2011’deki genel seçim başarısından itibaren AKP’nin ve bilhassa Erdoğan’ın ülkede otoriter bir muhafazakâr başkanlık rejimi kurmak amacıyla nasıl gözü dönmüş bir politika izlediğini endişe ile gözlemlemiş, bunu Türkiye’nin –aktüel– en ciddi sorunu olarak görmüş ve bu gidişatın önlenmesi için şu veya bu biçimde tavır almış insanlar açısından ülkenin –yeniden– “düşük yoğunluklu savaş” ortamına itilmesinin esas sorumlusu da, açıklaması da gayet basit.
2015 seçim kampanyası başlarken, daha bir ay önce alay-ı vâlâ ile ilan edilmiş “mutabakat”ın R.T. Erdoğan tarafından reddedilmesinden, AKP propaganda, aygıtının hemen tamamen HDP’ye saldırıya tahsis edilmesine, HDP binalarına yapılan ve hemen hiçbirinin faili “nedense” yakalanamayan tahrip, suikast, linç girişimlerine, Diyarbakır’da parti yöneticilerinin basireti sayesinde görece “ucuz atlatılan” alçakça bombalama ve provokasyon tertibine uzanan ve nihayet 8 Haziran’da Başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın apaçık bir hınçla ifade ettiği “bundan sonra çözüm sürecinin ancak filmini yaparsınız” cümlesine uzanan olaylar ve olgular dizisi yeter de artar bile bunun için.
AKP ve R.T. Erdoğan’ın kendilerine yarayacağı hesabıyla çevirdikleri “çözüm süreci” filminin “iş yapmadığı” kanısına varınca; seçim kampanyası boyunca hazırlığını yaptıkları “düşük yoğunluklu savaş” filmini vizyona soktukları ortada. Bu filmin esas oyuncuları onlar. Bunu anladık ama ya yardımcı oyuncular?
Bu korku ve dehşet filminde mağdur konumuna oturtulan HDP’den söz etmiyorum. Kasdettiğim, örneğin Suruç katliamının akabinde, bütün ülkenin ve dünyanın gözleri öfke ve suçlama ile yüklü olarak IŞİD ve AKP iktidarına yönelmiş iken, âdeta “ben de buradayım” derecesine Viranşehir’de iki polisi uyurken katleden mensuplarının bu alçakça fiilini “’meşru misilleme hakkı” diye onaylayan Kandil’deki zevat, bu filmin dışında mıdır?
Kaldı ki daha ortada Suruç katliamı yokken, AKP ve R.T. Erdoğan kendilerine şok yaşatan seçim sonuçlarının başlıca müsebbibi saydıkları HDP’ye duydukları kini gizleyememenin ve buna legal bir karşılık verememenin apaçık aczi içinde kıvranıp dururlarken; Kandil’deki bu zevat bir bildiri yayınlamıştı. Bu bildiride, AKP’nin bile henüz resmen geçersiz saydığını ilân edemediği fiili ateşkes durumunun HPG tarafından artık kaale alınmayacağı duyuruluyor; bölgedeki askeri baraj şantiyelerine, yol inşaatlarına saldırıların başlatılma emri verildiği ifade ediliyordu.
Bu metni ilk okuduğumda, onu okumuş ve benimle aynı endişeleri taşıyan konuştuğum kişilerle “nereden icap etti bu, ne anlama geliyor” diye kaygı içinde kalmıştık. Elbette ki o HPG sözcüleri, ateşkesi bozmalarının yüzlerce –çoğu da haklı görülebilecek– gerekçesinden söz edebilirlerdi ve ediyorlardı da. Sırf HDP’ye 2015 seçim kampanyası döneminde reva görülen davranışlar, tertip ve provokasyonlar bile yeterdi bunun için. Ama sorun tam da şu gelinen noktada; HDP tüm engellemelere rağmen seçimin tek galibi, aldığı oyun en az iki katı bir prestij ve sempati halesi ile donanmış; önde gelen yönetici ve kadrolarının siyasal olgunluğu ve üstün nitelikleri ile dikkati çekmiş; özellikle AKP ve Bay Erdoğan karşısında bariz bir moral üstünlük konumu sağlamışken; o gerekçelerle silahlı eylem başlatmanın hangi akla hizmet edebileceğidir.
Aynı soruyu PKK’nin tamamen silah bırakmamasının sorumluluğunu HDP’ye yüklemeye kalkışan AKP yetkililerine Selahattin Demirtaş’ın son derece haklı olarak doğru adresin Abdullah Öcalan olduğunu bir kez daha ifade eden sözlerine KCK eşbaşkanı Bese Hozat’ın verdiği öfkeli cevap nedeniyle de sorabiliriz.
Bese Hozat, özetle “silah bırakmak için Apo’yu adres göstermek büyük bir yanlıştır; bu yaklaşım son derece yanlış ve apolitiktir. AKP’nin oyununa gelmektir” diye buyurmuş.
