Meclis'te dört yıl İnsan Hakları Komisyonu'nun başkanlığını yapan ve cumartesi günü düzenlenen AKP Kongresi sonrasında, partinin ilk İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcı olan Ayhan Sefer Üstün, "İnsan hakları alanında belki haksızlığa uğramadık ama yaptıklarımızı anlatamadık" dedi.
Al Jazeera'dan Didem Özel Tümer'in sorularını yanıtlayan Ayhan Sefer, 8 gün süren sokağa çıkma yasağında 21 kişinin hayatını kaybettiği Cizre'de gerçekleştirilen operasyonlarla ilgili, "Operasyonlar yapılıyor ama sivil vatandaşların zarar görmemesi için azami dikkat ediliyor. Hendekler açılmış, barikatlar kurulmuş. Normalde devlet buldozerleri getirse paldır küldür girebilir mi? Girebilir. Ama bir insanımızın dahi burnunun kanamaması için çok titiz bir operasyon gerçekleştiriliyor. O sokaktaki insanların da orada rehin olduğunu fark ederek, bilerek bunu yapıyor. Terör örgütünün bazılarını nasıl canlı kalkan olarak kullandığını da biliyoruz. Terör örgütü acımasız teknikler kullanıyor" ifadelerini kullandı.
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği'nin (MAZLUMDER) kurucularından olan Ayhan Sefer'in, çözüm süreci, Türkiye'nin 90'lara dönüp dönmediği, Cizre'de yaşananlar ve Alevi açılımı hakkındaki sorulara verdiği yanıtlar şöyle:
Partiniz geçen hafta kongresini tamamladı. Sizce kongrede öne çıkan neydi?
Bu kongre, bir tazelenme kongresi oldu. Merkez Karar ve Yönetim Kurulumuzun (MKYK) 31 üyesi ilk kez kurula girdi. Bunun dışında MYK’da çok ciddi değişiklik yapıldı, 11 yeni isim girdi. Bir defa kadro açısından AK Parti kendisini tazelemiştir.
Bir de bu kongrede yeni kurumlar kuruldu. Bunlardan biri benim öteden beri aslında Meclis’te de kurulmasını savunduğum Siyasi Etik Komisyonu. 2006 yılında bu konuda bir kanun teklifi vermiştim. Benzer bir yapının partide kurulmasını çok savundum.
Siyasi Erdem ve Etik Komisyonu’nun kurulması Türk siyasi tarihinde ve AK Parti tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olacak.
Nasıl olacak?
AK Parti 'Yolsuzluklar, yasaklar ve yoksullukla mücadele edeceğim' diye yola çıktı. Ama bazen haksız ithamlardan, bazen de söylentiden, yolsuzluklar konusunda farklı bir algı ortaya çıktı. Bunu önlemenin en etkin yollarından bir tanesi böyle bir kurulu kurmaktı.
Bunun iki yönlü faydası olacak. Bir, gerçekten böyle olaylar varsa bunları ortaya çıkaracak. Siyasi erdem ve etiğe aykırı davranışlar varsa, daha ceza hukukunun kapsamına girmeden; işin etik, ahlaki boyutunda bu kurul meseleye resen veya şikâyet üzerine el atacak.
Muhatabına ‘Kardeşim varsa böyle bir şey, yapma bunu. Kendine zarar veriyorsun, partimize zarar veriyorsun’ diyecek. Veya bazen öyle bir dedikodu yayılıyor ki, insan kendisini kurtaramıyor. O zaman belki de kendisi müracaat edecek, ‘Benim hakkımda böyle bir iftira atıldı; gelin inceleyin, varsa var deyin, yoksa yok deyin’ diyecek. O zaman yoksa bir şey, kişiyi aklama, temize çıkarma yönünden de bir sonuç olacak. Lüzumsuz dedikodular sona erecek.
Bu kurul kurulduktan sonra fısıltılar azalacaktır. Fısıltı yanlış ise fısıltıyı çıkaranlar sorgulanacaktır.
Kimlerden oluşacak bu kurul?
Kurul, incelemesini bir rapor olarak genel başkanımıza sunacak. Doğrudan genel başkana bağlı olacak. 40 yaşını doldurmuş, en az beş yıl üyelik yapmış ve aktif görevi olmayan insanlardan, objektif davranacağını düşündüğümüz insanlardan seçilecekler. Daha kurulmadan bence etkilerini göstermeye başlamıştır. Kurulduktan sonra çok önemli görevler ifa edecektir.
Fabrika ayarlarına dönüşün unsurlarından biri mi bu?
