Selin ONGUN -T24 [email protected] Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce ile söyleştiğimiz esnada aslında kendisi hâlen “jet-lag” durumundaydı. Sebebi belli; çok tartışılan “Fethullah Gülen’in odasına giren arı” ve “Nazımızın geçtiği arkadaşlar seslerini yükseltmeseler” yazılarını kaleme aldığı Pensilvanya’dan yeni dönmüştü. Hüseyin Gülerce, 30 yıldır Fethullah Gülen’in yanında olan bir isim. 1950 Edirne-Keşan doğumlu. Subay olmayı çok isteyen Gülerce 1965’te Kuleli Askeri Lisesi’nin yazılı sınavını üçüncülükle kazandı, ancak boyunun 1.55 metre olması nedeniyle liseye kabul edilmedi. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nu ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirdi. 1969-1977 yılları arasında Yeniden Milli Mücadele Dergisi ve Bayrak gazetesinde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Yalova Lisesi’nde fizik öğretmenliği ve müdürlüğü ile Bursa Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Halen bir dönem genel yayın yönetmenliği yaptığı Zaman gazetesinde yazıyor, Mehtap TV’de program yapıyor. Ve “Ben cemaatin sözcüsü değilim, bunu belirtir misiniz?” diyor. Hüseyin Gülerce’ye “Okyanus ötesi” yolculuğunun hemen ertesinde sorduk: ‘Hocaefendi ağzıyla kuş tutsa, yanlış algılanıyor’ -Önce şunu not ederek başlayalım. Hanefi Avcı’nın kitabı Ağustos ayında çıktı. Fethullah Gülen’in Avcı’ya yönelik bugün (12 Ekim) gazetelerde yer alan “Allah taksiratını affetsin” sözlerine ve sizin Pensilvanya’dan yazdığınız son iki yazıya dek, aslında Fethullah Gülen’den bu konuya dair hiçbir açıklama duymadık. Bu süreçteki gelişmelerle birlikte Ümit Kıvanç’tan İbrahim Kiras’a, Cüneyt Ülsever’den Ali Bayramoğlu’na dek, geniş bir yelpazede, Gülen hareketine tepkisel yaklaşmayan isimler dahi cemaati eleştirdi. “Artık mağdur değil, mağrur bir cemaat var. 1990’lı yıllarda maruz kaldıkları saldırgan üslubu şimdi cemaat sergiliyor” şeklinde toparlayabileceğimiz “cemaat özeleştiri yapsın” tartışması, Fethullah Gülen’in yaşadığı yerde nasıl yer buluyor? Birincisi; temelde dosttan da, hasımdan da gelen bu yönde sözlerin Hocaefendi’yi çok üzdüğünü biliyorum. Hocaefendi’nin ve onun gibi Allah rızası için hizmet eden insanların tarihte de örnekleri var; en büyük sıkıntı kaynakları yanlış anlaşılmak. Geçmişte de yaşadık, ne söylese, ağzıyla kuş tutsa, birileri tarafından yanlış algılanıyor. Bilgi kirlenmesi ve psikolojik harp saldırısı başlatılıyor. Ve her defasında “Neden konuşmuyor musunuz, neden cevap vermiyorsunuz?” diye bir sıkıştırma oluyor. Şimdi yine böyle bir sıkıştırma var. Halbuki 28 Şubat sürecinde yaşananlar ve bugün Hanefi Avcı’nın kitabında yazılanlara baktığınızda yeni bir şey yok. Her şey yazıldı ve söylendi. O gün Emin Çölaşan, Hikmet Çetinkaya yazdı, bugün başka arkadaşlar yazıyor. ‘Hanefi Avcı’nın kitabında yeni bir şey yok’ -Hanefi Avcı’nın kitabının içeriği size göre yeni değil mi? Yeni hiçbir şey yok. “Devleti ele geçirdiler, yargıda varlar, emniyette varlar…” Bunların hepsi yazıldı çizildi. -Gülen kitabı okudu mu? Hiç sanmıyorum. Oradaki iddiaların hiçbiri yeni olmadığı ve somut suç delilleri yer almadığı için okumaya ihtiyaç hissetmemiştir. Şu olur; “Emniyetteki şu memur, şu ‘imam’dan emir aldı, şu operasyonu yaptı” derken “işte bunlar da ispatı” diye delillerinizi ortaya koyarsınız. O zaman akan sular durur. Fethullah Gülen: Okulların açılmasını cami kürsüsünde tavsiye ettim, daha ne kadar şeffaf olayım? Biz somut bir