AKP’nin kurucu isimlerinden ve ilk Dışişleri Bakanı emekli diplomat Yaşar Yakış, “Gülen Hareketi’ne yakın olmak, AK Parti’de siyasi kariyer yapmanın en etkili yollarından biriydi" dedi. "Belli bir tarihe kadar ‘Gülen Hareketi’nin şimdi şikâyet edilen türden eylemlere bulaştığını bilmiyorduk’ demenin bir mantığı var" diyen Yakış, "Fakat bunu hangi tarihte öğrendikleri konusunda bir milat ihdas edilecekse, bu tarihin 25 Ağustos 2004 olması gerekir. Çünkü o tarihte yapılan MGK toplantısında, ‘Fetullah Gülen Grubu’nun faaliyetlerine karşı alınması gereken önlemler’ başlığıyla alınan kararda, ‘ağır yaptırımlar için eylem planı hazırlanmalıdır’ ibaresi yer almaktadır" ifadesini kullandı.
"FETÖ’nün siyasi uzantılarına ileride dokunulabileceği ve şimdilik dere geçerken at değiştirmemek için ihtiyatlı davranıldığı kanaatindeyim" diyen Yaış, "Ancak dokunulduğu zaman da dokunanlara zarar vermeyecek şekilde seçici davranılması ihtimali vardır" görüşünü dile getirdi. Yakış, 2016 yılında partiden ihraç edilmesini “rahatladım, bu şekilde düşünen insanlarla aynı karede görünmek beni rahatsız eder” sözleriyle yorumladı.
BirGün gazetesinden Meltem Yılmaz'ın sorularını yanıtlayan (20 Mart 2017) Yaşar Yakış'ın açıklamaları şöyle:
»AKP, 2002’de tek başına iktidara geldiğinde, siz de partinin ilk Dışişleri Bakanı oldunuz. Avrupa Birliği ile ilişkilerde büyük mesafe aldınız. Bugün gelinen nokta malum, AB’den kopuşun eşiği. Hollanda ile yaşanan krizi, bu boyuta gelmeden çözmek nasıl mümkündü?
Bir Türk vatandaşı olarak Hollanda makamlarının siyasilerimize yaptıkları muameleyi tasvip etmiyorum. Ancak bizim de Hollandalılara bahane verdiğimiz anlaşılıyor. Dışişleri Bakanımızın “Siz isteseniz de istemesiniz de geleceğiz ve konuşma yapacağız” şeklinde meydan okuyan bir üslup kullanması, seçimler öncesinde Hollandalı siyasetçileri karşılık vermeye sevk etmiş görünüyor. Ancak şeytan ayrıntıda gizlidir. Eğer en başından beri, siyasetçilerimizi Hollanda polisi ile karşı karşıya bırakmak yerine “sessiz diplomasi” yollarını kullansaydık bu krizi yaşamazdık. Şimdiki durumda her iki taraf da zararlı çıkacak.
»Türkiye neden diplomasiyi bu derece ihmal ediyor? Dışişleri Bakanlığı’nın çok iyi yetişmiş elemanları var. Türk diplomatları dünyadaki sıralamada her zaman üst kategorilerdedir. Başarılı bir üst düzey diplomatın yetişmesi 20-30 yıl gerektirir. Türkiye’nin bu deneyimi kazanmış yüzlerce diplomatı varken, bu muazzam imkândan yararlanmaya nedense ilgi gösterilmiyor. »IŞİD’in Suriye’de sıkışmasıyla, önümüzdeki dönemlerde Türkiye sınırları içerisindeki eylemlerinin artmasını bekliyor musunuz? Bekliyorum, çünkü IŞİD Suriye’de sıkışmış durumda. Musul’da zemin kaybediyor. Rusya ile ABD, IŞİD’i Rakka’dan atma konusunda anlaştı. İki süper güç anlaştıktan sonra bu işin sonu gelmiş demektir. Ayrıca İran da, Suriye rejiminin daveti üzerine Suriye topraklarında önemli bir askeri güç bulunduruyor. Dolayısıyla IŞİD oradan temizlenince bir kısmı bir yolunu bulup İdlib’e gidecek. Orada Türkiye’nin koruduğu öteki muhaliflerin arasına katılacak. Veya Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen sınırdan her iki istikamete geçişler devam edecek. 8-10 bin azılı IŞİD’çinin bir bölümü, Türkiye’ye girmenin bir yolunu bulacak. Bir başka neden de, Pew adında ABD’li bir araştırma şirketinin 2015’te yaptığı bir araştırma sonucuna göre Türkiye nüfusunun yüzde 8’inin şu veya bu ölçüde IŞİD’e sempati duyuyor olması. Yani 6,4 milyon insan. Bunların bir kısmı uyuyan hücrelerdir. Ve bazıları IŞİD’e şu veya bu ölçüde yataklık yapmaya eğilimli. Hatırlayın, 2015’te IŞİD sempatizanı grup, İstanbul’da bayram namazı kılıp IŞİD propagandası yaptı. Tüm bunlar IŞİD’in Türkiye’de oldukça köklü bir altyapısı olduğunu düşündürüyor.
