örgütleri yok ederek, yasaklayarak, onları kriminalize ederek...
İç Güvenlik Yasası gibi?
Evet. Her türlü ifade özgürlüğünün kriminal faaliyet olarak görüldüğü İç Güvenlik gibi yasaları çıkararak, mevcutlarını koruyarak. Bir de şöyle kurumsuzlaştırırsınız; yetki alanları örtüşen iki üç tane kurum kurarsınız. Mesela izlediğim başka bir alan olan sosyal politika alanında bu kurumsuzlaştırmayı görüyorum. “Nereden, nereye, hangi kriterlerle, ne kadar yardım yapılmış” sorusuna yanıt aramaya kalktığım zaman bir araştırmacı olarak kendimi çaresiz hissediyorum. Çünkü birbirine çok yakın, benzer adlar altında kurulmuş beş altı tane kurum yaratılmış ve bunların hangi kriterlerle, kimlere ne kadar, ne verdiğinin izlerini sürmek bugün mümkün değil. Kurumların yetki alanları örtüştüğü zaman karar vermek gerekir ve üsteki bir kişiye söz düşer ve bu hesap verilebilirliği ve şeffaflığı ortadan kaldırır. Siyaset bu yolla üste kadar örüldü.
Dolayısıyla başkanlık bunun üst aşaması?
Aynen öyle. Üst aşamada başkanlık sistemi fikrinde somutlaşan meseleye gelindi. “Kurumların işlemesi için bir kişinin karar vermesi gerekiyor” deniyor. Neden? Çünkü kurallar keyfi hale getirildi. Bir takım kişilerin keyfiyetine bırakıldı ve şeffaf olmayan hale getirildi. Anayasa, kurum, toplum kalmamış, dağılıyor toplum… Böyle bir ortamda demokrasi için, barış için, temel haklar için yüzde 70’lik bir kitle bir araya gelebilir fakat onun dili bulunamıyor. Çünkü, insanlar çok uzun süredir birbirinin yüzüne bakmamış, bakamamış.
Çatışmaların yeniden başlaması, barışın toplumsallaşması uğraşında nasıl bir hasara yol açtı sizce?
En büyük endişem bu. Bugüne kadar 8 ateşkes süreci yaşandı ve her seferinde daha geriden bir noktadan devam ediliyor. Toplum daha parçalanmış oluyor, toplumsal katmanlar arasındaki dayanışma duygusu daha da azalmış oluyor. Bölge halkıyla, Türkiye’nin geri kalanı çok uzun süredir farklı bir gerçeklik yaşıyor. Bu zaten parçalanmışlığın ta kendisi. Sürekli bir bölünme korkusundan bahsediliyor. Türkiye’de bence ulusalcıların, milliyetçilerin bir türlü kavrayamadıkları mesele şu: Bölünme ne demektir? Bölünmek, 30 yıldır farklı acılara ağlıyor olmak demektir, yan evlerde oturup birbirini acısından zerre kadar haberdar olmamak demektir. Asıl bölünme toplumun o dayanışma duygusunun, eşitlik duygusunun yok olmasıdır. Bu manada biz zaten bölünmüşüz. Yani biz bu barışı becerecek idiysek, o eşitlik duygusunu, “kendime yapılmasını istemediğimi başkasına yapmayayım” şiarını hayata geçirebilirsek ve bunu hukukumuz haline getirebilirsek barışı becerebilecektik. Bir ateşkesten sonra başka bir ateşkese geldiğimizde çok daha zor bir noktadan başlıyoruz. Yeni söylenmemişler, yeni uzaklaşmalar, yeni konuşmamışlıklar, yeni küslükler... Kolay değil ki barışmak. İşteş bir fiil bu. Eşit konuşmayı gerektiriyor, birbirini dinlemeyi, görmeyi gerektiriyor. Ağlamayı, bağırmayı gerektiriyor. Bunların hiçbirini yaşamadan acılar arkeolojik katmanlar gibi kat be kat üst üste biniyor, gömülüyor ama o acılarla yeni kurduğunuz yapı da sağlam bir şey değil.
Tam bu noktada soralım; iktidar cephesinden gelen “ne mutlu şehit ailelerine”, ya da “biz olmazsak çözüm olmaz”, keza Erdoğan’ın 1 Kasım seçimi için “ya istikrar, ya da istikrarsızlık seçimi” tehdidini toplum nasıl satın alıyor?