iddia isteriz. Çünkü bakın biz hep ne demişiz; daha huzurlu, barış içinde bir Türkiye olacak, herkes hesap verecek, kimse hukukun dışına çıkmayacak, şeffaflık olacak. Bu hareket eleştirdiği şeyleri kendisi yapar hale gelirse, bu işin içine umutla girmiş insanların dünyası yıkılır. Buna da önce Hocaefendi’nin kendisi izin vermez. Bakın beş gün önce Amerika’da, “Ben daha ne kadar şeffaflaşayım Hüseyin Bey? Yurt dışında okul açılmasını cami kürsüsünden tavsiye ettim ben” dedi. -“Cemaat şeffaflaşmalı” çağrıları üzerine mi söyledi? Evet efendim, bir hafta önce söyledi. Şimdi o bahsettiği vaazı ben de dinlemiştim. 1991 yılıydı, Süleymaniye Cami’nde aynen şöyle dedi, “Oralara bugün gitmezseniz, yarın vize de alamazsınız” dedi. -“Oralar” dediği yer neresi? Sovyetler Birliği’nin dağıldığı günlerdi. O coğrafyayı işaret etti. Fakat demedi ki, “Siz şu kişiler Azerbaycan’a gidin, siz de Rusya’ya gidin.” Gayet açık ve net kendisini dinlemeye gelen binlerce insana cami kürsüsünden seslendi ve “Okullar açın, değerlerimizi oralara götürün, insanların gönlüne güzellikle girin” dedi. Şimdi Hocaefendi’nin bu sözü söylediği tarih nedir; 20 yıl önce. ‘Kurumlarımızın her türlü kaydı, zaptı belli’ -Hüseyin Bey, bu harekete alerji duymayan, tepkisel yaklaşmayan insanlar dahi bugün “Cemaat şeffaflaşmalı” diyor. Bu sözlerin sizdeki karşılığı sadece Fethullah Gülen’in verdiği bu vaaz örneği mi? Efendim bu konuda söyleyeceklerim var. Bu hadiseyi iyi ki açtınız. Size hemen sorayım; bu cemaat ne iş yapıyor? Üç iş; eğitim faaliyetleri var, diyalog faaliyetleri var ve medya alanında değil mi? “Cemaatin medyası da şeffaflaşsın” deniyor, değil mi? Samanyolu TV mesela. Merak mı ediyorsunuz; 30 ortağı mı var, 50 ortağı mı var? Zaman gazetesi kimin? Efendim gazetede ne yazıyor; imtiyaz sahibi Ali Akbulut. Maliye’ye gidersiniz, bakarsınız Ali Akbulut diye bir adam var mı? Kim, ne iş yapıyor? Uydurma bir adam mı? Ortağı var mı? Bu camianın en geniş faaliyet alanı ne; eğitim. Hareketin bugün 500’ün üzerinde üniversite hazırlık için eğitim veren dershanesi var, kolejler var, üniversiteler, yurtlar var. Peki bütün bu kurumların yönetim denetimini kim yapıyor? Maliye Bakanlığı yapıyor, Milli Eğitim Bakanlığı yapıyor. Bu kurumların her türlü kaydı, zaptı belli. ‘Okulumuza 80 kez müfettiş gitti, arkadaşlarımız Ecevit’e şikâyet etti’ Biz 28 Şubat sürecini yaşadık. Ben o dönem Zaman gazetesinin genel müdürüydüm. 1995’ten 1999’a kadar yayından matbaaya, her türlü idarenin başındaki insandım. Tankla tüfekle bir camianın üzerine gelindiği bir dönemden bahsediyoruz. Peki onun gazetesini, okullarını da didik didik etmezler miydi? Bakınız o dönemde Ankara’daki Samanyolu Koleji’ne altı ayda 80 defa müfettiş gitti. Öğrenciler, “Derslerde öğretmenlerimizden çok müfettiş görüyoruz” dediler. Veliler, “Çocuklarımız adam akıllı eğitim alamayacak mı?” diyerek isyan etti ve arkadaşlarımız rahmetli Ecevit’e şikâyete gittiler. Ve Ecevit inanamadı. Milli Eğitim Bakanı arayıp teyit edince şaşırdı. ‘Gazetemizin arsası için Akif Hamzaçebi’den ricada bulundum’ Daha enteresan bir şey söyleyeyim. Bunu ilk kez açıklıyorum, çünkü “Cemaat şeffaflaşmalı” diyenlere samimiyetle anlatmak istiyorum. Ben Zaman’ın genel müdürü iken İstanbul Defterdarı kimdi biliyor musunuz; Akif Hamzaçebi. Kendisi şu anda CHP Grup Başkanvekili. Ben gazetemizin arsasıyla ilgili bir mesele nedeniyle kendisine gittim ve ricada bulundum, o da bana yardımcı oldu. Şimdi 