Diyanet’in 81 ildeki camilerde okunan 26 Şubat tarihli “Zor zamanlarda maneviyatımızdan destek almak” başlıklı Cuma hutbesinin “Ant olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenlere müjde” âyeti ile verilmesi (Bakara Suresi’- 155. Ayet) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın güncel siyasete girdiği tartışmalarını bir kez daha alevlendirdi.
Akademisyen Ceren Lord’un Devlet içinde Diyanet başlıklı yazısında belirttiği gibi “Artık kılıcı eline alıp devletin önderliğinde ve sarı çizmeyi ayağına çekip afet bölgelerinde halkın idaresinde merkezi bir rol oynayan bu kurumu başka bir açıdan görmenin zamanı gelmedi mi? “
Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesinin ardından baş imam olarak olarak görevlendirilen ilahiyatçı Prof. Mehmet Boynukalın’ın 8 Mart’ta “Sürekli "kadın cinayetleri" vurgusu, kadını erkeğe düşman etmeye çalışan bir sloganik medya propagandasıdır” ya da Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın görevden alınmasının ardından “Faizin azaltılması ve sonunda tamamen kaldırılması hem İslam'ın hem de aklın gereğidir” sözleri, hem din ve devlet işlerinin odağındaki Diyanet’in görev alanını, hem de Cuma hutbelerinin misyonunu bir kez daha tartışmaya açtı.
“Osmanlı'dan Cumhuriyet'e dinin araçsallaştırılması ve tek parti döneminde Cuma hutbeleri” konusunda doktora tezi çalışmalarını sürdüren akademisyen Gülener Kırnalı ile Diyanet’i, iktidarlara bağlı olarak bu kurumun değişen görev alanını ve Cuma hutbelerini konuştuk
T24’ün sorularını yanıtlayan Kırnalı “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” klişe düsturuna sahip devletin dini kontrolü altına alarak tam aksini yaptığını” söyledi.
Devlet ya da siyasal iktidarın vatandaşa aktarmak istediği bilgiyi 85 bin camiden ‘kutsiyet sahibi’ bir otoritenin ağzından verebildiğini belirten Kırnalı, bunun “çok tesirli bir endoktrinasyon aracı” olduğunu dile getirdi.
Gülener Kırnalı, hutbelerin bugün eskiye nazaran daha dünyevi, daha güncele cevap veren bir araçsallaştırmasının olduğunu ifade etti. Kırnalı hutbelerin “birlik” ve “kardeşlik” vurgusuyla ilgili de “Unutmayalım ki Cuma hutbesi dediğimiz metin, Sünni erkeklere hitaben okunuyor” dedi.
Akademisyen Gülener Kırnalı'nın T24'ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Diyanet, devlet kontrollü din demek mi?
Diyanet İşleri Başkanlığı, isminden de herkesin anlayacağı gibi dinle ilgili bütün işlerin düzenlenmesi ve denetiminden sorumlu bir kurum. Tabii burada din derken kastedilen sadece Sünni İslam. Ve bu kurum ilk kurulduğu günden bu yana Başbakanlık’a bağlı. Başbakanlık makamının lağvedildiği 2017 yılından beri de Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak işliyor. Hâlihazırda Diyanet’in kuruluşunu ve işleyişini, devletle olan ilişkisi üzerinden ele alan bir dizi çalışma mevcut. Bu çalışmaların önemli bir kısmı da Diyanet’in varoluşunu Türkiye laikliği çerçevesinde değerlendirdi haklı olarak. Ben de Diyanet’e bu açıdan bakmanın doğru olduğunu düşünüyorum.
Diyanet’in kuruluş amacının, toplumsal, siyasi ve kültürel alanda dinin çok baskın ve etkili olduğu bir yerde, devrimle beraber gelen yeni siyasal rejimin, yeni laik düzenin, yeni kültürel yapının tesis edilebilmesi için dinin toplumsal alandaki güçlü etkisini devlet nezdinde kontrol ve denetim altına almak olduğunu söyleyebiliriz. Fakat burada Türkiye Cumhuriyeti’ne özgü ve onun kontrolünde gelişen yeni bir Müslümanlığın icat edildiğini söylemek de mümkün değil. Yani “devlet kontrollü bir din” yerine farklı düzlemlerde tezahür eden dinî örüntülerin devlet kontrolü altına alınmaya çalışıldığını söylemek daha doğru olur.