»Dış politikaya burada bir nokta koyalım… Siz, 2001’de Dışişleri Bakanlığı’ndan emekli olduktan sonra, AKP’nin kurucu kadrosunda yer alarak siyasete atıldınız. Öncesinde böyle bir düşünceniz var mıydı? Siyasete ilgi duymayan ve hiçbir siyasi ihtirası olmayan bir insanım. En son görev yerim olan Viyana’dan döndükten sonra, idealim, Akçakoca’da dedemin fındık bahçeleri arasında kendime küçük bir kulübe inşa edip 40 yıllık diplomasi hatırlarımı yazmaktı. Ben bu hayal içinde yüzerken bir gün Sayın Abdullah Gül telefon etti. Onunla Suudi Arabistan’da görev yaptığım zamandan tanışıyorduk. “Yenilikçiler hareketi olarak, biz şimdi partileşmeye karar verdik, seni de kurucu üye olarak aramıza davet etmek istiyoruz, gelir misin?” dedi. Ben de, bu birikimle onlara faydalı olabileceksem olayım diye düşündüm.
»Uzun yıllar dünyanın dört bir yanında görev yaptıktan sonra siyaset.. Çevreniz nasıl karşıladı? Ablamın kızları “Dayı, senin onların arasında ne işin var!” diye partiye katılma kararıma karşı çıkmışlardı. Rahmetli ağabeyimin karısı “Yaşar, sen o partiye girdikten sonra rahmetli ağabeyinin mezarının önünden nasıl geçeceksin?” diye imalı bir şekilde sormuştu. AKP’nin kuruluşunda yer almamda, Abdullah Gül gibi çok takdir ettiğim bir insanın olması etkendi. Gül, örnek bir devlet adamı bana göre!
»Bugün “örnek devlet adamı” olarak gösterebileceğiniz başka isimler var mı? Partide nitelikli çok insan var, ama Cumhurbaşkanımızla rekabete girdikleri takdirde o çatışmadan başarılı çıkacaklarına güvenemedikleri için kendilerini ortaya atmadıklarını sanıyorum.
»Neden başarılı olamayacaklarına dair kesin yargıları var? Erdoğan çok güçlü bir lider. Türkiye’de geçmişte birçok olayda kamuoyunun tercihlerini büyük ölçüde etkilediğini ortaya koymuş bir insan. Diğer potansiyel liderler bu kadar güçlü bir insanın karşısına çıkıp boşuna mühimmatlarını harcamış duruma düşmek istemiyorlar.
»Rakip olmamak anlaşılabilir ancak kurucu kadronun kendini tamamen geri çekmesi başka bir boyut, öyle değil mi? Partilere de yaşayan varlıklar gibi bakacaksınız. Onlar da büyüdükçe, karakterleri de değişiyor. “Her iktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar” diye sosyal bilimlerde bir kural vardır. O kural da boşuna konulmamış. Güçlenince o eski hassasiyetler ikinci plana düştü.