28 Şubat’ın kabadayıları, bizim bir hukuksuzluğumuz olsa, bu insanların tepesine binmezler miydi? ‘Kurumsal gözükmeyen tek çalışmamız verdiğimiz burslar’ Üzerimizden bir 28 Şubat geçmiş, bu hareketin kayıtsız, hukuksuz iş yapması mümkün mü? Bugün bizim kurumsal olarak gözükmeyen tek çalışmamız var. O da üniversite öğrencilerine verilen burslar. Bunlar da harekete gönül veren işadamlarının, varlıklı insanların faaliyetleri. İnsanların anlamakta zorlandığı ve kabul etmediği şu; bu harekette elbette bir motivasyon vardır. O da Hocaefendi’nin çağrısıdır, öğretisidir, tavsiyeleridir. ‘Zaman’daki o haberler belgesiz çıkmışsa, büyütülmese iyi olurdu’ -Güncel eleştirilerden biri de bu zaten. Somut değerlendirmeler üzerinden madde madde gidelim. Hemen Zaman gazetesinden alıntılayarak birkaç örnek eşliğinde soracağız. Zaman, Hanefi Avcı’nın evinden “sahte pasaport ve nüfus cüzdanları çıktığını” başlıktan duyurdu. Haberde Hanefi Avcı’nın “sahte belgelerin görev için kullanıldığı ve emniyet arşivlerinde bulunabileceği” açıklaması yoktu. Daha sonraki günlerde de bir düzeltme yapılmadı. Avcı operasyonundan geriye gidelim, mesela Türkan Saylan’ın tutuklandığı günlerden bir başlık: “ÇYDD’nin burs verdiği PKK’lıların listesi.” Şimdi bu yayınlar “adalet –hoşgörü” söylemleri ile örtüşüyor mu? Gazeteyi savunmak için söylemiyorum, bu şekilde belgesiz çıkmışsa, bu saydıklarınız sahiden bizim üslubumuza uyan bir şey değil. Bakınız Hocaefendi, üslupla alakalı ne dedi; “Nazımızın geçtiği insanlar, üzerimize sopayla gelinse bile kollarını açsalar ve kucaklaşsalar” dedi. “Bizim nazımızın geçtiği insanlar böyle şey yapmazlar, yapmamışlardır” demedi. İlkeler bazında yanlışı kim yaparsa yapsın, bunu savunmamamız lazım. ‘Yapılan yanlışlar için üzerimize çok geldiler gibi bir mazeretimiz olamaz’ -Siz Zaman’da yöneticilik yaptınız, bu yayınlardan rahatsızlık duydunuz mu? Bakın söylüyorum; büyütülmese iyi olurdu. Açıkça ifade ediyorum; “Efendim bizim üslubumuz çok güzeldi ama üzerimize çok geldiler” gibi bir mazeretimiz olamaz. Üslubumuzun üzerine garazımızı ve öfkemizi yüklemeyelim. Olayı objektif vermeye çalışalım. İnsan hatasız olmaz, önemli olan hatayı kabul etmek. Türkiye’de üç seneden beri Ergenekon davasıyla birlikte bir anafor meydana geldi. İnsanlar iyi niyetli de olsalar mevzilerini savunma adına bu anafordan etkilendiler. Kimi paçasını, kimi kolunu kaptırdı. Ama bir toparlanma olabilir. Herkes şapkasını önüne alır düşünürse, bu anafordan çıkma şansımız var. Fakat şunu da söylerim; bugün Hanefi Avcı olayında ne deniyor; “Bu cemaat çok güçlendi, yargıda, emniyette, her yerdeler. Şu anda süreci bunlar yönetiyorlar. Hanefi Avcı’yı nasıl tutuklattılar!” Ben bu ön kabulü çok insafsız buluyorum. ‘Cemaatten talimat alan savcı-hâkim varsa cezalandırılsın’ -Neden? Bir kere, bu savcılar, hâkimler hakikaten cemaatin adamıysa, böyle gözleri karaysa Türkiye’de daha dengeler yerine oturmadı ki. Her şeyi bir kenara bırakın, Ergenekon davasının nasıl sonuçlanacağı daha belli değil. Keser döner sap döner, herkes için geçerlidir. Bu savcı ve hâkimler kendi meslekleriyle ilgili yanlış yapıyorlarsa bunların mutlaka yakalarına yapışılacaktır. Sonra Türkiye tamamen bir camianın kontrolünde değil. Türkiye’de devleti cemaat ele geçirmişse bunu seyretmeyecek çok insan var. Açık söylüyorum; bunlardan birisi de benim! Eğer birilerinin talimatıyla savcılar, hâkimler harekete geçiyor ve bir kitap yazdığı için bu insan şu