Osmanlı’dan bugüne din hizmetleri hep kurumsal oldu… Şeyhülislam zaman zaman adliye ve eğitim hizmetlerini de yürüttü. Din ve devlet işleri aslında hep iç içe olmuş. Din hizmetleri, inanç özgürlüğü neden sivil alana bırakılmadı sizce?
Tahmin edersiniz ki bu sorunun tarihsel, siyasi, toplumsal ve kültürel nedenlerle örülü oldukça karmaşık bir cevabı olmalı. Her şeyden önce, dinî iktidarın siyasi iktidarla eklemlenmesi ya da her iki iktidarın karşılıklı etkileşim içinde olması ne Osmanlı’ya, ne Cumhuriyet’e ne de İslam’a özgü. Öte yandan Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ilerleyen bu tarihsel izlekte de din işlerinden sorumlu olan ama sizin de dediğiniz gibi din kümesi altında adli işlerden eğitime varan geniş bir yelpazede bir dizi gücü elinde bulunduran yüksek ulemanın iktidarı da zaman içerisinde inişler ve çıkışlarla, güçlenmeler ve güçsüzleşmelerle seyrede gelmiş.
Fakat Osmanlı ve Türkiye’yle sınırlı olmamakla birlikte genel olarak İslam dünyasında dinin bütünüyle sivil alana bırakıldığı, siyasal alanın dinî alandan keskin bir şekilde ayrıştığı bir nevi Protestan bir Müslümanlığın geliştiği bir örnek de yok ne yazık ki. Üstelik İslam’ın varoluşu itibariyle toplumsal hayatın bir dizi veçhesini kapsayan; daha da açıkçası siyasi, hukuki, ekonomik düzlemlerde hayatı düzenleyen inanç temelli bir tür toplumsal akit olduğunu ve kendine içkin bir dizi kod yarattığını akılda tutmak gerekir.
Bu anlamda “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” klişe düsturuyla kendisini tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti laikliği, dini devletin kontrolü altına alarak tam aksini yapmışken; özellikle Emevi Dönemi’nden bu yana kadar da dini iktidarın sivil alana bütünüyle bırakıldığını hatta bırakılmaya niyetlenildiğini düşünmek bile hayalci bir bakış açısı olacaktır.
Diyanet İşleri Reisliği Cumhuriyet döneminde kuruluyor. Nasıl bir süreklilik var Osmanlı’dan Cumhuriyet’e? Diyanet’in etkinliği dönemlere göre değişti mi? Yani iktidarlara göre değişti mi?
Aslında Diyanet üzerinden bir süreklilik anlatısı oluşturmak mümkün değil. Her ne kadar daha önce de söylediğim gibi dinin siyasi iktidar tarafından araçsallaştırılması üzerinden bir sürekliliği takip etmek mümkünse de Diyanet İşleri Başkanlığı bu sürekliliği bir ölçüde kıran bir kopuş. Siyasi iktidara doğrudan bağlı bir şekilde yaratılan bu büro, devletin bir uzantısı olarak din işlerini devlet lehinde düzenliyor. Tabii bunu kabaca söylüyorum, zira benim çalışma alanım esas olarak Tek Parti döneminde dinin araçsallaştırılması ve bu çerçevede Cuma hutbelerinin nasıl kurgulandığı. Bu pratiğin nasıl olageldiğini göstermek için de yaklaşık yüz yıl öncesinden alarak tarihsel bir analiz sunmaya çalışıyorum. Fakat bu kurumun işleyişi, Diyanet’in devletle olan ilişkisi, devletin taleplerinin Diyanet aracılığıyla halka ulaştırılması gibi konularda birçok şey zamana ve şartlara göre değişiklik gösteriyor. Dinin sosyo-politik ve sosyo-ekonomik bağlamlarda araçsallaştırılması çatısı altında tarihsel olarak uzun ve kapsamlı süreklilikler çizebiliriz. Fakat öte yandan Cumhuriyet Devrimi ile birlikte kurulan Diyanet’in tam da bu düzlemde idari ve siyasi bir kırılma yarattığını da söylemek zorundayım. Bununla birlikte Diyanet’in etkinliği, söylemi, üretimi, devlet ve hükümetle ilişkisi vs. zaman içerisinde değişiklik gösterdi. Bu çizgi, yarın siyasi ve toplumsal şartlar farklı bir yöne doğru evrildiğinde yine buna uygun biçimde değişecektir.