Bir tanesi bu. Kongrenin iki önemli sonucundan biri kadro yenilenmesi, diğeri de kurumsal yenilenme. Kurumsal yenilenmenin birinci ayağı Etik Kurul’unun kurulmuş olması. İkinci ayağı da iki yeni genel başkan yardımcılığı kurulması.
AK Parti’de 14 yıllık kurumsal geçmişten sonra insan haklarından sorumlu bir genel başkan yardımcılığı oluşturulması dikkat çekici. Neden şimdi buna ihtiyaç duyuldu?
AK Parti’nin 13–14 yıllık dönemini tarif et deseniz, reformist bir parti ve hükümetler dönemi derim. Bu reformlar değişik alanlarda yapıldı. Ekonomi, şehircilik, çevre… Ama bunun en önemli ayağı demokrasi, insan hakları ve özgürlük, hukuk alanında yapıldı. Türkiye’de daha düne kadar Devlet Güvenlik Mahkemeleri, sıkıyönetim vardı. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hayaldi. Son 13 yılda devrim diyebileceğimiz adımlar atıldı.
Ama partimizin içerisinde müstakil bir birim olmayışı, böyle bir genel başkan yardımcılığının olmayışı, yapılan hizmetlerin ve reformların anlatımı konusunda sanki biraz geri kalmamıza neden oldu. ‘Neden kendimizi tam olarak ifade edemedik?’ sorusu gündeme geldi. O zaman mutlaka parti bünyesinde de bu konuyu ele alacak, sürekli yapılanları anlatacak, yapılması gerekenler varsa da onları tespit edip parti politikası haline getirecek bir genel başkan yardımcılığı ihdas edelim fikri doğdu. Son kongrede de bu fikir hayata geçti.
Tüzük değişikliği ile birlikte iki yeni birim kuruldu. Biri şehircilik, çevre ve kültürden sorumlu bir genel başkan yardımcılığı. Bu da çok önemli, çünkü çevre ile ilgili de AK Parti çok önemli adımlar attı ama en fazla haksızlığa uğradığı alanlardan birisi oldu. İnsan hakları alanında belki haksızlığa uğramadık ama yaptıklarımızı anlatamadık. İşte insan haklarından sorumlu genel başkan yardımcılığının da temel çıkış noktası bu olmuştur.
Geleceğe dönük ajandanızda ne var? Öncelikli olarak el atılması gerekli konu başlıkları neler olacak?
Meclis’te dört yıl civarında İnsan Hakları Komisyonu Başkanlığı'nı yürüttüm. Toplumun temel sorun alanlarında çalışmalar yaptık. Terörden kaynaklı yaşam hakkı ihlalleri bunlardan bir tanesi, bir buçuk yıl çalıştık. Göçmenlerle, kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetle ilgili, cezaevleri gibi birçok alanda çalışmalarımız oldu. Buradan aldığımız birikimle bu çalışmaların benzerini burada yürüteceğiz.
Toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren örneğin 'Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi' ya da başka bir adıyla çözüm süreci gibi. Bir defa yapılanları iyi anlatmamız lazım. ‘Çözüm süreci boşuna mı yapıldı? Boşuna mı zaman kaybedildi?’ gibi birtakım yanlış değerlendirmelere gidiliyor. Hayır. Çözüm süreci doğru bir projeydi, uygulamalarında belki aksaklıklar olmuş olabilir.
Çözüm süreci ile birlikte hem Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan insanlarımız hem de batıda yaşayan insanlarımız ciddi manada yeni haklara sahip oldular ve bu hakları analarının ak sütü gibi kullanıyorlar. Helali hoş olsun. Dolayısıyla bu sürecin kesinlikle boşa gitmediğini dillendirmemiz gerekir. Hâlâ yapılacak bir şeyler var ise, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, bireysel haklar çerçevesinde, bunları yapmaya devam edeceğiz.
Sakarya’da yaşayan Ayhan Sefer Üstün’ün hakkı ne ise, Hakkâri’de yaşayan Mehmet’in, Hasan’ın, Hüseyin’in hakkı aynı olacaktır, olmalıdır. Ne eksik ne fazla. Bizim eşitsizliğe tahammülümüz yok. Tüm vatandaşlarımız kanun, hukuk, yasa önünde eşittir. Bunun arazide de sağlanmasına gayret etmemiz lazım.
Çözüm sürecinde bireysel haklar çerçevesinde yapılanları anlatmak; sahadaki değişik gruplarla; sivil toplumla, melelerle, öğrencilerle, akademisyenlerle, halkla, gençlerle, kadınlarla tekrar görüşerek eksik kalan bir şey varsa tamamlamak bizim görevlerimiz arasında.