anda içeride tutuluyorsa, bu eskiden bizim tenkit ettiğimiz ideolojik odakların yaptığının aynısı! Şimdi bu hukuksuzluk bir cemaat olgusuyla yapılıyorsa bu kişilerin cezalandırılmasını en önce ben istiyorum. Ben hukukun üstünlüğü mesajı verirken, birileri bunu sabote ediyor o zaman. Bu provokatörler ortaya çıkarılsın. İnsanlar bize geldiler, bunlar faziletli, ahlaklı, dürüst diye güven duydular. Benim hareketimi kimse sabote edemez. ‘Avcı’nın suç varsa ileteceği yer Hocaefendi değil, savcılık olmalıydı’ -Her “taraf” aslında aynı sorunun peşinde; ne oluyor? Mesela bu kadar iddia karşısında Fethullah Gülen’in “Bu kitapta bahsedilen insanlar kim, bizim tanıdığımız kişiler mi, kendini hareketten takdim eden insanlar mı, hukuksuzluğa karışmışlar mı; araştırın” demesi neden ihtimal dışı? Hocaefendi, “Cemaat yargıyı, emniyeti ele geçiriyor” iddialarına ne yanıt verdi; bu millettin evlatları kendi kurumlarına sızmaz. Şimdi benim anlamadığım şu; Hanefi Avcı, “Emniyetin içinde şu kişiler hata yapıyor” diyorsa bunu neden bir elçi vasıtasıyla Hocaefendi’ye iletiyor? Suça karışanlar, hukuksuzluk yapanlar varsa ve bunu biliyorsa bunu iletmesi gereken yer savcılık değil midir? Ben bu anlamış değilim. ‘Kozanlı Ömer denen kişiyi o isimle tanımadım ama iki kez gördüm’ -Hüseyin Bey, siz mesela Avcı’nın kitabındaki “Kozanlı Ömer”i tanıyor musunuz? O arkadaşı, o isimle tanımadım. Asıl ismi Ömer mi, değil mi; bilemem. Ankara’da bir dost meclisinde bir ya da iki kez gördüğüm biri. Şimdi bu konuda konuşmak isterim. Hanefi Avcı, bu kişinin Emniyet’teki “en üst imam” olduğunu söylüyor, değil mi? Ben bu adamı bulunduğum ortamda iki defa görmüşüm. Şimdi Avcı bu adamı ne zaman tanımış? Ne vasıtayla haberdar olmuş? O şahsın böyle bir kimliği varsa, Avcı’nın bunu öğrenir öğrenmez ilgili yerlere iletmesi gerekmez mi? ‘Emniyette birtakım insanlar derin devlet olmaya talip oldular’ Düşünüyorum duruyorum; kanaatim şu. Bence Ergenekon davasıyla birlikte, kendini derin devletin sahibi olarak gören insanlar pasifize olmaya başlayınca devlet geleneği içinde yetişmiş emniyette birtakım insanlar derin devlet olmaya talip oldular. Ve onlar milli hislerle de hareket etmiş olabilirler. Ama yanlışları şu; devlet vardır, başka bir şey yoktur. Bakın çok açık söylüyorum; yargıda, emniyette, orduda bu hareketi ve Sayın Gülen’i tasvip eden insanlar varsa ve bunlar hukuk dışına çıkıyorsa, bir kere ben onları arkadaşım olarak kabul etmiyorum. Bir başka şey; devlet kadrolarında kimse kimseye kefil olamaz. Kendisini bu cemaate aitmiş gibi gösterip etrafa hava atan, “Ben falanlarla görüşüyorum çok yakınım” deyip de başka işlere bulaşan insanlar var. ‘Gülen cemaati zemzem havuzu değil’ -Şöyle soralım; yani siz “konjonktürel Gülencilere” mi işaret ediyorsunuz?
Bu cemaat bir zemzem havuzu değil. Bu cemaate bir taraftan kirinizle pasınızla giriyorsunuz, öbür taraftan pürü pak çıkıyorsunuz; böyle bir şey dünyada hiçbir yerde yok. Bu Raşit Halifeler döneminde bile olmamış. Müslümanlar içinde kendini çok iyi Müslüman gösterip de aslında inanmayan insanlara münafık deniyor. Şimdi benim dediğim şu; Sayın Avcı makam odasında çıkan kasetlerin kendisine ait olmadığını söylüyor ama şu sorunun cevabı lazım. Bu dinlemeler, 1990’lı yıllardan kalma deniyor. Mehmet Eymür’ü, Ertuğrul Özkök’ü, Çevik Bir’i, Özer Çiller’i, Ahmet Özal’ı, o zaman kim dinletmiş? Cemaat 28 Şubat sürecinde bu kadar sıkıntı içindeyken, bu insanları dinletecek gücü