Akit yazarı: Hoşgörü sahibi olmak İslami olmayan bir tutumdur!

Fotoğraf: Arşiv

Yeni Akit yazarı Süleyman Önsay, "Bir Müslüman, kendi hevâ ve hevesi dolayısıyla değil, dîninin gereği olduğu için, Allah’ın rızâsını kazanmak için bu olumsuz durumlara karşı cihâd etmek zorundadır" iddiasını ileri sürdü. Önsay "İşte bu sebebden dolayıdır ki bu olumsuz durumlara katlanmak, tolerans (ya da hoşgörü) sâhibi olmak İslâmî olmayan bir tutumdur" görüşünü savundu.

Süleyman Önsay'ın "Tolerans (hoşgörü) sâhibi olmak islâmîolmayan bir tutumdur!" başlığıyla yayımlanan (25 Kasım 2016) yazısı şöyle:

Geçen hafta, önce bir haberin şu bölümünü dikkatlerimize sunmuştuk:

“Bugünlerde elime çok ilginç bir kitap geçti. Kitap, CIA ve FBI üzerine çeşitli kitapların da yazarı olan Ronald Kessler’in ‘The CIA at War’ çalışması.

Yazar CIA’nin İslam’da kesin kurallara ve hiyerarşiye bağlı resmi bir ruhban sınıfı olmadığını analiz ettiğini bunun üzerine çeşitli din adamlarına rüşvet vermek dışında kendi din adamlarını da ortaya çıkardığını söylemekte. CIA tarafından şekillendirilen bu “din adamı” ajanların kendilerini şeyh, hoca, molla ve dini lider olarak tanıtıp bütün İslam aleminde “ılımlı” ve “hoşgörülü” İslam modelini vaaz ettiklerini belirtmiş.

   Kitapta görüşlerine başvurulan ismi açıklanmayan bir CIA kaynağı teşkilatın şu anda dünya çapında elindeki tüm propaganda tekniklerini kullanarak bu sahte din adamlarını destekledikleri ve kendi “ılımlı Müslüman” modellerini kendilerinin çıkardığını söylemekte.” (www.ihvanlar.net)

Bu haber ve yorumdan  sonra da  “genelde ilim ve fikir ehlinin seyirci ve suskun kaldığı o yıllarda Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre merhum bu felakete adeta tek başına yazdığı bir makale ile karşı çıkmıştır: 

 “İSLÂM, HOŞGÖRÜ VE EŞİTLİK” adlı incelemesinin bu konuyla ilgili bölümlerinden, bizlerin sade birer mümin olarak asgari bilmemiz gereken ve idrakimizi aşmayan noktalarını şöyle özetleyebiliriz” demiş ve önceki bölümde de şu önemli hususların altı çizilmişti:

Hoşgörünün: “Olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir tepki göstermeme hâline işâret ettiği”ni tesbit etmiştik. İslâm’a göre, bir kimsenin şahsına karşı “olumsuz durumlar” söz konusu olduğunda kişi, kendi öz irâdesiyle: 

1) Eğer gerekiyorsa, kısas isteyebilir,

2) Bunların karşılığını Allah’a havâle edebilir, 

3) Bununla ilgili hesabın görülmesini Rûz-i Cezâ’ya (yâni Ahiret’e) bırakabilir, 

4) Sabır ve tahammül gösterebilir ya da 

5) Mâruz kaldığı ‘olumsuz durum’un müellifini af edip hakkını helâl edebilir. 

Özellikle son iki şık, bir Batı paradigması olan hoşgörünün teşkil ettiği filtrenin ardından bakıldığında, “hoşgörülü davranışlar” olarak yorumlanabilirler. Zâten Kur’ân ve Sünnet de, şahsî haklar söz konusu olduğunda, Müslümanları hatâ ve kusurları örtmeğe (dolayısıyla ihsân sâhibi olmağa) ve affedici olmağa dâvet etmektedir. (III/134; IV/149; XXIV/22; XLII/37, 40-43).  

Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre merhum çok önemli değerlendirmelerini şöyle sürdürür:

Bununla beraber, söz konusu “olumsuz durumlar” kişilik haklarını değil de doğrudan doğruya İslâm’ı ilgilendiriyorsa o zaman bir Müslümanın davranış biçimi tümüyle başka bir ilâhî norm’a tabî olur. İslâm dini açısından bu olumsuz durumlar:

İslâmî nusûsa (dogmalara) aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir. 