Çözüm süreci dediniz. 7 Haziran’dan sonra sürecin dolaba kaldırıldığı, donduğu algısı var. Terör tekrar gündemde. Nasıl bir açılım sağlanabilir?
Çözüm süreci sayesinde elde edilen kazanımlar şu anda gerçek hayatta kullanılıyor mu? Kullanılıyor. Çözüm sürecinin insan hakları, demokrasi, özgürlükler çerçevesinde semereleri elde edildi mi? Elde edildi.
Bireysel özgürlükler çerçevesinde bizim Milli Birlik ve Kardeşlik Projemiz hiçbir zaman bitmez. Bu bütün Türkiye’yi ilgilendiren de bir projeydi. Getirilen haklardan Edirne’deki vatandaşımız da, Van’daki vatandaşımız da istifade ediyor ve etmeye devam edecektir.
Ancak orada bazı bölgelerde güvenlik zafiyeti oluşmuşsa bunu da önlemek elbette ki hükümetin ve devletin boynunun borcudur. Çünkü hiçbir devlet bırakın dağlarında, sokaklarında roketatarlarla, kalaşnikoflarla, uzun namlulu silahlarla insanların gezmesine müsaade etmez. Bunu sadece Batı ülkeleri için demiyorum, Afrika’daki bir ülke dahi müsaade etmez. O bakımdan güvenlik açısından yapılması gereken ne varsa yapılacak. Bu konuda hiç tereddüt oluşturulmayacak. Hendek kazarak bir sokağın esir alınmasına kimse göz yumamaz. Güvenlik politikası açısından ne yapılması gerekiyorsa yapılacak. Biz oradaki vatandaşımızın insan haklarını geliştirmek, demokratik haklarını geliştirmek açısından ne yapabiliriz bunları çalışacağız.
Son dönemde özellikle Doğu ve Güneydoğu’da güvenlik – özgürlük dengesinin bozulduğu, güvenliğin ön plana çıktığı eleştirileri var. Buna 'Türkiye 90’lara geri dönüyor mu' tartışması eşlik ediyor. Ne diyeceksiniz?
Buna kesinlikle katılmıyorum.
90’lı yıllarda da hukukçuydum. O dönemde her an kim vurduya gidebilirdiniz. Akşam evinizden alınırdınız. Aylarca haber alınmazdı. Ailenin bir bireyi babam ne oldu diye soramazdı dahi. Kimin evden aldığı sadece tahmin edilir, ‘acaba devlet yetkisini kullananlar mı aldı? Terör örgütleri mi aldı? Mafya mı aldı? Arazi, tarla ihtilafından dolayı mı alındı?' Bunu bile araştıracak cesaret yoktu.
Diyarbakır’dan Bingöl’e gelebilmeniz için akşamdan arabanızı kimliğinizi yazdırmak zorundaydınız. Günde iki konvoy vardı. Sabah biri dokuzda çıkar, diğeri de öğlen birde çıkardı. Bu konvoylara yazıldınız yazıldınız, yazılmadıysanız bir dahaki güne kalıyordunuz. Faili meçhuller o zaman bu ülkenin acı bir gerçeğiydi. Şimdi Allah'a şükür bir faili meçhul durumu söz konusu değil.
Operasyonlar yapılıyor ama sivil vatandaşların zarar görmemesi için azami dikkat ediliyor. Hendekler açılmış, barikatlar kurulmuş. Normalde devlet buldozerleri getirse paldır küldür girebilir mi? Girebilir. Ama bir insanımızın dahi burnunun kanamaması için çok titiz bir operasyon gerçekleştiriliyor. O sokaktaki insanların da orada rehin olduğunu fark ederek, bilerek bunu yapıyor. Terör örgütünün bazılarını nasıl canlı kalkan olarak kullandığını da biliyoruz. Terör örgütü acımasız teknikler kullanıyor. Kurduğu barikatların sağına soluna, tüp gaz bombasından tutun da TNT, gübreye kadar her türlü şeyi kullanıyor.
Güvenlik güçleri kendi hayatlarını tehlikeye atarak, sivil vatandaşlarımıza zarar gelmesin diye titiz bir çalışma içerisindeler. Kesinlikle 90’lardaki gibi hoyratça, kim vurduya giden bir çalışma kesinlikle yok. Buna müsaade etmeyiz.
Ancak geçtiğimiz günlerde Cizre’de, Yüksekova’da, Sur’da sokağa çıkma yasağı uygulandı, sivil kayıp şikâyetleri geldi… Siz bu süreç farklı bir şekilde yürütülebilirdi diyor musunuz? Eleştirdiğiniz bir yön var mı?