nereden buldu? Savcılar 53 kişinin ifadesini alacak, buradan ne çıkacak bilmiyoruz ki. Ben diyorum ki, suçlu ilan etmek ya da aklamak için acele etmeyelim. Ama doğruların üzerinde de duralım. Ben isterim ki, gazeteciler, yazarlar şunu da sorgulasın; Hanefi Avcı kitabında Hrant Dink davasını niye saptırmaya çalışmış? Böyle uzman bir emniyetçi Danıştay davasının Ergenekon’la birleştirmesinden neden bu kadar rahatsız? Bunları sorgulamıyorlar. ‘Üst bürokraside cemaat mensubu yüzde ikiyi geçmez’ -Bunları sorgulayan gazetecilerden biri Ruşen Çakır. Fakat o şunu da söylüyor: “İşimi yapmama engel oluyorlar. Hakkımda yalan haber ve iftira kampanyası yürütülüyor.” Evet, röportajınızı okudum. Sayın Ruşen Çakır’a şu soruyu soracağım. Siz de, “Somut isim verir misiniz?” demişsiniz. Vermiyor, “Cemaate yakın internet siteleri” diyor. Ben de diyorum ki, isim vermesi lazım. Çünkü Hadi Özışık ya da kardeşine ait bir internet sitesi için Hanefi Avcı mesela “Cemaatin internet sitesi” dedi. Şimdi ben Ruşen Çakır gibi bir gazeteciden şunu isterim; somut isim verin, sahibi kim, bizimle ne ilgisi var? Demin Zaman’daki haberleri somut söylediniz, dinledim, itiraz etmedim. Ama “Cemaate yakınlığıyla bilinen” deyip ortaya konuşmak olmaz. Bürokraside de aynı ifadeyi kullanıyorlar. “Cemaate yakınlığıyla bilinen filanca bürokrat, bakan” diyorlar. Bakın tüm samimiyetimle söylüyorum; şu anda üst bürokraside bu camiaya mensup, bizim evlerimizden, yurtlarımızdan yetişmiş insanlar, çok iddialı bir şey söyleyeceğim, yüzde ikiyi geçmez. Hocaefendi’nin ön ayak olduğu, tavsiye ettiği hizmetleri tasvip eden, “Bu insanlar dürüst insanlar. Türkiye’nin adını yükselten işler yapıyorlar, Türkçe Olimpiyatları’na bayılıyoruz” diyenler ise yüzde seksendir. Bu harekete sempati duyan ve faaliyetlerini takdir eden bürokratları alıyorlar, Gülen cemaati mensubu yapıyorlar. Türkiye’yi, dünyayı “Her yere ele geçirdiler” diye ayağa kaldırıyorlar. ‘Tayyip Bey, kendi işine burnunu sokanı sineye çekmez’ -Şimdi bu sözleriniz üzerine şunu da soralım; Avcı operasyonundan sonra “Başbakan ya da İçişleri Bakanı’nın bilgisi olmadan böyle bir operasyon yapılamaz” diyen cemaat mensuplarının olduğu da yazıldı? Ben Tayyip Bey’i 1995’ten beri şahsen tanıyorum. Birileri İçişleri Bakanlığı’nda Başbakan’a rağmen bir şey yapacak, Tayyip Bey bunu bilecek ve sineye çekecek! Ben öyle bir Tayyip Bey tanımadım. Tayyip Bey’in işine birileri burnunu sokacak, TÜSİAD’a da nasıl çıkıştığını gördük, bu cemaat olabilir, iş dünyası olabilir, kim olduğu hiç fark etmez, Tayyip Bey bunu sineye çekmez. Fakat şu da yanlış; “Efendim cemaatle hükümet arasında sürtüşme var” deniyor. Yollarımız kesişmiyor ki sürtüşelim. En fazla şurada kesişir yollar; o da medya. Bu da her iktidar için geçerlidir. Tüm iktidarlar kendilerinden iyi ve çok bahsedilmesini ister. Biz ne bekleriz hükümetten? Yurt dışında okul açıyorsunuz, okulun açılışına bir büyükelçi gelsin isteriz. O zaman ne yaparsınız; bu okulu açan işadamları heyeti Dışişleri’nden bir randevu ister. Konuyu anlatır. -Hüseyin Bey, Fehmi Koru T24’e verdiği söyleşide, “Gülen cemaati AK Parti ile bilek güreşine girmez” demişti. Katılıyor musunuz? Girmez, çünkü biz güreşçi değiliz (Gülüyor). Şundan girmeyiz; siyasi partilerin muhatabı siyasi partilerdir. Bu anlamda biz muhatap değiliz. ‘Avcı’nın Kezban Hanım’la düşüp kalkması özel hayat değil, ahlaksızlık’ -Söyler misiniz; mesela Baykal’ın kaset olayında “özel hayat” çizgisini