Tezinizde de bu konuda çalışıyorsunuz. Hutbelerin nasıl bir işlevi olmuş?
Hutbe dediğimiz metnin önemi esas olarak işlevinden geliyor. Nedir bu işlev? Her Cuma günü binlerce camiyi dolduran çok sayıdaki vatandaşa aynı anda seslenmenin işlevselliği. Bu işlevsellik tamamen devlet lehine düzenlenmiş bir işlevsellik. Şunu demek istiyorum: Türkiye’de günümüzde yaklaşık 85 bin cami var. Ve bu camilerin hepsinde Cuma namazı kılınıyor ve Cuma hutbesi okunuyor. Devlet ya da siyasal iktidar, her hafta 85 bin minberden milyonlarca yurttaşa aktarmak istediği bilgiyi aktarabiliyor. Üstelik bunu kutsal bir mekânda, kutsiyet sahibi bir otoritenin ağzından dinliyorsunuz. Bu açıdan son derece güçlü bir propaganda metni, çok tesirli bir endoktrinasyon aracı.
Bu işlevsellikten bahsederken şunu da söylemek lazım: Devletin resmi ideolojisini ya da siyasi ve toplumsal söylemini yurttaşlara ulaştırmada iki ana mecrası olagelmiştir: okullar ve camiler. Camilerin de okul çağını geçmiş yurttaşlar için bir okul olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 1920’li, 30’lu, 40’lı yılları düşünürseniz, toplumun çok büyük kesimi kırsalda yaşayan ve okuryazar olmayan kişiler. Okul çağını geçmiş ve okuryazar olmayan yurttaşlara yeni vatandaşın nasıl olması gerektiği bu hutbelerle anlatılıyor. Bu araç, yeni bilginin özellikle kırsala ulaştırılmasında son derece işlevsel. Bu sebeple de imana, İslam’ın esaslarına, Müslümanlığın faziletlerine değinmesinin yanı sıra kamu sağlığından kişisel hijyene, tutumlu olmaktan aile hayatının düzenine, tarımsal faaliyetlere ilişkin tavsiyelerden Türk Hava Kurumu’na bağış yapılması gerektiğine varasıya toplumsal ve ekonomik hayata yönelik bir dizi söylemi içeren metinler bunlar. Bu açıdan da hutbelerin içeriği son derece dünyevidir. Özetle en başından beri hutbelerin işlevini değerlendirirken Althusserci manada devletin bir ideolojik aygıtı olarak araçsallaştırıldığını söylemek mümkün.
Hutbelerin muhteva, kapsam ve süre açısından belirli formatta hazırlandığını biliyoruz. O haftanın içeriğini kim beliriyor, denetleniyor mu metinler?
Bu, zaman içerisinde hep değişti. Cumhuriyet sonrasında bu içeriğin hazırlanması ve tek bir içeriğin tüm yurda yollanması açısından merkezileşme gayreti var. Hutbelerin hazırlanması, dağıtılması ve okunmasına yönelik bir dizi idari düzenleme yapılıyor. Sonrasında Diyanet tarafından 1927 ve 1936’da iki tane Türkçe Hutbe kitabı basılıyor ve “Cuma günleri bu hutbeleri okuyacaksınız” diye yurdun dört bir yanına dağıtılıyor. Ankara’nın sıkı bir kontrol ve denetim niyeti olsa da taşrada bu pratiği ne kadar kontrol edebildiğini, imamların buna ne kadar riayet ettiğini tam olarak bilmiyoruz.
Arada çeşitli değişiklikler olmakla birlikte bu uygulama kabaca devam ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, 1970 yılından itibaren iki haftada bir yayınladığı, 1978’den itibarense haftada bir yayınlamaya başladığı Diyanet Gazetesi vasıtasıyla, ardından da 1991-2000 yılları arasında çıkardığı Diyanet Aylık Dergi vasıtasıyla hutbe örnekleri yayınlamaya devam ediyor.