İki buçuk üç yıllık çözüm süreci döneminde zaten hükümet seçeneklerin hepsini denedi. Operasyonlar sürecinde ‘şu da yapılsaydı’ gibi formülleri çok önceden denemiştir. Sabretmiştir.
Bakın Cizre’deki olaylar bugün başlamadı. Cizre’deki olaylar bundan belki bir yıl önce başladı. Ben Cizre’ye Kasım 2014’te gitmiştim. Aynı manzarayı o zaman da görmüştüm. Geldim ilgililerle paylaştım bunu. Onlar da ‘biliyoruz’ dediler. Ama ‘biz bu meseleyi konuşarak, sulh içerisinde çözmeye çalışıyoruz, orada kimsenin burnunun kanamasını istemiyoruz’ diye bana cevap vermişlerdi. Biz de hakikaten belki fevri davranıyor olabildiklerini ümit ettik. ‘Büyük resme bakalım, büyük resimde çözüm süreci ilerliyor, silah bırakacaklar en azından sınırın dışına çıkacaklar’ diye düşünüyorduk. Çünkü daha önce çeşitli kereler bu taahhütte bulundular.
Çözüm sürecini inkıtaa uğratmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bunun karşısında hükümet de gerçekten sabırlı ve olgun davrandı. Her türlü yöntemi denedi; ‘Acaba gerçekten çıkarlar mı?’, ‘Acaba kimsenin burnu kanamadan Cizre’deki o hendekleri kapatırlar mı? Acaba oraya bayrak diye astıkları bez parçasını indirirler mi?’ diye. Bunlar hep denendi. Denenmedi değil. Hangi yöntemi denememiz gerekiyordu da denemedik? Türkiye Cumhuriyeti bu manada çok sabırlı davrandı. Demokratik bir devlet gibi davrandı. Olgun davrandı.
Yolları mayınlarla döşemişler. Daha dün iki askeri aracı havaya uçurdular. Üç şehidimiz vardı. Bunlar bugünün faaliyetleri mi? Hemen bir gecede mi döşediler? Hayır. O yolların asfaltlandığını görüyorsunuz. Çözüm sürecinin getirdiği ılımlı havadan istifade ederek, yolların inşa aşamasında neredeyse tonlarca mayını, TNT’yi o yolların altına gömmüşler. Dertlerinin insan hakları, demokrasi, hukuk üstünlüğü, özgürlükler olmadığını buradan anlıyoruz. Belirli bir kalkışmaya hazırlık yapmışlar, çok açık.
Peki devlet bunu görmedi mi? Tonlarca mayın, TNT asfaltın altına doldurulurken devletin istihbaratı görmedi mi?
Zaaf diye düşünülebilir. Elbette. Valilerimiz daha çok görevliydi ve raporları da hükümete valilerimiz sunuyordu. Bir ilin şu anda da güvenliği valinin sorumluluğunda. Zaman zaman belki milletvekillerimiz de bu olaylardan şikâyet ettiler. Ama valiler sanırım biraz daha toleranslı davranmışlar. ‘Çözüm sürecine sıkıntı olmasın, benden kaynaklı bir sorun çıkmasın, işleri biraz yolunda gösterelim, zaten bu iş de inşallah mutlu sonla bitecek’ gibi düşüncelerle muhtemelen o mesele biraz gevşek bırakılmış gibi gözüküyor. Ama bu artık sürdürülemez bir noktaya geldikten sonra elbette ki hükümet vatandaşımızın can, mal güvenliğini en iyi şekilde almakla mükelleftir.
Bugün devlet bunu yapıyor.
Bölgeye gitmeyi düşünüyor musunuz? Cizre’ye gider misiniz?
Bizim dinamik bir çalışma şeklimiz var. Daha önceki görevimizde de neredeyse her hafta arazideydik. Bir gün İzmir’de göçmenlerin sorunlarını izliyorduk, ertesi gün Roman vatandaşlarımızın sorunlarına, sonraki gün bir cezaevindeydik. Elbette oralara da gideceğiz. Şırnak’a da, Van’a da, Edirne’ye de gideceğiz. Araziden aldığımız tepkilerle kararlarımızı oluşturacağız.
2014 Kasım’ında Cizre’ye gittim, manzara da hafızamda hâlâ. Çok kötü bir manzara vardı. Neredeyse bütün kamu binaları yakılmıştı.
O gün gittiğime göre bugün de nerede bir sıkıntı varsa oraya giderim. Ama şimdi bugün için gidilmez. Bugün ilk yapılması gereken iş, yani yangında ilk kurtarılması gereken; oradaki güvenliği sağlamak, kamu güvenliğini sağlamaktır. Kendi güvenliğim açısından söylemiyorum bunu. Vatandaşın güvenliği açısından söylüyorum. Yanlış anlaşılmasın. Vatandaşın orada mal ve can güvenliği sağlandıktan sonra elbette ki biz oraya gideriz.