koruyan Zaman, Hanefi Avcı meselesinde örneğin Ekrem Dumanlı, “Meselenin bir de yüz kızartan yanı varmış” gibi… Bir dakika Selin Hanım, bakınız bu konuyu ben de yazdım. -Evet, oraya da gelecektik? Onu ben özel hayat kabul etmiyorum. Özel hayat şudur; Kezban Küçük Hanımefendi eşinden boşanmış olur, Hanefi Avcı da eşinden boşanmış olur ve bunların arasında bir ilişki olur. Ben o zaman bunun özel hayat olduğuna katılırım, kimsenin bunu konuşmaya hakkı yok diye düşünürüm. Fakat burada asıl “Özel alana giriliyor” diyenler olayı saptırıyorlar. Hangi evli erkek karısının bir il emniyet müdürüyle düşüp kalkmasını kabul edebilir? Ve o il emniyet müdürü, Hanefi Avcı, Kezban Küçük’ün sözünü yalanlamadı. Hep mektup yazıyor, bir mektup da Kezban Küçük Hanımefendi için yazsın. Ben seyrettim, Kezban Hanım aynen şöyle söyledi; “Hanefi Avcı, siz evliyken bu ilişkiyi böyle götüremeyiz. Eşinizden boşanırsanız biz sizinle bu ilişkimizi resmileştirebiliriz, dedi. Ben sözümü tuttum. Eşimden boşandım. O da boşanacak zaten bu hazırlığı yaptı.” Ben şimdi 11 yaşında kızı olan bütün evli erkeklere soruyorum; sizin karınızın bir emniyet müdürüyle ilişkiye girip onun boşanma teklifini kabul etmesini özel hayat olarak kabul ediyor musunuz? Eğer Türk milletinin aile anlayışı, ahlak yapısı bunu özel hayat kabul ediyorsa, o zaman ben herkesten özür diliyorum. Bence bu özel hayat değildir. Empati yapsın insanlar. Evlisiniz, kızınız var ve eşiniz emniyetimizi emanet ettiğimiz il emniyet müdürüyle düşüp kalkıyor. Allah aşkına bunun neresi özel hayat oluyor? Ahlaksızlık bu. ‘Deniz Baykal’a üzüntü bildirmek içine düştüğü durumla ilgilidir’ -Hüseyin Bey, bu konu o üç insanı ilgilendirir. Onun dışında kimseyi ilgilendirmez. Bu sözlerinizle bizi müthiş şaşırttınız. Hayır efendim, il emniyet müdürleri örnek insanlardır. Sizi şaşırtabilirim, sizin gibi düşünmüyorum. Bunda şaşılacak bir şey yok. Ben şunu söylüyorum; biri edebiyat öğretmeni, bir öğretmenden bahsediyoruz, biri emniyet müdürü. Şimdi bütün emniyet müdürlerine acaba yarın bu kişi evli biriyle düşüp kalkar mı, diye bakmak özel hayat mı? Çok rica ederim. Sizin gibi düşünenler beni şaşırtıyorlar. -“Düşüp kalmak” gibi ifadeler, bunlar ağzınıza yakışmıyor. Ama buluşmuşlar efendim. “Bir evde iki defa buluştuk” diyor. Düşüp kalkma değil mi bu? Evli bir kadın, evli bir erkekle baş başa kalınca, Allah aşkına bu ne oluyor? -Deniz Baykal’a bu konuda üzüntülerini bildirmek nedir? Rica ederim! Baykal’a üzüntü bildirmek, içine düştüğü bu durumu duyulan insani duyguyla ilgilidir. Ben Hanefi Avcı’nın, Kezban Hanım’ın, eşlerinin ve çocuklarının durumuna da üzülüyorum. Ben ister miyim bir il emniyet müdürü, bir edebiyat öğretmeni böyle iddiaların ortasına düşsün. Çok üzücü şeyler bunlar. Deniz Baykal dediniz, orada da aynı sözü söyleyeceğim. Bir milletvekilinin, bir genel başkanın hayatı, yanlışları ve doğruları tüm toplumu ilgilendirir. Özel hayat şudur; topluma iyi ya da kötü örnek olması mümkün olmayan, sıradan, kamusal bir görevi olmayan bir insan vardır. Ve onun hataları, yanlışları kimseyi ilgilendirmez. ‘Allah Hanefi Avcı’yı da affedebilir, Menderes’i de affedebilir’ -O zaman sizin için Adnan Menderes de ahlaksız bir ilişki yaşamıştı ve topluma örnek olamayacak biriydi? Meşru olanın dışına kim çıkarsa çıksın, hata hatadır, günah günahtır. Ama bu günahları da insanları bitirmek, gömmek için gerekçe yapmamak gerekir. Çünkü bizim inancımızda tövbe var. Af