Şerîat’ın diğer kurallarına aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir. 

İslâm ahlâkına ve İslâm’ın toplum anlayışına aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir. 

Kur’ân’ın V/35 âyeti Allah yolunda cihâd etmeyi emretmektedir. II/218 âyeti ise: 

“Gerçekten de îmân edenler, ve Allah yolunda yerlerini yurtlarını terk edip de hicret edenler ile cihâd edenlere gelince, onlardır Allah’ın rahmetini umanlar. And olsun ki Allah Gafûr ve Rahîm’dir” demektedir. 

Cihâd’ın ne anlama geldiğini ise Hz. Peygamber’in şu hadîsi açıklamaktadır:

“Cihâd dörttür:

1) İyiliği emretmek;

2) Kötülüğü yasaklamak;

3) Dayanma gereken işlerde, yerlerde dayanıp sabretmek; ve 

4) Kötü kişiyi sevmeyip kötülüğünü reddetmek” (Suyûtî: Câmi al Sagıyr/A. Gölpınarlı: H. Muhammeve Hadisleri; Arkın Kitabevi, İstanbul 1957). 

Başka iki hadîsde de:

“Biriniz kötü bir şey gördü müydü onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmez ise diliyle o kötülüğü men etsin; buna da gücü yetmez ise gönlüyle reddetsin onu ve bu, îmânın en zayıf derecesidir.” (A.g.e.)

 “Yapmıyorsanız bile iyiliği emredin; hepsinden çekinemiyorsanız, bâzı kötülüklerde bulunursanız bile kötülüğü nehyedin” (A.g.e.) denilmektedir. 

Bu bakımdan yukarıda sıralanmış olan olumsuz durumlara karşı cihâd etmenin her Müslümana farz olan bir sorumluluk olduğu ve bu durumlara karşı bir Müslümanın reaksiyonsuz kalmasının, tolerans göstermesinin ise tümüyle muhâl olduğu aşikârdır. 

Bir Müslüman, kendi hevâ ve hevesi dolayısıyla değil, dîninin gereği olduğu için, Allah’ın rızâsını kazanmak için bu olumsuz durumlara karşı cihâd etmek zorundadır. İşte bu sebebden dolayıdır ki bu olumsuz durumlara katlanmak, tolerans (ya da hoşgörü) sâhibi olmak İslâmî olmayan bir tutumdur…

Tolerans kavramı Batı’da Katolik Kilisesinin bayraktarlığını yaptığı dinî taassubun kasıp kavurmuş olduğu ülkelerde, yüzyıllar boyunca yavaş yavaş şekillenen bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu konuda bu dinî taassubun motive ettiği sayısız fâciadan meselâ XIII. yüzyılın başından i’tibâren Katar’lara uygulanan “Albi Haçlı Seferleri” gibi kanlı temizlik hareketlerini, ya da 24 Ağustos 1572 tarihli Saint-Barthélemy katliâmı gibi Protestanların kütlesel katliâmlara tâbi’ tutulmasını, Engizisyon mahkemelerinin pek çok ülkede uyguladığı mezâlimi ve büyücülerin ya da büyücü olarak addedilenlerin diri diri yakılmasını hatırlatmak yeterlidir. 

Oysa İslâm Âlemi’nde farklı inançlara mensûb toplulukların aynı bir devletin çatısı altında huzur içinde yaşamaları imkânı, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medîne’ye hicretinin hemen akabinde yâni VII. yüzyılın ilk çeyreğinde, İslâm’da “Medîne Vesîkası” diye anılan fakat daha ziyâde Medîne şehir-devletinin anayasası mâhiyetindeki bir vesîkanın yürürlüğe konulmasıyla (asla bir lütuf ya da bir tolerans olarak değil, fakat) İslâm’ın temelindeki adâlet, ihsân ve merhamet’in gereği olarak te’min ve tescil edilmiştir. Aynı durum Sultân II. Bâyezid’in 1494 yılında İspanya’daki Hıristiyan mezâliminden kaçan Yahudiler için de geçerlidir. 

(Ahmet Yüksel Özemre, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 1996, Y. 25, S. 2,  s.10. Ayrıca: http://ozemre.com/index.=option= com_content&task=category&sectionid=11&id=76&Itemid=57)

İnşallah haftaya devam edeceğiz..