Türkiye toplumunun tarihinde yüzleşmediği o kadar çok kıyım, katliam var ki. Sürekli komşusunu katletmiş ve bu bilmem kaç kez tekrarlanmış, sonra bunun çevresinde yüzde “99 Müslüman” diye bir Sünni Müslüman hikayesi oluşturmuş… Ben 12 Eylül’ün bile hikayesinin tam anlatılmadığını düşünürüm hep. Bir türlü sesini bulamıyor. Hani, bir cenazenin ardından ağlaman gerekir, vedalaşman, iyi yanıyla, kötü yanıyla hatırlaman… ancak öyle kapatabilirsin. Unutma öyle başlayabilir. İşte o sürece gelemiyor Türkiye. Sümen altına ittiği çok büyük acıları var ve çok büyük öfkeler yaratmış bunlar. Ve o insanların bunları ne konuşması, ne yazması, ne çocuklarına anlatması mümkün olmuş. Türkiye merkezini kaybetmiş bir ülke ve en büyük problem olarak bunu görüyorum. Arada bir ana akım medya, ana akımlaşma gibi sözcükleri kötü manada kullanıyoruz ama aslına bakarsanız çok uzun süredir ana akım hiçbir şey kalmamış Türkiye’de. Halbuki ana akım bir şey gereklidir. Ben konuşma yapacağım bir sınıfa, oradaki öğrencilerin hangi siyasi görüşten, dini anlayıştan gelirse gelsin, hepsini aynı şekilde kapsamam ve hiçbirini dışlanmış hissettirmeden hitap etmem gerektiği bilinciyle girerim. O zaman öğrenci beni duyar. Türkiye’de bence bu kayıp.
Bu bağlamda HDP’yi ana akım yaratma açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
HDP, şu çok zor ortamda söylemini barışa pozitif bir katkı yapmaya, yapıcı olmaya yönelik kurmaya çalışıyor. Ve Türkiyelileştiğini, sadece bir kesimin temsilcisi olmadığını, ülkenin kaderinin, geleceğinin önemli yapı taşlarından biri olduğunun altını çiziyor. Seçim hükümetine girme kararını da bunun devamlılığı olarak okuyorum.
Demirtaş’ın “amasız, ancaksız ateşkes” çağrısına, KCK’nin verdiği yanıtların HDP’yi zor duruma düşürdüğü ve tam da seçim öncesi zayıflatacağı yorumlarına katılır mısınız?
Bu konuda yıllardır iki tane teori var. Bir tanesi Kürt hareketinin değişik odaklarının birbirleriyle fevkalade bir işi bölümü içerisinde, çok akıllı tek bir strateji çerçevesinde tutarlı hareket ettikleri; İkinci teori ise, aktörlerin aralarında bölünmeler olduğu, birbirlerine çelme takmaya çalıştıkları. Bu iki teoriden hangisine inandığınıza bağlı olarak son durumu okumak mümkün. Ben, HDP’nin Türkiyelileşme projesine faydası olan bir açıklama olarak okudum. Çünkü HDP şu an PKK ile eş anlamlı okunuyor ve kriminalize ediliyor. Böyle bir ortamda örgütün en “şahin” sesinden eleştirel bir ses geliyormuş gibi olması, aslında HDP’nin o barışçı sesinin daha çok duyulmasına sebep olan ve o içinde kaldığı zor durumun da sempatiyle karşılanmasına sebep olacak bir hamle. Eğer böyle komplo teorilerine inanıyorsak, şöyle diyebiliriz; “KCK tam tersine HDP’ye yardım etmek için böyle açıklamalar yapıyor!” Planlanan bir şey değildi ise bile, demokrasi ve barış isteyenler olarak bizlerin çok arzu edeceğimiz bir şey olan HDP’nin güçlü olması meselesine fevkalade katkı sunmuştur bu açıklamalar. Dolayısıyla, çok memnunum!
Bir diğer tartışma başlığı da öz yönetim ilanları. Kimi yorumcular öz yönetim kararlarını zamansız buluyor ve eleştiriyor. Siz ne dersiniz?
Çok spekülatif olacak bu konuda söyleyeceklerim; çünkü gerçek bir bilgiye dayanmıyor, fakat eğer bir gün yaşadığımız bu durumun bir savaş ilanı değil, bir pazarlığın dönemeci olduğunu anlayacaksak, onun içindeki bir el yükseltme olarak görüyorum. Ve tam bir öz yönetim açıklaması olsa böyle yapılmayacağını düşünüyorum. Bana daha çok bir karşılıklı restleşmenin adımları gibi geliyor.
Barış çağrıları, eylem ve etkinlikler geçtiğimiz dönemlere göre çok daha yoğun ve yaygın olmasına rağmen savaşı durdurmaya yetmiyor. Barış çağrılarının daha etkili kılınması için sizce ne yapmalı?