Aleviler, Romanlar, göçmenler, kadınlar gibi insan hakları başlığı altında ele alınan konular var. Bu konularda neler yapmayı planlıyorsunuz? Bir sıralamanız var mı?
Masamın üzerinde en önemli konulardan biri Alevi vatandaşlarımızın sorunları olacaktır. Bunu hiyerarşik bir sıraya koymayalım ama nasıl ki 'Milli Birlik Kardeşlik Projesi'ni çok önemsiyorsak, Alevi vatandaşlarımızın sorunlarını da o derecede önemsiyoruz.
Bu tarihin derinliklerinden gelen bir sorun. Ağırlığının farkındayız. Daha önceden Sayın Faruk Çelik çok uğraştı, emek sarf etti. Raporlar hazırlandı, geniş kesimlerle toplantılar yapıldı.
Orada şöyle bir sorun var: Konuştuğumuz kitle çok parçalı bir yapıda. Mesela dedelerin kadroya alınması. Önemli bir kesim bunu kabul etti aslında. Alınması da lazım. Nasıl imamlar kadroda çalışıyorsa ve devlet maaşlarını veriyorsa, dedelerin de maaşını devlet versin. Bizim bu konuda görüşümüz net. Ama çok küçük bir kesim şiddetle itiraz etti. Onlar itiraz edince, ana gövde de bundan çekindi ve geri adım attı.
Oysa o teklif hayata geçmiş olsaydı, bugün belki sorunun bir parçasını çözmüş olacaktık. Onlar devlet memuru olacaklardı, onların kanalıyla vatandaşlarımızın sorunları daha bire bir gelecekti. Cemevinin elektrik sorunuymuş, su sorunuymuş, bunlar teknik, basit konular. Belki çok daha kolay çözülecekti. Bunun yapılamamış olması işin başlangıcını biraz akamete uğrattı. Bu parçalı yapıdan nasıl kurtulunacak bilemiyorum ama, topluluğun yüzde 100’ü olmasa da, yüzde 60 , 70, 80’lik kısmının, ana gövdenin görüşleri çerçevesinde çözümler üretmek lazım. Zaten önümüzü açan yargı kararları da var. Bunlar bizim işimizi kolaylaştıracaktır.
Sizin ‘tecavüze uğramış bir kadın çocuğu doğurmalı’ dediğiniz iddia edildi. Böyle bir şey dediniz mi?
Program orada. Kaset orada. Komisyon başkanlığına getirildiğim gün o yalan tekrarlandı. Söylemediğimiz bir şeyi sürekli sürekli yalanlayamayız ki. Ben bunu kaç sefer yalanladım.
Bir programda hangi aydan itibaren çocuğun alınması gerektiği tartışılıyordu. İki haftalık mı, dört haftalık mı, sekiz haftalık mı tartışması vardı. Benim dünya görüşüm de, tıbben söylenen de; çocuk oluştuktan sonra, bir can olduktan sonra bir insan hüviyeti kazanıyor. Bu aylardan sonra alınacak çocuk bir makasla kolu, bacağı, kafası kesilerek alınıyor. Bu neredeyse bir cinayetle eşdeğerdedir.
‘Efendim tecavüze uğramış da mı bu kategoride değerlendirilecek?’ diye soruldu. Şöyle dedik, ‘Tecavüze uğramış bir kadının birinci gün, ikinci gün, dördüncü günde ya da şu zamana kadar imkânı vardır. Ama diyelim ki doğuma üç gün kaldı, bir ay kaldı; ben vazgeçtim mi diyecek, böyle bir hakkı verecek miyiz anneye? ‘ Tartışma buydu.
Zaten bu konunun tecavüz üzerinden yürümesi çok kötü bir şey.
Bir kadının başına talihsiz bir olay gelmişse belli bir zamana kadar süresi var zaten. Hemen doktora gidip bunu aldırma imkânı var.
Bizi tanımayan insanlar ‘bunlar yobaz, bunlar ne kadın hakkını anlarlar, ne insan hakkını bilirler’ diyecekler belki.
İnsan hakları alanında bundan 25 – 30 sene evvel, insan haklarının i’si konuşulmazken ben insan hakları derneği kurucusuyum. Benim derneğim, ofisim polisçe o zaman defalarca basıldı. Ben o zaman da insan haklarını savunuyordum.
Hakkımı helal etmiyorum.