Orhan Miroğlu (Taraf, 4 Haziran 2012)
2002 seçimleri Türkiye’de siyasetin yeniden dizayn edildiği ve merkez sağ ve merkez solun, Kürt toplumuyla kurduğu siyasi ilişkinin bitme noktasına geldiği seçim olarak tarihe geçti ve kuşku yok ki, bu koşullarda, AK Parti, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra başlayan siyasi çözülmeden geriye kalan en güçlü parti olarak çıktı.
Diğer partiler, hiçbir çözüm alternatifi önermedikleri için, Kürt seçmenin yoğunlaştığı şehirlerde tabelalarını bir bir indirirken, AK parti özellikle 2007’de, değişim taleplerine ilişkin konsepti iyi değerlendirdi. Oylarını sadece Türk seçmen arasında değil, Kürt seçmen arasında da arttırdı.
Ama bu tablo bu kez 2009 seçimlerinde BDP’nin lehine değişti.
Bu seçimlerde, AK Parti’nin Kürt seçmeniyle olan ilişkilerinin biraz zayıfladığı görüldü.
BDP bu konumunu 2011’de de korudu ve oylarını da, milletvekili sayısını da arttırdı.
Ama kimi dalgalanmalara, bazı seçim sonuçlarına ve inişli çıkışlı açılım sürecine rağmen, AK Parti ve Kürt toplumu arasında ciddi bir kopuştan bahsedilemeyeceği açıktır.
Benim kişisel kanaatim AK parti ve BDP arasına sıkışmış gibi görünen gri bir bölge olmasına rağmen, bu bölgedeki siyasi sıkışmanın kısa vadede bir partiye dönüşmeyeceği ve bu bakımdan AK parti ve Kürt toplumu arasındaki siyasi ilişkinin devam edeceği, ama belki de güçlenerek devam edeceği yönündeydi.
Lakin öyle görülüyor ki, Roboski katliamı ve “kalleş BDP’liler” söyleminden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Kürt seçmenin AKP’ye siyasi olarak sunduğu desteğin ana sebebi, bu partinin Kürt meselesinde çok farklı bir yerde durduğuna inanmış olmasıydı.
Bir yanda, Kemalist modernleşmeden beslenen üstelik silahlı eylemleri ve şiddet tercihi nedeniyle topluma güven vermeyen bir Kürt siyasetiyle, bir yanda İslami, radikal ve müphem bir geçmişe sahip Hizbullah’la karşı karşıya kalan Kürt toplumunun, kendi siyasi tercihini daha uzun bir zaman AKP yönünde kullanacağından kuşku duyulmuyordu.
Aslında neredeyse iki partili bir sistemi ifade eden bu durum, zaman zaman BDP’nin zaman zaman da AK Partinin belli bir siyasi kibir içinde davranmasını oldukça kolaylaştırıyor.
BDP, kendini alternatifi olmayan bir ulusal parti gibi sunuyor, ama AK Parti de zaman zaman, sanki “benden başka şansınız yok, ya ben, ya PKK veya Hizbullah, hadi bakalım seçim sizin” diyen bir tavır içinde olabiliyor.
2012 yılındayız ve 2023 yılına yani Cumhuriyet’in yüz yılı doldurmasına 11 yıl kaldı.
Başbakan, 2023 yılını Türkiye’nin önüne yeni bir hedef olarak koydu.
Peki, bu hedefe beraber yürüyebilecek miyiz?
Siyasi birliğimizin kaderi bu 11 yıl içinde, nasıl bir yöne evrilecek?
2023 yılında Cumhuriyet yüz yaşını bitiriyor. Başbakan’ın bu tarihe işaret etmesi, aynı zamanda Cumhuriyet’in sonuçlarıyla bir hesaplaşma ve yüzleşme imkânı da vermiyor değil.
Koskoca bir yüzyılın sonunda, Kürtler ve Türkler ya demokratik bir cumhuriyeti birlikte kutlayacaklar, ya da yüzyılın en büyük siyasi kopuşunun gerçekleşmesi yönünde işleyecek bir siyasi sürece tanık olacağız
Farklı “ulusal psikolojileri” çatışma yönünde besleyen bir siyasi iklimin içine yuvarlandık, çırpınıp duruyoruz.
Uludere ve Pınarbaşı’nı mümkün hale getiren koşulların, tercihlerin henüz sonuna gelmedik.
Türkiye’yi, farklı iki ulusal psikoloji ve siyasetle geçecek bir on bir yıl bekliyor.
11 yıl içinde, yaşadığımız bölünme ya bitecek ve Cumhuriyet yüzüncü yılına demokratik bir cumhuriyet olarak girecek, ya da bu cumhuriyet yoluna Kürtler olmadan devam edecek.
Gelinen aşamada, çözüm için BDP’nin ve PKK’nin güven verici adımlar atması elbette önemlidir, ama Türk toplumunun Kürtlerin haklarını tartışabilen, bu haklara rıza gösterebilen bir süreci yaşamasını sağlamaya çalışmak da, ulusal düzeyde güçlü olan siyasi partilerin görevidir.
AK parti bu bakımdan küçümsenmeyecek işlere imza attı. Kürt kimliğinin Türk toplumunda gündeme gelmesini, tartışılmasını sağladı.
Kürt Federe Bölgesi’yle kurulan ilişkiler, Kürt seçmenden gördüğü destek, bölgedeki ekonomik iyileşmeler, kültürel alanda atılan adımlar, Habur üzerinden gerçekleşen ticaret hacminin artması, GAP’ın Urfa ve yöresinde yarattığı canlılık, kısacası AK Parti’nin 2002 seçimlerinden başlayarak Kürt toplumuyla, kurduğu yeni ilişkilerin mirası gerçekten çok kıymetlidir.
Ama bu mirası yaratabilmiş bir partinin son bir yıl içinde duraklama dönemi yaşadığı da bir gerçektir.
“Kalleş BDP’liler” söylemi milyonlarca Kürd’e açık kapıyı gösteren bir söylemdir ve ulusal hesaplaşmaya bir çeşit davettir, ama olumsuz yönden..
Keşke yaşanmasaydı, ama Uludere katliamı, özellikle kimseye faydası olmayan iki ulusal psikolojiyle hesaplaşmak ve bu psikolojileri normalleştirmek bakımından büyük bir fırsat yaratıyor.
“Rahat durmadıkları, ikide bir isyan edip dağa çıktıkları, kaçakçılık yaptıkları” gerekçesiyle şu bir türlü Türkleşemeyen Kürtler’in her musibeti hak ettiğine inanan milliyetçi-şoven kesimlerin hissiyatının ve kanaatinin normalleşmesi lazım.
Bu yetmez tabii.
Diyarbakır ve Hakkâri semalarında dolanan F-16’ları gördükçe ölüm korkusuna kapılan Kürtler’in hissiyatı da değişmeli ve yurttaşı oldukları devletin bir daha onları bombalamayacağına emin olmaları gerekir.
Oysa Diyarbakır ve Hakkâri semalarında dolanan uçakların Kürtler’e hatırlattığı yegâne şey kuşatılmışlık ve ölüm korkusundan başka bir şey değildir: “Elimizdesiniz ve sizi istediğimiz zaman yok edebiliriz!”
Şimdi de “kalleş olmakla” suçlanan insanlar, ülkenin bir bölümünde bu hissiyatla yatıp bu hissiyatla kalktıkları sürece, 2023 yılına alnı açık ve selametle çıkmamız çok zor görünüyor.