27 Mayıs sonrasında “Cuma günleri memleketin bütün camilerinde okunan hutbeler aynı mevzuda olacaktır.” diyen bir talimatın yayınlanması yine bu merkezileşme açısından önemlidir. 28 Şubat’ın akabindeyse hükümetin Diyanet İşleri Başkanlığı ve hutbelere yaptığı doğrudan müdahalenin sonucunda 1997-2006 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Hutbe Komitesi her hafta tüm yurttaki camilerde okunması amacıyla bir hutbe yayınlamıştır. 2006 yılında yapılan yönetmelik değişikliği ile hutbelerin hazırlanması il müftülüklerine devredildi, her il müftülüğü bünyesinde oluşturulan hutbe komisyonları o ilin camilerinde okunması için haftalık hutbe metinleri yayınlamaya başladı. Sonrasında bir dizi değişiklik yapıldı fakat yürürlükteki yönetmelik maddesi “Başkanlıktan gönderilen hutbeler hiçbir surette ilave ve çıkarma yapılmadan okunacaktır” demekte. Diyanet’in hutbe yayınlamadığı zamanlar için birtakım düzenlemeler var fakat zaten Diyanet de her hafta hutbe yayınlıyor.
Diyanet’in internet sitesine baktığımda yakın dönem Cuma hutbelerini görüyoruz. 2015’ten bu yana… Irkçılık var, küresel terör var. 15 Temmuz var, zekât ve faiz var, aile, ekonomi var, LGBTİ+’lar var. Yani aslında günceli takip eden bir Diyanet görüyoruz. O anlamıyla çok da ‘dünyevi’… Bu hep böyle mi olmuş ve gündemle bu paralellik ihtiyacını nasıl açıklarsınız?
Sanıyorum ki bu söylediğiniz, günümüzde Türkiye’nin absürt siyasal ve idari sisteminin içerisinde Diyanet’in de absürt bir şekilde kendini göstermesinden kaynaklanıyor. Evet, günümüzde eskiye nazaran daha dünyevi, daha güncele cevap veren bir araçsallaşma var. Hatta o kadar kör göze parmak biçimde yapılıyor ki, muhafazakâr kesimden de ciddi itirazlar günden güne artarak geliyor. İçinde bulunduğumuz otoriter rejimin gereklerine uygun olarak her an her gündem maddesine cevap verme, rejimin tehlike ve tehdit addettiği her şeyi anlık olarak ahlak ve iman açıklamaları içine sokarak bertaraf etme amacında devlete bağlı bir söylem kurumu olarak işliyor.
Dediğim gibi bugünküne benzer biçimde her hafta her gündem maddesine cevap veren bir hutbe mekanizması geçmişte yok. Fakat yine de çoğu zaman siyasi iktidarın isteklerine paralel olarak dünyevi konuları merkezine almış, toplumsal ve ekonomik hayatı düzenlemeye çalışmış. Yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nde 1936 yılında Diyanet tarafından basılmış “Yeni Hutbelerim” başlıklı bir kitabı elime alıp karıştırdığımda şu cümleyi görmüştüm: “Ziraati kolaylaştıran, ziraatte feyiz ve bereketi ziyadeleştiren yeni usulleri almak ve kabili tatbik mahallerde bunları tatbik etmek dinimizin emirlerindendir.” O dönem yurt dışından alınan yeni tarım araçlarının satın alınması ve kullanılması için söylüyor bunu. Bu konuyu çalışmaya karar vermeme neden olan cümle de budur. Yani eskiden de bir ölçüde böyleydi fakat bugün Diyanet’in kendisi ve ona bağlı olarak hutbeler de siyasi iktidarla daha iç içe, o yüzden daha dünyevi, toplumsal ve siyasi gelişmelere derhal cevap veren bir söylemsel araç haline geldi.
Hutbelerin devleti temsil etmesi, merkezi söz söyleme gücü bir egemenlik hatırlatması yorumları da var. Bu konuda neler söylersiniz? Hutbelerin kitlelere ulaşma ve onları mobilize etme kabiliyetinden de söz ediliyor. Örneğin Halifeliğin kaldırılmasından iki gün sonra hutbelerde halifenin ismi yerine “millet” ve ‘Cumhuriyet”i ikame edilmesi kararı verilmiş. Yeni olanın rızasını üretmek için ne kadar etkili hutbeler?
