'AKP, 80 yıllık İslami gayreti otoriterlik ve yolsuzlukla zayi etti, İslamcılığa toplumun verdiği kredi heba edildi'

'AKP, 80 yıllık İslami gayreti otoriterlik ve yolsuzlukla zayi etti, İslamcılığa toplumun verdiği kredi heba edildi'

Cihan Haber Ajansı Genel Müdürü ve Zaman gazetesi yazarı Abdülhamit Bilici, "2010 referandumu sonrası vesayet unsurları gerileyip dengeli davranma ihtiyacı kalmayınca, Erdoğan ve ekibi demokrasiyi sandıktan ibaret gören asli çizgisine döndü" dedi. "AKP'li olmayanlar, potansiyel devlet düşmanıydı" diyen Bilici, "80 yıllık İslami gayretlerin otoriterlik, popülizm ve yolsuzlukla zayi edilmesi; İslam ve demokrasinin bağdaştığını gösteren bir örneğin hoyratça harcanması ve demokrat İslamcılık için toplumumuzun ve dünyanın verdiği kredinin heba edilmesi" ifadelerini kullandı.

Zaman'da Bilici imzasıyla "Siyasi İslamcılık konusunda niçin yanıldım?" başlığıyla yayımlanan (15 Ağustos 2015) yazı şöyle:

Siyasal İslamcılığın radikal kanadı için insanların kararına dayanan demokrasi küfür demekti.

Batı icadı olması, ona karşı çıkmak için yeterliydi. Dünden bugüne İslami hareketler içinde demokrasiye böyle bakanlar hep oldu.

Siyasi İslamcılık çizgisinde bir de demokrasiyi benimseyip, bunu Kur'an'daki ‘şura' ilkesine dayandıranlar vardı. Onlar da devlet eliyle toplumun İslamlaştırılması ideolojisine inanıyordu ama yöntem olarak demokrasi oyununu kabul ediyorlardı. Mısır'da İhvan, Türkiye'de Milli Görüş gibi.

Aşırı çizgideki ilk grup hakkında fazla söz gereksiz. Ama yöntem olarak demokrasiyi benimseyenler hakkında da soru işaretleri hiç eksik olmadı. Yöntem olarak seçimi, sandığı kabul etmeleri, onları demokrat yapıyor muydu? Yoksa demokrasi, gücü elde edene kadar kullanılacak bir araç mıydı? Gücü elde ettiklerinde başkalarına aynı demokratik hakları tanıyacaklar mıydı? Seçimle gelseler bile seçimle gidecekler miydi?

1990'ların başında bir siyaset bilimi öğrencisi iken hocalarımızın çoğu bu soruları gündeme getiriyor, yerli ve yabancı siyaset bilimi kaynakları da hep bu noktalara dikkat çekiyordu. O dönemde bu eleştirilere hep şüpheyle bakmıştım. Siyasal İslamcılık ideolojisine ilgi duymuyordum ama dindar bir Müslüman olarak bu eleştirilerin bilimsel bir gerçeğe değil, İslam'a dair önyargılara dayandığını düşünüyordum. Ateist, laik veya İslam karşıtı siyaset bilimciler, siyasal İslam hakkında nasıl iyiniyetli olabilirdi?

Siyasi İslamcı partiler, yasal engeller nedeniyle asıl ideolojilerini “milli görüş”, “adil düzen” gibi isimlendirmelerle ifade edebildi. Bu partiler seçimle gelip seçimle gitmeyi kabul ettiler. Defalarca kapatılmalarına rağmen 70'lerde, 90'larda koalisyon ortağı olarak iktidara geldiler. Belediyeleri kazanıp başarılı icraatlarıyla toplumun takdirini kazandılar. Ama rejimin sivil ve askeri unsurlarını dikkate alarak hep dengeli olmak zorundaydılar. Eski Türkiye'de siyasetin alanı zaten sınırlıydı ve hiçbir zaman gerçek güce kavuşup demokratlık testinden geçmediler.

Artı ve eksileriyle bu tecrübenin içinden gelen Erdoğan ve arkadaşları, AK Parti'yi İslamcılık üzerine değil, “muhafazakar demokratlık” üzerine kurdu. Kendilerine “İslamcı” denilmesine şiddetle karşı çıktılar. Menderes ve Özal'ın yolundan gideceklerdi. Milli görüş gömleğini çıkarmışlardı. AB üyeliği için çalışacaklardı. Hem Batı hem İslam dünyasıyla iyi ilişkiler kuracaklardı. Siyasi İslamcılığın İran ve başka ülkelerdeki tecrübesini, demokrasiye tramvay diyen yaklaşımı ve siyaset bilimi literatürünü ciddiye alanlar, bu dönüşümün samimiyetinden hep kuşku duydu. Ülke içindeki ve dünyadaki dengelerden kaynaklanan bir taktik olduğunu ve siyasi İslamcılık fikrinden vazgeçilmediğini yazıp durdular. 20 yıl önce üniversitede siyaset bilimi hocalarının siyasal İslamcılık'la ilgili eleştirilerini, İslam karşıtlıklarına bağlayıp yeterince ciddiye almadığım gibi, bu kez de Erdoğan ve arkadaşlarının dindar kimlikleri nedeniyle hedef alındığını düşündüm. AB süreci için yaptıkları reformlar, Batı ve İslam dünyasıyla kurdukları güçlü ilişkiler, aşırı kuşkucu yaklaşımların inandırıcılığını zayıflatıyordu. Üstelik Türkiye ve dünyadaki tüm demokratlar bu dönüşümü alkışlıyordu. Brüksel, Beyrut ve Washington'da İslamcı kökenli Erdoğan'ın demokratlığından kuşku duyanları ikna için az çaba sarf etmedim.

2010 referandumu sonrası vesayet unsurları gerileyip dengeli davranma ihtiyacı kalmayınca, Erdoğan ve ekibi demokrasiyi sandıktan ibaret gören asli çizgisine döndü. Bağımsız yargı, özgür medya ve sivil toplum,  demokrasinin olmazsa olmaz kurumları değil, artık problem olarak görülüyordu. AKP'li olmayanlar, potansiyel devlet düşmanıydı. Toplumun yüzde 60'ını temsil eden partilere illegal yapılar deniyordu. AKP dışındakiler, Haçlı-Siyonist ittifakının parçasıydı. Kendisi gibi düşünmeyenlerin camisini kapatmak, aleyhe çıkan seçim sonuçlarını dikkate almamak, kreşleri polisle basmak, erdemleriyle tüm topluma İslam'ı sevdirmek yerine yüzde 60'ı hain ilan edip yüzde 40'ı nefretle doldurmak bu çizginin rutin uygulamalarıydı. Kendi adıma, bilim ve tecrübenin söylediğini göz ardı etmenin acı faturası bu. Daha acısı, 80 yıllık İslami gayretlerin otoriterlik, popülizm ve yolsuzlukla zayi edilmesi; İslam ve demokrasinin bağdaştığını gösteren bir örneğin hoyratça harcanması ve demokrat İslamcılık için toplumumuzun ve dünyanın verdiği kredinin heba edilmesi. Üniversiteden sınıf arkadaşım Prof. Yüksel Taşkın'ın Aksiyon'a söylediği gibi, demokrasi açığını bir süre Liberaller ve Cemaat ile kapatan ama bunu içselleştirmek için hiç uğraşmayan “AK Parti İslamcılığının hikâyesi bitti.”