dilemek var. Ve Allah’ın büyük günahları da affedeceği inancı var. Allah Hanefi Avcı’yı da affedebilir, Menderes’i de. Biz ona bir şey diyemeyiz. ‘Avcı’yı geçmiş olsun demek için aradım’ -Hüseyin Bey siz Hanefi Avcı’yı şahsen tanıyor muydunuz? Efendim ben Edirneliyim. Kendisi orada göreve başladığı zaman, benim de memlekette olduğum bir tarihte kendisine hayırlı olsun ziyaretine gitmiştim. Hatta beş altı ay önce bizim gazetenin Eskişehir’deki bir toplantısına katılmıştım. O zaman da kendisinin görev yeri Eskişehir’di. O zaman Hanefi Bey’i “Ziyaretinize gelmek istiyorum, Eskişehir’deyim” diyerek aramıştım. Hatta o da, “Çok üzüldüm Hüseyin Bey. Ben şehir dışındayım” demişti. -Bu konuşmayı ne zaman yaptınız? Efendim söyledim, beş altı ay önce. Hatta benim hakkımda “Madem Avcı’yı tanıyordu, neden aramadı?” diye bir haber çıkmış internette. Ondan sonra Tekirdağ’da bir iftar yemeğinde açıklama yaptım. Çünkü ben Hanefi Avcı’ya soruşturma başlatıldığı haberi üzerine kendisini aradım. Hatta Cüneyt Ülsever’i de şahit gösteriyorum. -Ne için aradınız? Kitaptan ötürü soruşturma başlatıldığını öğrenince, daha önceki diyaloğumuzu düşünerek, aramam gerektiği kanaatinde oldum. -Görüştünüz mü? Telefon korumasındaydı, kendimi tanıttım; “Zaman gazetesinden Hüseyin Gülerce” dedim. Koruma, “Bir dakika” dedi. Bir dakika olmadı, “Hanefi Bey şu an yanımda değil, kendisine ileteceğim” dedi. Daha sonra bana dönmedi. -Görüşseydiniz ne diyecektiniz? Hanefi Bey geçmiş olsun diyeceğim, bu neyin nesi diyeceğim, yapabileceğimiz bir şey var mı, ben size nasıl yardımcı olabilirim diyeceğim. Ben onu gayet insani olarak aradım. Benden uzak durdu, bunu sahiden anlamış değilim. ( Söyleşiyi yaptığımız Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda görevli bir bey, bulunduğumuz odanın kapısını çalarak, Hüseyin Bey’e toplantı için konukların kendisini beklediğini söylüyor. Gülerce beş dakikaya kadar geleceğini söyleyerek, “Toparlayalım Selin Hanım” deyince şöyle soruyoruz.) ‘Hocaefendi’nin vasiyeti yok çünkü…’ -Şimdi biz size o halde hemen çok ilgisiz bir konu soracağız; Fethullah Gülen’in bir vasiyeti var mı? Hocaefendi’nin dediği şu; “Benden sonrasını ben bilemem ki.” Bu dünyadan çekip gitmişsin. Yaşayan insanların problemidir orası. Bakın şöyle; diyelim ki bir vasiyet yaptı, o vasiyet tutulmazsa ne olacak? Yani olur da o vasiyetin tutulmama ihtimali olursa, “Efendim Hocaefendi’nin vasiyetinin dışına çıktılar” gibi bir tartışmayı neden başlatsın? Bu hareketin içindeki insanlar Hocaefendi’ye karşı sorumlu değiller, Allah’a karşı sorumlular. Biz bu hareketin içinde mümin olarak varız. Hocaefendi beni efsunladı mı? Cemaati öyle bir anlatıyorlar ki, “Hasan Sabbah’ın adamları var, bunlar esrar alıyorlar ve hepsi aynı şeyi hissedip, yapıyor” gibi. Birincisi bu insana hakaret. Ben insanım. Ben Hocaefendi’nin tavsiyelerini makul bulmasam. Bakın ben Hocaefendi’yi tanıyınca şunu öğrendim; “Kafalara vurmayın, gönüllere girin. Asıl zafer insanların gönlüne girmektir.” Benim hayatımı değiştiren laf budur. O zaman kafama dank etti. İnsanlara hakaret edince, birini vatan haini ilan edince, vurunca fikirleri değişmiyor. ‘Sopalarımızın üzerinde Allah için vur, yazardı’ Ben Mücadele Birliği’nden gelmiş biriyim. Biz kavgacı bir nesildik. İnsanların kavgayla düzeleceğini düşünüyorduk. Şimdi özür dileyerek söylüyorum, komünistler ile yaptığımız kavgalarda kullandığımız sopaların üzerinde “Allah için vur” yazıyordu. Ne demek