Mehmet Altan*
Cumartesi gecesi saatler ilerlerken Cerablus’ta gencecik bir askerimiz şehit düşmüş, üçü yaralanmış, iki tank da tahrip olmuştu… Şemdinli’deki ölümlü çatışma haberi de bu gelişmenin gölgesinde kayboldu.
Yatarken ise Diyarbakır Havaalanı’na roket saldırısı oldu, neyse ki ölen ve yaralanan yoktu.
Pazar günü de cumartesi gecesinin sıkıntılı ve gergin havası devam etti.
Türkiye’nin elem veren durumunu en vurucu şekilde Üçüncü Köprü’nün açılışına gelen Bulgaristan Başbakanı Borisov’un “maalesef artık her hafta size başsağlığı mesajları gönderiyoruz” sözleri netleştiriyordu.
* * *
Darbe girişimi, savaş, boyutları her gün biraz daha genişleyen şiddet ve terör…
2010 veya 2011 yıllarında akıllara ‘teğet’ bile geçmeyecek kanlı bir uçurumun etrafında dolanıp duruyoruz.
Peki, ne oldu, neden bütün bunlar?
Kendisini, can yakıcı tüm gelişmelerin dışında tutarak ‘mağdur’ ilan eden siyasal iktidar görmezden gelse de galiba bu son beş yıllık dönem hiç kimseye yaramadı ve yarayacak gibi de durmuyor.
* * *
Son zamanlarda ‘demokratlara’ karşı duyulan düşmanlığın kaynağını anlamak için her daim hatırlatılmasında yarar olan bir konuşma, aslında bu dönemin yol haritasının ne olduğunu gösteriyordu.
Neden bu duruma düşüldüğünü en iyi anlatan ve sürekli anımsattığım 1 Nisan 2013’deki bu konuşmada dönemin AKP İstanbul İl Başkanı;
“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama, özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak” diyordu…
Bu ‘inşa’ döneminin neyin ‘inşa’ dönemi olduğunu gittikçe daha fazla görmekteyiz. * * *
Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan, AKP’nin 15’inci kuruluş yıl dönümündeki video konuşmasında kurucusu olduğu partiyi şöyle tanımlıyor ve ‘dava’ meselesini somutlaştırıyordu:
“Bu parti 15 yıllık bir parti olabilir ama bu partinin ve mensuplarının medeniyet davası bin 400 yıllık kadim bir davadır.”
Kısacası ‘insanlık âlemi’ kavramının yerine ‘İslam Dini’nin, ‘insan’ kavramının yerine de ‘Müslüman’ın konduğu bir anlayıştan söz ediyordu. Bu yerküre üzerinde yaşayagelen insanlık âleminden koptuğumuz gibi sadece ‘din’ referans alınıyor ve kendi dinimizden olmayan herkes de ‘öteki’ haline geliyordu.
Tabii sadece din değil, siyaset sıkıştırdığında da zaman zaman ‘milliyetçilik’ kavramı yeni anlayışın anahtar kelimeleri haline geliyordu.
* * *
Hâlbuki AKP’nin kurulduğunda söylenenler çok başkaydı.
Aynı insanlar, o zaman kendilerini AKP’nin Parti Programı’nda okuyunca göreceğiniz gibi çok farklı bir şekilde ifade ediyorlardı:
“Partimiz, geleneğin ve geçmişin birikimiyle ülkemizin sorunlarına, dünya gerçekleriyle paralel biçimde, özgün ve kalıcı çözümler sunmayı hedefleyen, topluma hizmet etmeyi esas alan, ideolojik platformlarda değil, çağdaş demokratik değerler platformunda siyaset yapmayı benimseyen bir partidir.
Partimiz bu vasfıyla tüm vatandaşlarımızı cinsiyetleri, etnik kökenleri, inançları ve dünya görüşleri ne olursa olsun ayırım yapmaksızın kucaklamaktadır. Bu çoğulcu anlayış temelinde, yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi ve üzerinde yaşamakta olduğumuz vatana mensup ve sahip olma gururunun bütün yurttaşlarımızla paylaşılması, partimizin temel hedeflerindendir.
‘Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir’ özdeyişi, partimizin temel ilkelerindendir. Partimiz, bireyi bütün politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını, temel insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli ödevleri arasında sayar.
Partimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlüğünün, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin esas kabul edildiği bir zemindir.
Toplumları ve devletleri tahrip eden yozlaşma, yolsuzluk, usulsüzlük, çıkarcılık, iltimas, hukuk önünde ve fırsat açısından eşitsizlik, ırkçılık, partizanlık, despotluk gibi olumsuzluklar partimizin en yoğun mücadele alanlarıdır.”
Şimdi bu tanımdan ne kadar uzaktalar ama bu tanımdan böylesine uzaklaşmak kimseye yaramadı, alçakça bir darbe girişiminden savaşa, vahşi teröre, her gün kan revan içinde kalıyoruz.
* * *
Bu kanlı çalkantıdan çıkışımızın yolu aslında çok belli:
AKP’nin kendi programına dönmesi, kendi vaatlerine uyması, yıllar önce bulduğu doğruları hayata geçirmesi Türkiye’yi bu karanlıktan çıkarmaya yeter.
Neden AKP ‘kendi doğruları’ndan vazgeçti?
Onu iktidara taşıyan, iktidarda güçlendiren, Türkiye’yi geliştirip zenginleştiren bu doğrulardan kopmanın ülkeye bir faydası dokundu mu?
AKP gerçekten böylesine felaketlerle dolu bir ülkenin iktidarı olmayı mı yoksa bir zamanlar olduğu gibi ‘dünyanın yıldızı’ kabul edilen bir ülkenin iktidarı olmayı mı tercih eder?
Zengin ve mutlu bir ülke yaratmak istiyorlarsa, bunun yöntemi kendi programlarında yazıyor.
* * *
Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, temel hak ve özgürlükleri, insanı, insanlık âlemini yok saymak, Türkiye’deki muhafazakâr dindarlar başta olmak üzere hiç kimseye huzur getirmez, getirmiyor ve getirmeyecek.
AKP kendi parti programına ihanet ettikçe kan ve gözyaşının, kanlı kaosun arttığını görmek için deha olmaya gerek yok…
Sosyolojik normalleşmeyi demokrasinin güvencesi altına almak yerine, topluma deli gömleğini giydirmeye kalkışmak her gün büyük bir çözümsüzlüğün girdabında kanlı bir bulamaç gibi tükenmek anlamına gelir.
Bunlara gerek yok…
Huzura giden yolun haritası parti programında yazılı, o haritayı takip edin yeter.
Yazının tamamı için tıklayın