Geçmişte iktidarı devralan kişi egemenliğin sahibi olduğunu ispat etmek için adına para bastırır ve hutbe okuturdu. Bu anlamda hutbe okutma veya hutbeleri yani camiden müminlere seslenme iktidarını ele geçirmek eskiden beri egemenliğin simgesidir. Nitekim dediğiniz gibi hilafet kaldırılınca ilk iş hutbelerin millet ve cumhuriyet adına okutulması oluyor. Ve tüm vilayetlere yollanan bir yazı ile “Hutbelerde isim zikredilmeksizin millet ve cumhuriyetin selamet ve saadetine dua edilmesi takarrür etmiş ve bu kararın bilcümle vilâyata tebliği dâhiliye vekâletine havale edilmiştir” deniyor. Tabii burada Cumhuriyet devrimi ile saltanatı kaldıran, birkaç ay sonra ise ülke içindeki çeşitli kesimlerin bir iktidar merkezi olarak gördükleri hilafet makamını da ilga eden yeni rejimin tam da bu sembol havuzu dâhilinde kendi adına hutbe okutmuş olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda hutbe okutmakla egemenlik arasındaki eskiden beri süregelen sembolik bağı sürdüren yeni rejim, Fransız Devrimi sürecinde Katolik anlam dünyasının karşısında inşa edilen yeni milli külte bir ölçüde benzer bir şekilde yeni kutsalın “millet ve Cumhuriyet” kavramları etrafında şekillendiğini duyurmaktadır.
Hutbelerde ‘kardeşlik’ ‘birlik’ sık vurgulanan temalar. Buna rağmen kimler, hangi sosyal gruplar yok hutbelerde?
Unutmayalım ki Cuma hutbesi dediğimiz metin Sünni erkeklere hitaben okunuyor. Cuma namazı sadece erkeklere farz olan bir namaz. Bu durum başlı başına kadınları, Alevileri veya gayrimüslimleri bu söylemin muhatapları dışında bırakıyor. Buna paralel olarak da içinde bulunduğumuz Müslüman ataerkil yapının içinde hutbelerin söylemsel niyeti de az çok şudur: “Ey Müslüman erkek! Ben sana uyman gereken kalıbı söylüyorum, sen de hem bu kalıba girmelisin hem de çevrendekileri bu kalıba sokmalısın.” Bu hutbelere özgü olmamakla birlikte her daim devletin seslenme biçimidir. Yani bir anlamda toplumun esas özneleri addedilen bu Sünni erkeklere şöyle bir görev veriliyor: Öncelikle devletin yarattığı normları uygulamak ve bu Sünni erkeklerin geniş yaşam alanlarında söz konusu normları yaygınlaştırmak. Sonrasında ise çevrelerindeki kadınlara ya da onlar gibi mümin olmayanlara veyahut “makbul vatandaş” olmayan farklı farklı unsurlara bu yaşam biçimini aktarmak, devletin istediği ve dayattığı normları iletmek.
Bunları anlatmamın sebebi şu: Kardeşlik ve birlik temaları iki ayaklı olarak her zaman var olagelmiştir. İlki milli birlik ve beraberlik başlığı altında ulus içindeki ayrışmaları törpüleyerek siyasal iktidara bütünsel bir toplumsal destek yaratmak. İkincisi de ümmet birliği ve din kardeşliği içerisinde Müslümanlığı yüceltmek, gerek iç politikada gerek dış politikada iktidarın söylemsel ve pratik değişimlerine paralel olarak etnik, sınıfsal, sosyo-kültürel ayrımların yarattığı cari sorunları aynı inanca sahip olma halısının altına süpürmektir. Bunlar siyasi iktidarın arzusuna göre konudan konuya değişerek eklemlenen fakat sürekli olarak da işlenen temalardır.
Bunun yanı sıra çoğu zaman hamasi bir dili de görmek mümkün. Ya da tahmin edebileceğiniz gibi Ermenilerle, Rumlarla, Yahudilerle kardeşlikten pek söz edilmez. Anayasal vatandaşlık bağını da umursamayan bir anlatı söz konusudur. Çoğulcu bir demokrasi yerine günümüz siyasal ve toplumsal yapısına benzer şekilde o zaman ve mekândaki çoğunluğun anlık doğruları, ahlâkı, normları üzerine inşa edilen bir söylem. Diğer bir deyişle siyasi iktidarın tarih anlatısı, toplum tahayyülü, yerleştirmeye çalıştığı ahlaki normlar neyse hutbelerde de onlar vardır. Ve ne yazık ki bu normlar, bu anlatılar, bu ahlak hemen hemen hiçbir zaman çoğulcu, eşitlikçi, barışçıl ve demokratik bir tonda sunulmaz.