bu! Allah için kafatasına sopayla vuruyoruz. Bu sertlik bizim yetiştiğimiz 1968 kuşağının genlerinde hâlâ var. Biz istediğimiz kadar demokrasiyi savunalım, demokratik ortamda yetişen nesiller gibi olamayız. Bizim ruhumuzda, karakterimizde iz bırakmış sertlikler var. Bazen bana “Hüseyin Bey televizyonda sertleşiyorsunuz” diyorlar. İstemediğim halde, o iz, bir baskı anında çıkabiliyor içimden. Şimdi bu kavgaların içinde yetişen bizim nesilde bu var. Benden beş yaş küçük olmasına rağmen Tayyip Bey’lerin nesli de buna dâhil. ‘İçimizdeki izleri bastırıyoruz ama bir an geliyor, sigortamız atıyor’ -Sizce mesela Başbakan’ın “Bertaraf olur” gibi çıkışlarında, doğaçlama olarak o ruh mu çıkıyor? Tabii tabii. Sadece Tayyip Bey değil, hükümette olan o nesilden gelen başka insanlarda da görüyoruz. Biliyorum, öyle bir çıkış yapınca, sonra çok pişman oluyorlar, üzülüyorlar. Bence genç kuşakların “Bunların mazereti var” deyip bizim bu tip laflarımızı hoş görmesi lazım. Bizim mazeretimiz var, biz öyle yetiştik. Bakın benim kavga sonrasında elimde sopayla çekilmiş hatıra fotoğrafım var. -Keşke yayınlayabilseydik? Vermem ( Gülüyor). Çapa’nın bahçesinde dizilmişiz, elimizde sopalar, hatta kiminin elinde muşta var, komünistleri okulun bahçesinden attıktan sonra “zafer” fotoğrafı çektirmişiz. Böyle bir nesiliz. Ve bizlerin demokrasiye olan açlığı Türkiye için nimettir. Biz şimdi içimizdeki bu izleri bastırıyoruz, presliyoruz. Ama öyle bir an geliyor ki, kendimize yakışmayan bir laf söyleyebiliyoruz. Sigortalar atıyor. Aslında zaman zaman medyada yer alan o çıkışların özü budur. Zaman zaman sigortalar atıyor kabul ediyorum, ama bu neslin demokrasiye olan açlığı, çok önemli bir göstergedir. ‘AKP, Alevileri 7 senedir oyaladı, ayıptır, günahtır’ -Hüseyin Bey, peki bu kritik özeleştiriniz eşliğinde, “Cemevi cümbüş evi, ne izni” alıntısıyla soralım; Aleviler için ne zaman demokrasi ve inanç özgürlüğü gelecek? Haklı soru. “Demokrasilerde fikir, ifade, hürriyet ve inanç özgürlüğü var” deyip, “Ben cemevi istiyorum, burada ibadet edeceğim” diyene “Hayır efendim, ibadet edeceksen camiye gel” deme hakkımız yok. Buna kimsenin hakkı yok. Böyle bir demokrasi yok. Yanlış olan bu. Vatandaşın cemevi mi istiyor; bunu yerine getireceksin. Ben AK Parti’yi en çok buradan eleştiriyorum. Bu insanları yedi senedir oyaladılar. Ayıptır, günahtır. Hocaefendi sekiz dokuz sene önce dedi ki, “Alevi vatandaşlarımızın şifahi kültürlerini yazılı kültüre geçirmeleri ihtiyaçları var. Cemevlerinin, cazibe merkezi gibi Alevi gençlerinin gitmeyi isteyecekleri komplekslere dönüştürülmesi gerek.” Yani toparlarsak, aslında her konuda bu kendimize demokrat ve Müslümanlık anlayışından kurtulmamız gerek. Güzel laflar söylüyoruz ama uygulamaya gelince başkaları için demokrasi istemiyoruz. “Demokrasi olsun ama benim olsun”, bu samimi değil. Bunu sahiden sindirmemiz gerek. Yalnız ben sahiden çok geciktim, burada bitirelim. (Teybin kapandığı ve artık yolcu edildiğimiz bu esnada Gülerce’ye sorduk; “Bize vermediğiniz o fotoğrafınızda tanıdık birileri var mı?” “Başka bir şey söyleyeyim. Karşı tarafımızda, o dönem çok kavga ettiğimiz SHP eski milletvekili Salman Kaya vardı. Hani şimdi referandumda “evet” çağrısı da yaptı. Onunla konuşmayı çok isterdim, o kavgalarda ben de vardım, hakkını helal et, demek isterdim.) Hüseyin Gülerce ile 2009 yılının Nisan ayında yaptığımız 'Fethullah Gülen'den sonra ne olacak?' başlıklı söyleşi için tıklayınız...