»AKP’nin kuruluşundan devam edelim, 2011’de nasıl bir Türkiye hayal ediyordunuz? Bir insanın meydanlarda şiir okudu diye hapse atılmadığı bir Türkiye yaratmayı hayal etmiştik. AB’ye katılmayı Türkiye’nin Cumhuriyet’in ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesi olarak benimsemiştik. Düşünce ve ifade özgürlüklerini uluslararası standartlar düzeyine yükseltmeyi hedeflemiştik. Siyasetin finansmanını denetlenebilir ve şeffaf yapacaktık. Çoğunlukçu değil, çoğulcu bir toplum yaratıp iktidara gelmenin çoğunluğun iradesinin mutlaklaştırmak anlamına gelmediğini kanıtlayacaktık. Vatandaşların kendi mahalleleriyle ilgili konulardaki görüşlerini işleme koyacak mekanizmalar oluşturacaktık. Siyasi partilerin rant dağıtmalarını önleyecektik.
»Bu hayallerinizin ne kadarı gerçekleşti? Onun cevabını vermek zor. Çünkü Türkiye’de gerçekten çok iyi şeyler yapıldı. 2004 yılında AB’nin genişlemeden sorumlu Komiseri “Türkiye’nin son 18 ayda yaptığı reformlar, son 80 yılda yaptığı reformlardan daha fazladır” diyordu. Ekonomimiz 21. yüzyılın ilk yedi yılına kadar dünyanın en hızlı gelişen ikinci ekonomisi olmak gibi hayal edilmesi dahi zor bir ivme kazanmıştı. Fakat başta dış politikada olmak üzere alınan isabetsiz kararlar, bir yandan Türkiye’yi uluslararası alanda yalnızlaştırdı, öte yandan da Türkiye’nin mali imkânlarının heba edilmesine sebep oldu. Temel hak ve özgürlükler konusundaki reformlarımızı öven kuruluşlar bu kez çok sert eleştiriler yöneltmeye başladılar. AK Parti’nin ilk yıllardaki başarısına mütevazı da olsa katkılarda bulunmuş bir nefer olarak, bu olumsuz gelişmeler benim için büyük bir üzüntü kaynağıdır.
»AKP’den 2016’da ihraç edildiniz. Gerekçesi Today’s Zaman gazetesinde köşe yazıyor olmanızdı. Böyle bir tepki ile karşılaşmayı bekliyor muydunuz? Hayır beklemiyordum. Beni Today’s Zaman gazetesinde köşe yazısı yazmaya davet edenler, Sayın Cumhurbaşkanımızın yakın çevresindeki arkadaşlarımdı. Bu daveti de Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı üzerine yaptıklarını düşünüyordum. Ben hasbelkader Ortadoğu bölgesinde en uzun süre görev yapmış Türk diplomatıyım. Türkiye’nin Ortadoğu politikası konusundaki görüşlerimi kamuoyuyla paylaşmadığım takdirde görevimi yapmamış duruma düşmüş olurdum. Öte yandan da köşe yazısı yazacağım gazete Türk yasalarına göre, onların kontrolünde yayın yapan bir gazete. Ama şunu söyleyeyim: Partiden ihraç edilmekle rahatladım.
»İyi ki ihraç edildim diyorsunuz yani? Tabii, kesinlikle.
»Neden? Bu şekilde düşünen insanlarla aynı karede görünmek beni rahatsız eder.