Barış hareketinin sivil toplumda hemen organize olup, imzalar filan atılabiliyor olması bir yandan, “A, ne güzel aydınlar, yazarlar, akademisyenler, sanatçılar hemen karşılık verdiler” gibi değerlendiriliyor ama sonuçta bu organize olmayı öğrenmiş Kürt hareketinden kaynaklı bir etki. Fakat bir yandan da o kadar uzun yıllardır, o kadar çok fazla şeye imza veriyoruz ve bunlar o kadar işlevsiz kalıyor ki, insanın kendisi imzasına inancı kalmıyor. Dolayısıyla asıl bahsetmemiz gereken örgütlü toplum. Tabii ki sivil toplum bir örgütlenme biçimi ama siyasi partiler parlamenter sistem için çok önemli. CHP ile HDP’nin kurumsal olarak, parti olarak bir barış iradesi, sözü, dili ve bahsettiğim ana akım barış sesi oluşturmasına bağlıyorum umudumu. Bir umut varsa buradan çıkacak, sivil toplumdan çıkmayacak. Bizim topladığımız imzalar, sadece bu partilere bir işaret olmalı. “Tabanda böyle bir arzu var barış için” diye. Demokrasiler böyle işler. Siyasi partiler bunu alıp, bu sesi yükseltip, bunu parlamentoya, karar alma mekanizması olan alanlara taşırlar, yasaları mı düzeltirler, ki her şeyi düzeltmeliler şu ortamda. Bunu yapabilecek Türkiye’de örgütlü güç CHP ve HDP’dir. Bu ikisinin bir an evvel bir işbirliğine girmesidir. Başka bir umut yok.
CHP’de böyle bir yönelim görüyor musunuz?
Örneğin Sezgin Tanrıkulu gibi bir ismin CHP’de bu kadar önemli bir noktaya getirilmesi, orada tutulması bana büyük ümit ve güven aşılıyor. Bunun derinleştirilmesi gerektiğini ve bunda geç kalınmaması gerektiğini düşünüyorum. CHP’de bir muhalefet partisi olma yönünde artık eşit haklara dayalı yeni bir dayanışma modeli kurmak için elini taşın altına koymaya hazır hale gelmiş bir taban ve öyle bir söylem görüyorum. Bizim de ezberlerimizden kurtulup, örgütlü toplum meselesinin ne kadar önemli olduğunu görüp, CHP’de bu yönün güçlenmesine yardımcı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Kimseyi dışlamayan, sağduyulu, rasyonel, kapsayıcı, anayasal, partiler üstü bir siyaset sesinin şu noktada çok büyük bir bloğa ümit vereceğini düşünüyorum. İnsanlar nereye hareket edeceklerini bilemedikleri zaman da statükoda kalabilirler. Çok bayıldıklarından değil. O ivmeyi yaratmak gerekiyor. Bunu yaratmak da örgütlü partilere düşer. CHP ve HDP’nin bir an evvel akıllarını başlarına toplayıp, bu ülke için, çok geniş, normalde belki siyaseten bir araya gelmeyecekleri gruplarla bir arada olmayı göze alarak, bir anayasal siyaset üretmeleri gerekiyor. Yeni bir toplumsal dayanışma kaidesi, hukuku oturtabilmek için. Bunun eşit özgürlükler, evrensel standartlarda, eşit haklar temelinde olması, kalıcı barışın yegane garantisi.
“AKP tabanın içinde de çok büyük kesim mutsuz” dediniz. Mutsuzluğuna rağmen neden sessiz kalıyor?
AKP tabanına gelince… O kesimin değişik değişik kesimlerden, değişik statü ve sınıflardan oluştuğunu anlamamız gerekir. O manada mutlularıyla, mutsuzlarıyla AKP hala bir koalisyon. Dolayısıyla onların nelerle devam ettikleri sorusu, sosyal sınıf, sosyal statü açısından kendi konumlanmalarına bağlı olarak şekilleniyordur. AKP içinde farklı korkular, farklı kazanç ve kayıp algıları olan gruplar var. Fakat dediğim gibi Türkiye öyle bir hale geldi ki, sosyal bilimlerde Marks’ın ürettiği “radikal ihtiyaçlar” kavramı vardır. Ekmek gibi, su gibi ihtiyaçlar için kullanılan bir kavramdır ama bazı dönemlerde tarih sizi öyle bir kriz noktasına getirir ki, özgürlük en radikal ihtiyaç olarak belirir. Bugün Türkiye’de eşitlik, barış ve özgürlük en radikal ihtiyaçlar.