Selahattin Demirtaş, defalarca AKP-HDP ve Öcalan arasındaki görüşmeler sonucunda PKK’nin silah bırakmasının koşullarını ve icrasını belirleyen bir mutabakata varıldığını ama AKP’nin –herhalde R.T. Erdoğan’ın zorlaması ile– bundan caydığı, Abdullah Öcalan’ın PKK’ye silah bırakma çağrısı yapabilmek için AKP hükümetinden beklediği, sözü verilmiş jest yapılmadığı için sessiz kaldığını ileri sürdü. AKP yetkilileri de –çok büyük ihtimalle ortada henüz açıklanmamış bir belge, kanıt olduğu için– bu iddiayı yalanlayamadılar.
Bu durumda Selahattin Demirtaş’ın AKP’ye “samimi iseniz Abdullah Öcalan’la yaptığınız mutabakatı işletin; ona söz verdiğiniz jesti, önkoşulu sağlayın o da çağrısını yapsın” demesi nasıl oluyor da “AKP’nin oyununa gelmek” oluyor? Anlamak gayet zor. Bunu demenin “son derece yanlış” olmasının hikmetini keşfetmek de öyle.
Ama burada benim üzerinde duracağım nokta Bese Hozat’ın Selahattin Demirtaş’ın bu tutumunu, yaklaşımını “apolitik” diye nitelemesi. Bunun gerekçesi, mantığı ne olabilir sorusu.
Kendi cevabımı kestirmeden ifade edeyim.
Kürtler, özellikle şu son çeyrek yüzyılın bölgedeki ve dünyadaki yaşanan olayları, gelişmeleri sonucunda bir halk/ulus ve bir siyasal özne/potansiyel olarak kimsenin ihmal edemeyeceği, mutlaka hesaba katılması gereken bir “güç”, bir “faktör” konumuna, düzeyine geldiler. Bu noktaya gelişte “Kürt faktörünü/gücünü” oluşturan PKK’den Barzani’ye, Goran hareketinden Sünni dindar-muhafazakâr Kürt hareketlerine kadar her siyasal odağın, Kürt isyanlarının ağır yükünü çeken, bedelini ödeyen yoksul Kürt köylülerinden, zuhur eden Kürt burjuvazisine, bu süreçte tarihsel bir bilinç yükselişi ve dönüşüm azmi gösteren Kürt kadınlarına kadar her toplumsal öznenin kendince payı var.
Kürt hareketi bütün bu bileşenleri ile şimdi tarihsel bir kavşakta, bir karar noktasındadır. Bu kararların tümü başlıca iki kategori altında toplanabilir. İlki –şu veya bu şekilde– bir Kürt ulus–devletinin inşasına odaklanmış olanlardır. Diğeri ise; –bölgenin bir eski statükonun kökten yıkılışı ve milli devletlerin açmaza sürüklenmesi hali ve deneyimi yaşadığından hareketle– bölgenin ulus-devletler ötesi –yeni– bir siyasal – toplumsal şekillenmeye yönelmesinin yollarını arayan –sosyalist “ruh”tan esinli– olanlardır.
Anlaşıldığı kadarıyla Kandil’den, PKK’nin silahlı güçleri adına konuşanlar ilk – ulus-devletçi– yaklaşımın mantığında düşünüyor ve davranıyorlar; HDP yönetimi ise ikinci yönelimi temsil etmeye uğraşıyor. Gayet ağır bedeller ödemiş, o bedeller adına konuşabilmenin meşruiyetine sahip “Kandil” ile çatışmanın özellikle Kürt halkının vicdanında bir vefasızlık olarak iz bırakmasından haklı olarak çekiniyor; ama kendi perspektifini sunduğu şu son aylar içinde gerek bütün Türkiye toplumunda, gerekse bölgenin derin acılar çekmekte olan halklarında ve ayrıca dünya ölçeğindeki eşitlik, özgürlük arayışındaki geniş çevrelerde yarattığı umut, edindiği destek ve prestijden cesaretle yoluna devam etmek istiyor.
O nedenle MHP’den AKP’ye muhafazakâr Türk milliyetçiliğinin, Aydınlık ve Sözcü gazetelerinden dillendirilen monden/laik Türk milliyetçiliğine ve onlara “koz” ürettiğine aldırmayan Kürt milliyetçiliğine kadar uzanan yelpazenin salvoları altında olması şaşırtıcı değil.
Ama eğer bu ağır saldırı, kuşatma altında HDP yalnız bırakılırsa, sadece şaşırmış olmayacağız. Onun üzerinden ödenecek gayet ağır bedellerin pasif seyircisi olmanın vebalini de üstlenmiş olacağız.
Mutlaka sakınmamız gereken de budur.
*Bu yazı Birikim dergisinden alınmıştır.