»Siz ihraç edildiniz ancak bugün halen FETÖ’nün siyasi uzantılarına dokunulmadığı gibi bir gerçek var. Bu bir çelişki değil mi? Keza, Abdüllatif Şener ile yaptığım söyleşide, Şener, “AKP’de FETÖ’ye bulaşmayan bir tek ben varım” demişti. Sayın Şener’in gözlemine katılıyorum. Hatırladığım kadarıyla, Gülen Hareketi’ne yakın olmak AK Parti’de siyasi kariyer yapmanın en etkili yollarından biriydi. Şu anda partinin üst kademelerinde bulunan arkadaşlarımızın vaktiyle Fetullah Gülen hakkında nasıl samimi, heyecanlı ve duygulu övgüler yaptıkları, halen sosyal paylaşım sitelerinde dolaşan sayısız kliplerden görülmektedir. Belli bir tarihe kadar Gülen Hareketi’nin şimdi şikâyet edilen türden eylemlere bulaştığını bilmiyorduk demenin bir mantığı var. Fakat bunu hangi tarihte öğrendikleri konusunda bir milat ihdas edilecekse, bu tarihin 25 Ağustos 2004 olması gerekir. Çünkü o tarihte yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında, “Fetullah Gülen Grubu’nun faaliyetlerine karşı alınması gereken önlemler” başlığıyla alınan kararda, “ağır yaptırımlar için eylem planı hazırlanmalıdır” ibaresi yer almaktadır. FETÖ’nün siyasi uzantılarına ileride dokunulabileceği ve şimdilik dere geçerken at değiştirmemek için ihtiyatlı davranıldığı kanaatindeyim. Ancak dokunulduğu zaman da dokunanlara zarar vermeyecek şekilde seçici davranılması ihtimali vardır. Bunu da doğal bir kendini koruma içgüdüsü olarak görmemiz gerekir.
»16 Nisan’da oylanacak olan Anayasa değişiklik paketini genel hatlarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben başkanlık sisteminin tartışılmasındansa, Başkanlık sistemini kötüye kullanan bir insanın eline düşerse ne olur, onun tartışılması gerektiğine inanıyorum. Siyaset biliminde “aydın diktatör” denilen bir kavram var. Yani asıl bakılması gereken şey, devletin yönetim şekli değil, devletin başındaki insanın ne yapacağıdır.
»Tam da bu yüzden kaygılanmamız gerekmiyor mu? Biz muhtemelen ABD’deki sistemden etkilenmişiz ama oradaki “kontrol ve denge” sisteminin ne kadar iyi işlediğine dikkat etmiyoruz. Trump’ın 7 İslam ülkesine vize yasağı getiren kararnamesini bir eyalet savcısı iptal etti. Böyle bir anlayışın Türkiye’de yerleşmesi çok uzun zaman alacaktır. Bu durum da tabii ki yurttaşlarımız için endişe kaynağı.
»“Evet” çıkarsa Türkiye’yi ne bekliyor, “hayır” çıkarsa ne bekliyor? Bence hangi sonuç çıkarsa çıksın pek önemli bir fark olmayacak. Evet çıkarsa Sayın Cumhurbaşkanımızın şimdi kullanmakta olduğu fakat anayasal dayanağı bulunmayan yetkiler hukuki dayanağa kavuşmuş olacak; hayır çıkarsa o yetkileri şimdi nasıl kullanıyorsa o zaman da kullanmaya devam edecektir.
»Suriye meselesine gelirsek... Ankara’nın Şam ile yakın zamanda masaya oturacağı şeklinde iddialar var. Siz bunu bir iddia değil, bir temenni olarak en başından beri dile getiriyorsunuz, değil mi?
Evet, ben bunu bir temenni olarak 2011 sonundan beri savunuyorum. Türkiye’nin çıkarları Suriye ile anlaşmaktır. Suriye rejimi ve Kuzey Suriye’deki Kürtlerle, üçümüz bir araya gelmeliyiz. Zira dünyanın bu bölgesi bizlere ait. ABD ve Rusya er veya geç bu bölgeden çekileceklerdir. Esasen bundan birkaç yıl önce böyle bir anlayış oluşmuştu. Salih Müslim’in Türkiye’ye davet edilmesi bu değerlendirmenin sonucuydu. Ancak Salih Müslim’den “sen git Beşar Esad’a savaş ilan et, biz senin arkanda duracağız” şeklinde bir şey istendiğinde, Müslim Suriye’deki iç dengeleri bizden daha iyi bildiği için bu teklifi kabul etmedi. Türkiye’nin bir başka hatası da, Türkiye’nin Suriye rejimiyle iletişim kanallarını kapatması oldu. Şayet Şam’daki Büyükelçimiz ve Halep’teki Başkonsolosumuz yerinde dursaydı, Esad’a doğru olan şeyleri anlatma imkânını da elimizde tutmuş olurduk. Sonuçta er geç arazideki gerçekler kendini kabul ettirecekti. Nitekim yavaş yavaş o noktaya geliyoruz.